Ankara’nın sanat ortamını renklendiren kurumların başında galeriler geliyor. Çoğunlukla galerilerin geldiğini söylemek bile doğru bir yaklaşım olacaktır. Tiyatrolar ve konser salonları unutulmuş değil. Eskiye oranla sayıları oldukça azalsa da söz konusu kurumlar varlıklarını sürdürmekte. Özellikle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile Devlet Opera ve Balesi’ni, ona bağlı tiyatroların sanat adına yaptıklarını görmezden gelmek olası mı?
Demem o ki, bu kurumlar, nüfusu 5 milyonu aşan bir başkentte gereksinimi karşılamaktan çok uzakta.
Buradan asıl konuma dönmek istiyorum. Çok sayıda galerinin hangi koşullarda varlığını sürdürdüğü biliniyor. Devletin desteklemediği sanat adına kendi başlarına yaptıkları övgüye değer. Yıllar önce özel bir galeride sergi açan Fransız ressamla görüşmüştüm. Buradaki sergisi için bir de katalog bastırmıştı. Bizde bir sanatçının sergi açması sırasında karşılaştığı zorluklar bilindiğinden ona sormuştum. Sanatçı, ülkesine döndüğünde tüm harcamalarını içeren bir listeyi dilekçesiyle birlikte Kültür Bakanlığı’na ilettiğinde parasını alacağını söylemişti. Buna yol, konaklama, davetiye ve katalog baskı parası da dahildi. Çünkü o devlete göre sanatçısı, kendi kültürünün tanıtımını yapmış oluyordu. Ve bir dilekçeye eklenmiş fatura ve belgelerle sorun çözümleniyordu. Bize ütopik gelen bir uygulama. Onlarca imza, onay, oradan oraya havale edilen ve yüksek yerlerden çıkacak izinleri beklemek gibi bir süreç. Bunlar yabancısı olduğumuz durumlar değil.
Yine de toplumca sanatın dışlandığı bir dönemde, bir avuç meraklısının galerilere akın ettiğini görmek sevindirici elbette. Zamanın akşama evrildiği saatlerde sınırlı bir sürece sıkışmış insanların nelerle ilgilendiği merak edilmez mi hiç? Örneğin kaç kişi sergilenen resim ya da heykellerle ilgili konuşur, tartışır? Farklı galerilerde açılan sergilerde yer alan yapıtlar arasında biçem yönünden bir karşılaştırma yapıldığına tanık olan var mı bilemem! Çoğunlukla yüzeysel değerlendirmelerle geçiştirilen konuşmalara alışkınız. Bir de konu dışı söyleşiler ağırlıkla yer alıyor. Hep düşünürüm, herhangi bir sergi açılışında bulunanların kendi aralarında yaptığı konuşmalar kaydedilse kim bilir ne ilginç şeyler çıkar ortaya.
Sanırım geçmişte böyle bir merakla işe girişen sanatçımız var.
İlgili olanlar hemen anımsayacaktır Malik Aksel adını. 1903-1987 yılları arasında yaşamış bu sanatçı ve sanat eğitimcisinin yazdıklarına bakınca ne denli güncel olduğuna katılmamak elde değil. Yaptığı suluboyalarla ayrı bir yer edinmiş olan sanatçı, 1932 yılında Gazi Terbiye (Eğitim) Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nde görev yaptı. Görevi sırasında Cumhuriyet Halk Partisi’nce düzenlenen “Yurt Gezileri ve Yurt Resimleri” projesinde yer aldı. Bu bağlamda 1939’da Sivas, 1941’de Denizli’ye giderek o kentleri resimledi. Bu arada Türk sanatı üzerine yaptığı araştırmalarla alanında yeri doldurulmaz kitaplara imza attığını söylemeden geçmek olmaz.
İşte bunlar arasında yer alan “Resim Sergisinde Otuz Gün” başlıklı çalışması yukarıdan beri değinilen konunun temelini oluşturuyor. Kitap, 1941 yılında Ankara’da açılan bir sergide otuz gün boyunca geçen konuşmaların derlenmesiyle ortaya çıkmış. Akıcı bir dille ve konuşur gibi bir anlatıma sahip kitap. Yer yer ironik konularla süslenen söyleşilerde o günlerin sanatçıları üzerinden gündeme ilişkin gözlemlere değinildiği bir gerçek. Durum, o günlerin dergisi “Ülkü”den de okunabiliyor. 16 Ocak 1942 tarihli sayısında konuya ilişkin gözlemler şöyle aktarılmakta: “Ressam Malik Aksel, bu yıl, Üçüncü Devlet Resim Sergisi’nde, sabırlı bir devamla geçen bir ay içinde görüp duyduklarını “Resim Sergisinde Otuz Gün” başlığı altında toplamıştır. Değerli ressam bu notlarda bize sanat hayatımızı bir köşesinden müşahede etmek, tanımak fırsatını kazandırmaktadır. Ressamların kendi sanatları hakkındaki münakaşaları, tenkitçilerin, tablo meraklılarının, seyircilerin konuşmaları, isim vermeden fakat hikâyemsi bir anlatılışla okuyuculara sunulmuştur.”
Gerçekten de, kitap okunduğunda, o günlerin sanat ortamı değişik yönleriyle gözlerimizin önünden geçiyor. Sanatımızın söylence olmuş adlarını o kitapta dönemin genç yetenekleri olmak görmek sürpriz gibi. Kanımca daha da ilginç olanı sona eklenmiş olan Hasan Âli Yücel’in sergi açılışında yaptığı konuşma metni. Dönemin Milli Eğitim Bakanı olarak kitaba konu olan serginin açılışında bulunması olaya verilen önemin göstergesi sayılmalı. Daha da önemli olan, Yücel’in konuşmasına başlarken “Sayın Başvekilim, değerli misafirlerimiz” diye seslenmesi. Buradan, dönem başbakanının sergi açılışına katılmış olduğu anlaşılıyor.
Gerek devletin başbakan ve bakan düzeyinde bir sergi açılışına katılması, gerekse sanatın yaygınlaştırılması konusunda projeler üretip uygulaması gibi sanata ve sanatçıya verilen önemin özellikle vurgulandığı yılların çok uzağındayız. Şimdilerde, birilerinin karalamaya çalıştığı o yıllardan günümüzdeki talan yıllarına geçmenin mutluluğunu yaşayanlar var.