Hangisinin daha önce başladığını bilmiyorum. Ben yazdığım için mi böylesi ‘hayat dersi’ tadında olaylar bana denk geliyor, yoksa onları yaşaya yaşaya ‘yazmasam olmaz’ diyerek kaleme sarılıyorum? Anlatacak ilginçlikte ne çok olayla karşılaştığıma şaşıranlara nedenini açıklıyorum: Tek yaptığım, çevreme ilgi göstermede cimri olmamak. Gerisi kendiliğinden geliyor. Öykü alanında yazın serüvenim de zaten böyle başladı. İlk öykü kitabım Kalbimiz Attıkça, meslek yaşamın boyunca beni en çok etkileyen sekiz hasta öyküsünden oluşuyor. Onları meraklısı nasılsa okur; ben kitaptan kısa süre sonra yaşadığım için orada yer almayan, ama aynı değerdeki öykülerden birini buradan aktarayım. Günlük yaşamın içinden geçip giderken durmaya, üzerinde düşünmeye, içimi dolduran ışığıyla yola öncekinden daha güçlü devam etmeye yol açan gözlemlerimden birini böylece bir an gelip gereksinim duyacak olanlarla da paylaşayım.
Sonradan yaptığımız hesaba göre yedi yıl önceymiş. Solunum yetmezliği nedeni ile hastanede yatırıp tedavi ettiğim, solunum makinesi vererek ve ilaç tedavisini düzenleyerek eve yolladığım bir erkek hastamı, aradan geçen zamanda aralıklarla gördüm. Bu sırada solunum makinesine gereksinimi ortadan kalktı ve yalnızca nefes yolu ile alınan ilaçlarına devam etmesi yeterli oluyordu. Bir ilçede oturduğu için yanıma sık gelemiyordu, ama telefonla sıkça arayıp durumundan haberdar ediyordu. Orada gittiği doktorların söylediklerini bana mutlaka doğrulatmak isterdi. Yılda bir sıklıkta gelip muayene olması yetiyordu. Onun dışında, sağlık durumunda değişiklik olduğunda önerimi almak için arardı. İyi bir yol tutturmuş gidiyorduk. Arada yalnızca hâl hatır sormak için de aradığı oluyordu. Bayram seyran dışında bile olsa “Sesini bir duyayım istedim, doktorum.” derdi. Babamın bir sağlık sorunu yaşadığını gazetede okuduğundan beri de her telefonunda babamın sağlığını sorar, iyilik haberlerine içten bir sevinçle karşılık verirdi. Hiç tanımadan selam gönderirlerdi birbirlerine.
Bir süre önce kızı aradı. Acil olarak şehirdeki özel hastanelerden birine kaldırılmış. Yoğun bakımda makineye bağlı yaşatılmaya çalışılıyormuş. O sırada uyutulduğu için bilincinin etkilenip etkilenmediği tam olarak bilinmiyormuş. Üzüldüm elbette. Hastamın kızı, bu durumun düzelip düzelmeyeceğini sormak için beni aramıştı. Ancak zaman gösterir, diyebildim. Bekleyip hep beraber görecektik. İyiyi ummalıydık. Yaşama bir kez daha tutunmasını dilediğimi anımsıyorum. Aradan zaman geçti. Onu aklımdan geçirdim mi; şu an bilmiyorum. Sonuçta yaşam, bir koşturmacaydı; başka hastalar, başka sorumluluklar devam ediyordu. O hastam da bir sağlık kuruluşunda, emin ellerdeydi.
Bir gün gelini aradı. Makineden bir türlü ayıramıyorlarmış. Bilinci açıkmış. Boğazından bir delik açıp makineye oradan bağlamayı öneriyormuş doktorları. Benim görüşümü almadan onay vermek istememişler. Bunun, benim de onayladığım bir uygulama olduğunu söyledim. Uzamış solunum desteklerinde hava yoluna sokulan tüpün, ana soluk borusunda daralmaya yol açmasının yaratacağı sorunları anlattım ve önerilen işlemin bu riski azaltmak için yapılacağını belirttim. Teşekkür edip telefonu kapattı. O babasının yanına dönmüştür; ben de kaldığım yerden yaşama devam ettim. Hemen ertesi gün kızı yeniden aradı. Çok mahcuptu. Hem beni tatil günü rahatsız etmekten hem talebi yüzünden. Babasına benim de bilgim ve onayım olduğunu söylemişler, ama o ısrarla bunu benden duymak istiyormuş. Ertesi gün, başka bir hastanedeki yoğun bakıma gidip “Evet, o işlemi yaptırmanın senin için yararlı olacağını düşünüyorum,” dememi istemek zorunda kalmışlar. Babası inat ediyordu çünkü. Gitmezsem izin vermeyecekti. Kızının çaresizliğini sesinden hissettim.
Öyle de yoğun bir iş günüydü ki hangi ara gidip gelebileceğimi düşündüm, ama çok zor görünüyordu. Önce biraz ayak diredim, sonra birden bu ziyareti yapmam gerektiğine karar verip “Tamam,” dedim “yarın öğle yemeğini hızla yiyip ardından yanınıza uğrarım.” Telefonun diğer ucundaki rahatlama bana dek ulaştı.
Bir koşulum vardı; izleyen doktorun mutlaka haberi olmalıydı ve benim oraya gidecek olmamı kabul etmeliydi. Onun zaten olumlu karşıladığını öğrenince içim rahatlamış olarak “Görüşmek üzere,” dedim. Yemeği adeta atıştırıp öğleden sonraki dersime yetişebilmek için hemen diğer hastaneye gittim. Doktorundan, ortak hastamızın şimdiki durumu hakkında bilgiyi yoğun bakımın girişinde aldım. Hastamızın kalbi durup canlandırma işlemi sonrasında yeniden atmaya başlaması üzerine yoğun bakıma getirildiğini söyledi, o ana dek yaşananları özetledi. Solunum desteğini sonlandırmayı iki kez denemişler, ama her defasında acil olarak yeniden hava yoluna tüp sokmak zorunda kalmışlardı. Doktorunun da onun azminden, tavrından etkilendiği belliydi.
Hastam yoğun bakımda solunum makinesine bağlı, ama bilinci açık olarak geçirdiği zamanlarda bile, bir deftere yazarak her düşüncesini, isteğini, sorusunu karşısındakine aktarıyordu. Hatta defterler doldurmuştu. Kısa tümcelerini, tüpü saran dudaklarından okuyabiliyorlardı. Orada çalışan herkesle bir şekilde iletişimi vardı. Arada bilgisayardan bulunup çalınmak üzere şarkı isteği bile yapıyordu. Bunu duyduğumda gerçekten şaşırdım ve abartıyor olabileceklerini düşündüm. Ama şarkı seçimlerinin, yoğun bakım çalışanlarına da iyi gelecek türden olduğunu söylediklerinde bu ince düşünceliliği çok iyi tanıdım. Mutlaka tıpkı söyledikleri gibi yapıyor, müziğin iyileştirici etkisine azmini sararak orada çalışanlarla birlikte diğer hastalara da sunuyordu.
İçeri girdiğimde elime sarıldı. Neredeyse öpmeye çalıştı. Hiç beklemediğim bir hamleydi, son anda önlemeyi başardım. Görmesem yine abartılıyor sanabilirdim. Biraz yazarak, biraz dudaklarını okutarak bana derdini anlattı. Ben de oraya gelme nedenimin gerektirdiği konuşmayı tane tane ve birkaç kez yineleyerek yaptım. “Sadece hastaneden çıkabilmek değil istediğim; araba ile gezebilecek miyim?” diye sordu. Onun için ev tipi solunum cihazından da kurtulmayı beklemesi gerektiğini söyledim. Ne zaman olacağını sordu. Fal bakmamı istiyorsunuz, dedim. Ama bu azimle devam ederse bir kez daha ayağa kalkacağından kuşku duymadığımı ekledim. “Karizmayı bu kez fena çizdirdim,” diye yazdı. Gözlerinin içine bakıp gülümsedim. Derinlerden kendini sezdiren kaygıyı maskelediğini gördüm. O gözler bana dönük umudunu parlatıyordu. Karizması olduğu yerde, hatta daha da yücelmiş duruyordu. Başucunda ara ara öten, üzerindeki rakamlarla akciğerine giren çıkan havanın miktarını gösteren solunum destek makinesi, durumu iyice gerçek dışı bir hâle getiriyordu. Dahası da varmış. Hastaneye gelirken kızıyla konuştuğumuzda, bana hastamın kendisinden kitaplar istediğini, günlük gazeteleri zaten okuduğunu söylemişti. “Verdiğiniz kitabı iyi seçin,” demiştim, “umudu korumasını sağlayacak kitaplar olsun.” Öyle yapıyorlarmış. Şimdiden birkaç kitap bitirmiş.
Görüşmemizin sonlandığını düşünerek ‘ben artık gideyim’ diyecektim ki sessizce “Babanız nasıl?” diye sordu. “İyi, iyi, çok iyi” dedim gözlerim nemlenerek. “Selamlar” dedi. “O da sizi soruyor; beni soran hastan nasıl diye…” dedim. Gülümsedi. Deftere, teşekkür kapsamında bir şeyler yazdı. O an söyledim mi anımsamıyorum, ama asıl ben teşekkür etmeliydim. Yaşama her koşulda sıkı sıkı tutunmanın böyle güzel bir örneğine tanık olmamı sağladığı için…
Eve gelene dek kaç kişiye anlattım. Sonra yazmaya karar verdim. Kızını aradım. Eğer babası onay verirse onun kitap okurken bir fotoğrafını çekmesini ve bana göndermesini istedim. Yazıyı önce ona gönderecektim, babası okuyup onay verirse fotoğrafı ile birlikte paylaşacaktım. Hastamı yoğun bakımdan çıkaramadık. Fotoğrafının ve yazının paylaşılmasına kayıtsız şartsız izin verdiği için şimdi okuyabiliyorsunuz. Kuşkusuz selamları da vardı. Üzerimde kalmasın.
Bu etkileyici sahneyi, İnsan Anlattıklarıdır kitabımın Geçmişten Gelen Mektup öyküsünün içine yerleştirdim. Okuduğu o kitabı da aynı adla koruyarak… Kahramanının ağzından söylettim; ben de içimden her zaman yineliyorum: Nerede olduğun değil, orada ne yaptığındır önemli olan…
GÖKSEL ALTINIŞIK
2 Aralık 2020, Denizli