6 Haziran 2014, Türkiye Barolar Birliği salonunda “Sanatçıların Birlik Kurultayı” günüydü. İstanbul ve İzmir’den katılımlarla zenginleşen kurultayda değişik sanatçıların görüşlerini açıklayan bildirileri ilgiyle dinledik. T. Barolar Birliği’nin ev sahipliğinde gerçekleşen ve gün boyunca devam eden kurultayın açış konuşması birlik başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu yaptı.
Oluşturulan divan başkanlığında resim ve heykel alanından üyelere yer verilmemesini bir eksiklik olarak gördüğümü belirtmeliyim. Böyle kritik bir zamanda bu tür hesapların yapılmaması gerektiğine inanıyorum. Ama sanat gibi kapsayıcı bir konuda yapılacak girişimlerde daha geniş düşünülen, her alanı içine alan bir yapı kurulmasının önemini de göz ardı etmemek gerekir.
Kurultaya gelince…
Merkez yönetimin uzun süreden beri hazırladığı Türkiye Sanat Kurulu (TÜSAK) adlı yasa tasarısının Türk sanatından götürecekleri ana konuydu.
Hazırlanan tasarıdaki ana hedefin cumhuriyet yönetiminin bugüne değin süregelen yapılanmasını kırmaya yönelik olduğu açık. Son yıllarda birer birer yok edilmek istenen, başta Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü olmak üzere resim, heykel, opera, bale, tiyatro ve gülmece alanı üzerindeki kapsamlı düzenlemeler geriye doğru değişimin işaret fişeği oldu. Buna değişim demek yerine yok etmek demenin daha sağlıklı bir tanımlama olacağı açık. Çünkü çağdaş sanatla ilgili her tür kurumun ortadan kaldırılarak onların yerine az sayıdaki kişilerden oluşan bir kurul tek karar verici rolünde ortaya sürülecek. Tek merkezden yapılacak atamayla yerleştirilen üyelerin, buyurganın çizdiği çerçeve dışında bir görüş belirtemeyeceğini kestirmek için bilici olmaya gerek yok.
Konu sanat olunca, kamuoyunda, sanki kendilerine çok uzak bir olgudan söz ediliyormuş izlenimi egemen. Halkın bir bölümü, yapılmak istenenlerin yaşamları üzerindeki olumsuz etkileri bir yerde duyumsamıyor da. Oysa sanatın eksikliği, uzun sürede nasıl bir toplum biçimlendirildiğinin sonuçlarında kendini gösterecektir. Doğaldır ki bu eksiklik sorunu çağdaş düşünce sahibi insanlar için geçerli. Cumhuriyetin kurulduğu dönemde Atatürk’ün hedeflediği batı anlayışı böyle bir görev üstlenmişti. Burada bir ayraç açarak “batı anlayışı” kavramını “batıcı olma” düşüncesinden apayrı bir anlam içerdiğini belirtelim. Çünkü batının iki yüzü olduğu gerçeğini bir kenara not etmekte sayılamayacak denli yarar var. Sömürgen batıya karşın aydınlık ve özgür düşüncenin bireyi ön plana çıkaran, dogmalara karşı bilim ve sanatı yücelten bir batı olduğu da unutulmamalı. Sanırım asıl çatışma noktası tam burada yatıyor. Bizdeki yöneticiler batı sömürgeciliğinin bir parçası olarak işlevlerini yerine getirirken, kendilerinin de yararlandığı bir çıkar çarkının döndürülmesini sağlamaktadırlar. Böylelikle sermaye aktarımından herkes payını almakta. Üretim olmadığı için sermaye, o ülke değerlerinin satışı ile halkının sırtından çıkarılmakta. Çıkar zincirinin kurulması bu yöntemle gerçekleşir.
Peki, böyle mükemmel işleyen bir mekanizmayı yönetenler –deyim yerindeyse subaşlarını tutanlar- onca işi gücü bırakıp neden sanatla uğraşırlar?
Nedeni çok açık. Böyle sorunsuz işleyen (!) bir sistemin yürütülebilmesinde düşünen ve yaratan insana yer yoktur. İçine takıyye ve biat gibi kavramların yerleştirildiği bir ideolojiyle yetiştirilen insanların sorgulama ve düşünme yetileri sıfırlandığından, kurulu düzenin sürdürülmesinde aranan ideal modeldirler. Sanat, salt bu nedenle tehlikelidir ve istenmez. Dünya ve sorunlar karşısında düşünen, yeni algı yolları arayanların, tek çözümlü ve onu da bir başka ütopyaya erteleyen sistemle yetinemeyeceği açık. Çünkü yaşam gerçektir. Gerçekliğin, sanal düşüncelerle, kısır döngülü metafizik düşüncelerle işinin olmayacağı bilinmez mi hiç?
Aslında, bu yapılmak istenen buzdağının su altında kalan büyük parçasını gözlerden gizlemektedir. Yasa taslağı, kurul vs. diyerek bakılan yer, üstte görülen küçük parçadan başkası değil. Yapılmak istenenleri daha iyi anlayabilmek için ‘80’lerle birlikte bölgemizde uygulamaya konulan projelere bakmak gerekir. ‘90’lı yıllarda Reagan ve Teacher politikaları devletin sanattan uzaklaştırılması anlayışını önerir. Bunun üzerine bölgemizde dinin günlük yaşama daha çok yerleştirilmesi ve ayrılıkların öne çıkarılmasını ekleyin. İşte size Genişletilmiş Ortadoğu politikası. Balkanlarda başlayıp Akdeniz’i çevreleyen ülkelerde uygulanan senaryo bundan başkası değil. Her ülkede o toplumun ayrılıklarını öne çıkaran politik oyunların düzenlendiği hiçbirimizin yabancısı değil. Kültür ve sanattan uzaklaştırılan insanlar ayrılıkçılığın kısır çemberi içinde birbirini kırarken sömürü çarkı aksaksız bir biçimde işlemeyi sürdürür. Bu arada sanatın yaratıcılığı yerine yok etmenin kültürü parlatılır. Havaya söylenen boş kahramanlık söylevlerinin halkın duygularını kabartmadığı söylenemez. Onca kavga gürültü arasında olan doğaya olur. İnsanlar birbirini yok eder, resim ve heykeller ortadan kaldırılır. Ve bunların tümü yok edilmeye devam ediyor. Yapılan her olumsuz işin bir gerekçesi tek kişinin açıklamalarıyla duyurulur halka. Örneğin heykeli, Afganistan’daki Buda heykelinin patlatılarak ortadan kaldırılması yerine dinsel ritüele büründürerek başını kesme eylemini başka nasıl açıklayabiliriz ki?
Konunun boyutları, görüldüğü gibi oldukça geniş. Bireyin yaratıcı dünya görüşüyle kimliğini bulması yerine din/tarikat yapılanması altında kişiliğinin yok edilmesi asıl niyetin püf noktası. Tuzak yasaların hazırlanması bu işin son noktası gibi. Hedeflenen niyette bir toplum kurgulanmasının yasal kılıflı görüntüsü. Yapılmak istenenin çağdaş sanatın her alanını tek buyruk altına almak olduğunu anlamak için daha neler yapılmalı?
Celal Binzet // Karşı Kıyı