Attila İlhan ve Bilgi Kitapevi’yle ilgili notlara “Yarım Kalan” başlıklı yazımda değinmiştim. Yazının bir yerinde başka bir sanatçının adı da geçiyordu. Yazarken de, onunla ilgili gözlemleri daha sonra ele alacağım notunu ayraç içinde vermiştim.
Doğrusu, hemen yazmayı düşünmüyordum. Ama geçen günlerin birinde yolum Kızılay’a düşünce Sakarya caddesindeki kitapevine şöyle bir baktım.
Kepenkleri inikti.
Alışık olduğumuz vitrin yerine boş bir duvarın kapalı görüntüsü karşıladı beni. Oysa, camın gerisinde dizili renkli kapaklar kuşanmış kitaplara bakmak, onların adlarını okumak inanılmaz bir keyifti meraklısı için.
Son zamanların söylentisi gerçek miydi yoksa? Kapanacağı yolunda duyduğumuz sözlerin doğru olma olasılığı güçlendi birdenbire.
Gerçekleşmeyeceğini umarım.
Galiba böyle bir telaşın etkisiyle olmalı, oturup hemen yazmam gerektiğine karar verdim. Bildiğimiz yerler kapanıyor, tanıdık yüzler bir bir yaşamdan kopuyorlar. Onlardan dinlediğim anıların yok olmadan bir yerlerde yazılmasıyla zamana inat kalacağını bilmek güzel bir duygu.
Anımsanırsa yazımda adı geçen sanatçı Bedri Rahmi Eyuboğlu’ydu.
Bedri Hoca’nın Ankara’ya gelişlerinde belli başlı uğrak yerlerinden biri Ahmet Tevfik Küflü’nün yanı. Yayınevi’ndeki uzun dost söyleşilerinin zenginliği bilinmez değil. Kimi kez sanattan, onun sorunlarından; kimisinde de havadan sudan görünen ama kültürel yanı ağır basan konuşmalarla dolu saatler.
Ahmet Tevfik Küflü’nün resim sanatıyla tanışması bu sayede olmuştu.
Bedri Hocanın, Ankara’ya gelişlerinin ilk yıllarında kendisini nasıl sıkıştırdığını anlattı bir gün. Açılan her sergiye mutlaka gitmesini ve bir resim satın almasını salık veriyor. Sahip olduğu büyük koleksiyon böyle böyle ortaya çıkmış. Konuşma arasında, son yıllarda artık sergilere gidemez olduğundan dem vururdu.
Bedri Hoca’nın erken denecek kaybıyla Türk sanatı renkli bir kişiliğinden yoksun kaldı. Onun ardından oğlu, babasının tüm yazılarının yayım hakkını Bilgi Yayınevi’ne verecekti. Birbiri ardı sıra yayımlanmaya başlanan kitaplarla uzun zamandır aranan yazıları okuma olanağına kavuşmuştuk. Ancak, Mehmet Eyuboğlu’nun zaafları nedeniyle yarıda kalacaktı program.
Babasının tüm yazdıklarını yayımlamaya kararlı oğul, Bedri Rahmi’nin Arap abecesiyle yazdığı ilk dönem mektuplarını bu kapsamda gün ışığına çıkardı. Mektupların önemli bir bölümü eşi Eren Eyuboğlu’na yazılanlar. Onların günümüz diline çevrilmesi için Vedat Günyol’a başvurur. Mektup çevirilerini aldıktan sonra koltuğunun altına koyup bir başka yayınevinin yolunu tutacaktır.
Cem Yayınevi sahibi Oğuz Akkan masasının üzerine bırakılan bu yazıları büyük bir merakla okur. Sonuçta Bedri Hoca, onun da çok yakından tanıdığı bir sanatçı, bir usta. Yayıncının yanıt beklentilerden uzaktır. Oğuz Akkan, dosyayı Mehmet Eyuboğlu’nun eline tutuşturup bunların iki insanın özeli olduğunu ve yayımlanmasına sıcak bakmadığını söyler. “Babasının anısına saygı göstermesi” yollu sözlerin oğlu doyurmadığı bir gerçek.
Bu kez başka bir yayınevi ile anlaşma gündeme gelir. Bir bankanın yayın bölümü söz konusu mektupları ve diğer yazdıklarını yayımlamaya başlar. (Tüm eleştirilere karşın ilginç gözlemler yer alıyor mektuplarda. Özellikle Çorum ve İskilip izlenimleri dikkat çekici. Bir de Eren Hanım’ın Paris’teki yoksulluk günleri. Resim satamayınca tuvallerinin gerili olduğu şaseleri satarak para kazanacaktır.) Fakat önceki kitaplarının tamamlayıcısı olmak anlamında geri kalanların yayımlanması yerine bu kez yeniden harmanlamalarla yeni başlıklar altında yinelemeler dikkatlerden kaçmaz. Oysa, tutarlı ve düzgün bir yayıncılık anlayışıyla usta sanatçının tüm yazdıklarını derli toplu okuma olanağına kavuşabilirdik. Kuşkusuz, burada asıl olan yayın haklarını elinde bulunduran sanatçının yasal varislerinin anlayışı olsa gerek.
Konumuz bu değil doğallıkla. Konu, Kızılay’ın orta yerinde bir kültür adacığı gibi yer tutan bir yayınevi ile onu kurup yaşatan kişinin odağında yaşananlar. Bugünden bakınca geriye kimlerin ve nelerin kaldığı sorusu öylece duruyor. Ve kuşkusuz ki, yaz sıcağında yolumu Sakarya Caddesinden geçirmeseydim bunların hiçbiri gündeme gelmeyecekti.
Bu yaşananların, yalnızca burada geçen adlarla sınırlı olduğunu düşünmek yanlış. Uzun bir sürece yayılmış kurumun kapısından sayısız yazar ve sanatçının geçtiği gerçek. Her birinin altında kim bilir hangi öyküler yatar? Şimdi çoğu yaşamdan kopup göçmüş adların yaşadıklarını okumuş olabilseydik keşke! Çünkü kişiliklerin tek boyutlu olmadığı bir gerçektir. Yalnızca yapıta bakarak ya da bir yönüyle tanımaya çalışmak kimi zaman yanılgıya düşürebilir. Sanatçıyı insan olarak değişik yönleriyle irdelemek, yaratıcılığına giden yol uğraklarını bilmek onu daha iyi tanımamıza olanak sağlayacaktır. Bu yazıda sözünü edilen adlara gelince, onların ortak noktasının salt resim sanatıyla ilgili oluşlarından kaynaklandığını bir kez daha yineleyelim. Onlar, yaşadıkları döneme canlılıklarıyla anlam katarak geçip gittiler. Dahası, geçip giderken bizim yaşamımızı da zenginleştirdiler. Kültür ve sanat dünyamızın burada adları geçen ve geçmeyenlerce var olduğuna inanıyorum.