17 Nisan 1940'da kurulan Köy Enstitüleri'nin 80 yılında;
aydın-yurtsever insanlarca neler yarattığımızın
ve çağdışılarca neler kaybettirildiğimizin sorgulanması dileğiyle.
Pek çok hayaller içinde geldiği okulunda daha ilk aylardan birinde resim dersinde önceki derslerde olduğu gibi resim kâğıtları, suluboyalar dağıttı, öğrencilere ve çeşitli resim konuları anlattı resim öğretmeni.
Her öğrenci, köy özlemi midir, ilk akla gelen konular olduğu için midir, hep yaşadığı köyle ilgili bir şeyler çizmeye, boyamaya çalışırdı. O gün de öyle oldu: Köy çeşmeleri, köy evleri, dereler yapmaya başladı her öğrenci. O da bir orman köyü çocuğu olarak koyu yeşil bir orman ve ormanda bir kurt resmi yapmaya çalıştı, suluboya ile. Renkli kalem dışında ilk suluboya resimle bu okulda tanıştığı için sevmişti bu tekniği. Çoğu zaman yalnız başına keçi-koyun, inek güttüğü için orman ve vadilere karşı hep korku duyduğundan seçmişti bu orman konusunu. Çocuk başına her çıtırtıdan, her hışırtıdan nasıl korktuğu aklına geldiğinden. Hala bir ormana falan girememesi, orman, vadi gibi yerleri görünce ürpermesi bundandır.
Koyulu-açıklı yeşiller içinde epeyce mıncıklanmış kırmızı-kirli bir kurt resmi.
Sürekli gezerek her öğrencinin çalışmalarını sırayla izleyen resim öğretmeninin dikkatinin kendine ve yaptığı bu orman resmine yoğunlaştığını sezen çocuk, “eyvah” dedi içinden; kurdu iyi boyamadığından; uğraştıkça resmi kirlettiği, kâğıdı tiftikleştiği için çok kötü olduğunu düşündüğünden. “Ya şimdi herkesin içinde azarlarsa” korkusuyla içi karma karışık oldu, her yanını ter bastı. Bunu fark etmiş olmalı ki resim öğretmeni yanına-yanı başına geldi, elini omzuna, kemik torbası omzuna koydu. Resmin üzerine iyice eğilerek, babacan ve sevecen tavrı ile “aslan oğlum ne kadar güzel bir resim bu”, deyiverdi. Bütün çekingenliği içinde öğretmeninin yüzüne baktı kuşkuyla çocuk. Gözlerinin içi gülüyordu öğretmenin. “Aslan oğlum” o zamana kadar duymadığı, hiç duymadığı bir sihirli sözdü onun için: Ürkütülmüş, korkutulmuş; ürkek, korkak bir köy çocuğu için. Köyde sürekli aşağılanan, yaptığı hiçbir şey beğenilmeyen ve itilip kakılan bir çocuk düşünün. Hatta birileri yanında kazara kolunu havaya kaldırsa; iki kolu ile yüzünü, gözünü korumaya geçen, sakınma tikli bir çocuk.
Şimdi ilk kez yaptığı bir şey beğeniliyor ve “Aslan oğlum” diyordu bir öğretmeni, köyünden çok uzakta bir okulda.
*
O gündür, bu gündür resim bu köy çocuğunun hayatı oldu, o gündür, bu gündür eğitim-eğitimcilik denen bu mesleğin gerçekten kutsal olduğuna yürekten inandı. O gündür bu gündür bir tek sözcüğün bile bir çocuğun, bir gencin hayatında nelere mal olabileceğini iyi biliyor.
*
Bugün mesleğinde ellili yılları geride bırakan bir eğitimci olarak hep sormuş, sorgulamıştır; bu anıyı, bu okulu ve bu gerçek eğitimcinin yaklaşımını.
Resim öğretmeni o gün “kerata böyle kurt mu olur” diyerek ensesine bir şaplak atsaydı bu çocuğun, durum ne olurdu?'' Resmi kirletmişsin, armoniyi-marmoniyi tutturamamışsın, tekniği berbat etmişsin''; deyiverseydi. Çocuğun sınıfta, bunca öğrenci içinde yaşayacağı ezikliği. Çok görülmüştür, çok yaşanmıştır; günümüzdeki eğitimin çeşitli kademelerinde farklı boyutlarda hala katmerlisi ile yaşanan böylesi eğitimci hastalıkları. Herkesin yakın-uzak çevresinde benzer örnekler çok olmuştur. Acı bir örnek: Geçtiğimiz yıllarda çok iyi bilinen bir üniversitede arkadaşları içinde mimari projesi nedeniyle ağırca eleştirilen bir kız öğrenci bunu hayati bir konu haline getiriverdi.
Bu çocuğun kesin bildiği bir şey vardı; o zaman farkında bile olmadığı ama daha sonraki yıllarda değerlendirdiği: Matematikle, Cebir-Geometri ile arası hiçbir zaman iyi olmadığı ve olamayacağı için, mutlaka atılırdı, o okuldan; perişanları yaşadığı köye geri dönerdi, ya sonrası?
Bu nedenle eğitim-eğitimcilik denen sihirli meslek onun için ibadet edercesine sahiplendiği bir alan oldu. Bir sözün, bir küçük hareketin neler kazandıracağı ya da kaybettireceğinin hesabının çok iyi yapılması gereken bir görev.
Peki, nerede, nasıl yetişti bu eğitimci-resim öğretmeni de bir köy çocuğunun bir sözle hayatını yönlendirme gücüne ulaştı? Hatta daha başka köy çocuklarının ufkunu açan nice yönlendirmelerde bulunabildi. Bu bilinci, bu birikimi nasıl sağladı; çok yaşlı, çok deneyimli sayılacak bir yaşta olmamasına rağmen.
Bu değerli resim öğretmeni, bu gerçek eğitimci İVRİZ Köy Enstitüsü’nün mezunlarından Mehmet Karaman’dı.
*
Köy Enstitüleri öğrencilerine doğasını, ülkesini bütün yönleri ile duyumsamasını bilen; insan denen gizler dünyasını çok iyi okumasını özümleten bir ocaktır. İnsanını okumak, toplumunu, köyünü, köylüsünü okumak. Hele hele muhatabı olan öğrencilerini mutlaka çok iyi okumak.
Bu “insan okuma” birikimi bizim bildiklerimizin, tanıdıklarımızın dışında kim bilir kimleri bir yerlerden başka bir yerlere başarı içinde taşımış, hayatının seyrini değiştirmiştir?
Bu değerli idol eğitimci Mehmet Karaman, İvriz Köy Enstitüsü’nden sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nü bitirmiş ve yetiştiği İvriz Köy Enstitüsü’ne öğretmen olmuş. Bu okullardan yetişenlerin bir özlemi, bir idealidir bu. Yetiştiği okulda öğretmen olmak. İvriz’de öğretmen olmak. Gazi’de öğretmen olmak.
Yıllar sonra da o günün öğrencisi hep hayal etmişti: Yetiştiği İvriz’e öğretmen olarak atanmayı. Mezun olduğu dönemde İvriz, atama kurasında olsaydı becayiş yapacak ve bu amacına ulaşacaktı: İvriz kısmet olmadı ama yine onun gibi çok önemli bir okul olan Sakarya Arifiye Öğretmen Okulu’nda coşkuyla-başarıyla geçen görevler yaşadı, nice öğrenciler yetiştirdi, aradan geçen elli yıla rağmen, hala arayan, soran öğrenciler.
*
Her sabah halk oyunlarıyla başlardı gün...
Yüksek, çok basamaklı merdivenlerden çıkılan bir bina. Merdivenlerin önünde bekleşen, çocuklarından daha çok umut bekleyen veliler, yürekleri küt küt atan çocuklar. Merdivenlerin tepesinde kazanan öğrencilerin adlarını okuyan öğretmenler. Yüksek merdivenlerden bir soluk koşarak çıkan ve binaya küçük bir girişten geçip gelinen çok büyük bir salon. Buraya gelen ve salonun sol duvarı önünde sıralanan köy çocukları. Hepsi çocuk yaşlarında orta Anadolu köylerinde kavrulmuş. Ürkek, çekingen tavırlarla ve meraklı gözlerle her tarafı incelemeye çalışan çocuklar. Sıra sıra kocaman masalar, üstlerinde sürahiler, bardaklar. Hepsinin yüreği pır pır sevinç dolu. Çünkü bu okulu kazanmışlar; bin bir umutla bu okulu bekleyen yüzlerce akranları içinden. Burada sıra olacaklar, kazanma evrakları verilecek, sonra buradan köylerine gidip evraklarını hazırlayıp gelecekler: Yepyeni bir hayat. Kazanamayanlar evlerine dönecekler, kim bilir nasıl üzgün, nasıl yıkılmış hayallerle. Sıra olan çocukların gözleri bu duvardaki çok büyük bir resme takılı bir yandan. Şaha kalkmış at üstünde üniformalı Atatürk. Bütün duvarı kaplayan azametli bir tablo. İleriki yıllarda alttaki yazıdan resmi yapanın kim olduğu da okunup öğreniliyor bütün öğrencilerce: Nuri Hiçler. Nuri Hiçler bu okulun efsane beden eğitimi öğretmeni. Bir beden eğitimi öğretmeninin yaptığı kocaman bir tablonun altında sıra sıra umut çocukları.
*
Bir resim binası: Ana kapıdan girince sağda salonun giriş kapısı. Uzunca bir salon. Pencere kenarlarına dizilmiş masalar. Dar pencerelerin aralarında çeşit çeşit, renkli-siyah beyaz tablo reprodüksiyonları: Öğrencilerin özenle kopyalarını yaptığı. Van Gogh’lar, Cezanne’ler, Ande Derain’ler, Picasso’lar, siyah beyaz Musa Heykeli Michelangello’nun. Derain’in, yeşil ağaçlar arasından görülen kırmızı çatılı evleri, sağdaki uzun duvarın en sonunda köşede; Tintoretto’nun “Mahşer” tablosu sol duvarda, ortalarda iki pencere arasında asılıydı. (Yıllar sonra gerçeğini gördü bu mahşer tablosunun: Bir Altar duvarını kaplıyor boydan boya. Yüksekliği 8 metre, uzunluğu 25 metre azametli bir baş eser). Bugün bile o duvarlar, o tablolar orada o mekânda sanatla ilk kez tanışanların gözlerinin önünde olmalıdır. Karşı duvarda ikinci bir kapı ve ikinci oda. Bu odada resim malzemelerinin ve sanat kitaplarının bulunduğu dolaplar. Çeşit çeşit sanat kitapları, yağlıboyalar, pasteller, suluboyalar. Kâğıtlar, kartonlar.
Coşku içindeki Mehmet Karaman, İsa Başlıoğlu ve Namık Sevinç Arkun gibi yetkin resim öğretmenlerinin her birinden bir şeyler kapabilmek için birbirleriyle ve daha sonraları kendi kendileri ile yarış eden öğrenciler. Desenler çizen, boyalar yapan; tuvallere, kâğıtlara hayallerini, tutkularını, özlemlerini, yüreklerini koyan öğrenciler. Aşağıdaki listede görüldüğü gibi hâlâ buna yıllardır devam edenler. Kimileri için koşarak gidilen ve çıkmak istenmeyen resim atölyesi.
*
Bir müzik binası: Binanın girişinde tam karşıda bir oda. Keman, mandolin, akordeon gibi bilinen ve akla gelen bütün enstrümanlar, metotlar ve nota sehpaları.
Soldaki kapıdan girince kare biçiminde büyükçe bir salon. Giriş tarafında bir dönerli nota tahtası. Yanında bir piyano. Salonun hem girişin yanındaki, hem de sağ duvarı boydan boya küçük bireysel çalışma odaları. Hiç gülmeyen yüzüne rağmen idealist, insancıl yanını sonradan bütün öğrencilerin öğrendikleri müzik öğretmeni Kemal Çuhalılar'ın başarılı öğrencileri “notalarınızı ve kemanlarınızı alın; gidin, çalışın, ben birazdan geleceğim yanınıza” diye gönderdiği küçük odalar.
Bu gibi salonlarda ve bu odalarda yetişti müzik alanının önemli eğitimcileri sanatçıları çeşitli okullarda; Prof. Dr. Ali Uçan, Prof. Dr. Feridun Büyükaksoy, Prof. Dr. Nezihe Şentürk, Prof. Dr. Ayfer Kocabaş, Prof. Dr. Selahattin Yaldız, Prof. Dr. Necati Gedikli, Emin Dedeköy ve niceleri; köyünde müzikten, kemandan bi haber iken.
“Enstitülerde artık eksik bulmaya çalıştığım şeylerden biri güzellik anlayışı ve güzellik için emek harcanmasıdır. Her enstitü öyle bir duruma gelmiş bulunuyor ki bu uğurda biraz gayret, enstitüleri çiçeğe, resme, güzel yazıya ve eşyaya boğar… Çirkin olan şeyler enstitülerde asla yer bulmamalıdır.” (E.Tonguç Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları s.86 (Aktaran: Kemal Kocabaş, Köy Enstitüleri kazanımları Üzerinden Günümüzü Konuşabilmek, Cumhuriyetin İlk Yıllarından Günümüze: Dil-Kültür-Eğitim, Gazi Üniversitesi Yayını No.8 s.482,2007.Ankara)
Öngörüsünü adım adım gerçekleştirildiği bir eğitim ve sanat ortamı.
*
Yüzyıllardır üretim ve üretme denen eylemi salt yaşamı sürdürme çabası olarak bilen ilkel toplum dizgesindeki Anadolu köylüsü uyandırılmak zorundaydı, yoğun uykusundan. 1950 sonrası hep ve hâlâ uyutulduğu, uyuşturulduğu uykusundan. Uyutma edimlerinin iliklerine kadar işlediği bir toplumda gerçek üretimin üreme ve karın doyurma güdüsünden başka şeyleri de kapsadığını; aklını, beynini, duygu ve düşüncelerini yaratıcılığı ile artı değerler üstüne inşa etmenin insani bir güç olduğunu sezdirecek uyaranlara ihtiyaç vardı. Böylece kendini fark ederek “Düşünebilen en mütekâmil yaratık” sayılan insanın bu niteliğine sahip çıkması gerekiyordu.
Yüzyıllardır başka ulusları Kavm-ül Necip olarak gören, başka kültürleri baş tacı sayan; bu yüzden kendi insanını, kendi kültürünü aşağılayanlarla birlik olan insan yığınlarının aklını başına toplaması gerekiyordu. Ütopik yurt kavramı ile başka toprakları anayurt olarak hayal eden; kendi yurdunu, atalarının can verdiği öz yurdunu gelip geçici, vurgun ve talan yeri, başkalarına peşkeş çekme alanı olarak sahipsiz bırakan bir topluluğu, bir toplum bilincine ulaştıracak bir kıvılcım gerekiyordu.
Bütün umutlar, bütün özveriler, bütün çabalar bunun içindi.
Savaştepe Köy Enstitütüsü
Cumhuriyet’in nimetini hala anlayamamış bir toplum olmak ne acı. Hala başkaları olma hastalığının sürmesi ne elem verici.
Kendinden başka bir ulusu “ÜSTÜN IRK” olarak gören; kendi yurdundan başka bir yerleri kutsal sayan, ANAYURT olarak gören başka bir ulus yoktur, yeryüzünde, bunca yıllık araştırmalarımızda da göremediğimiz. İlkel Afrika toplumları dâhil.
Cumhuriyet bir silkeleme, uyandırma hareketidir. Halk Evleriyle, Atatürk Devrimleriyle, çağdaş hümanizma çabalarıyla bilinçlendirilmesi gereken bir toplum.
Köy Enstitüleri'ni düşünenlerin, kuranların ve yaratılan Köy Enstitüleri’nin temel dayanağı işte bu bilinci sağlayacak, hızlandıracak ve ulusun bütün bireylerini saran bir eğitimi ülkenin her köşesine yayacak özverili insanların çabasıdır.
Köy Enstitüleri'nin ve Köy Enstitüleri'nde eğitimin, belki de en önemli özelliği, günümüz eğitimi içinde uygulanabilir özelliği bireyin kimliğini sorgulama; yaptığı her işte, ortaya koyduğu her üretimde “kendi olma bilinci” demekti. Bu KENDİ olma bilinci bütün bilinçlerin toplamıdır. Neden-niçin yaşadığının, varlık nedeninin, adam olma-birey olma bilincinin sorgulanmasıdır. KENDİ OLMAK kendi cevherinin farkında olmak demektir. Bu sağlam bir AİDİYET bilinci eğitimi ve kazanımı demektir. Sıradan, güdülen, tabi olan, koyun sürüsü, laf ebesi, ortaçağ kafalı garabet yaratıklar olmaktan kurtulmak demektir. Asalak insan tipi yerine, kendi cevherini keşfederek iş üreten, düşünce üreten, sanatsal eylem, sanatsal çaba ortaya koyan bir insan modeli. Başkalarının kılıfı, başkalarının maskesi altında gizlenen kimliksizlerin eninde sonunda başkalarının maşası olacağının farkına varabilmektir bu. Hep başkalarının rollerini oynayan, bir türlü kendileri olamayan insanlardan meydana gelen bir toplumda ulusal kavramlardan; ulusal kültürden, ulusal bilinçten ve ulusal tarihten söz edilemeyecektir.
Köy Enstitülerinde eğitim KİMLİK/KİŞİLİK SORGULAMA/ÖZGÜVEN EĞİTİMİ demektir.
Bir zamanların sakınma tikli; ürkek, korkak kemik torbası çocuğunu ve onun gibi nicelerini karşınıza getiren işte bu sihirli eğitimin gücüdür.
*
“Köy Enstitülerinde üretim yalnızca nesnel değil, düşünseldi de. Gençlerin yaratıcı yetenekleri en üst düzeyde geliştiriliyordu. Şiirden müziğe, resimden sinemacılığa kadar güzel sanatların tüm dallarında özgün ürünler veriliyordu. Yaratıcılığın gizil gücü, yüzyılların körelttiği, ezdiği yok ettiği beyinleri filizlendiriyordu.” (Yakup Kepenek, Köy Enstitüleri-Bir Başkaldırının Habercisiydi, s:75.-Dünyaya Örnek bir Eğitim Uygulaması: Köy Enstitüleri, Tuses Yayınları,2000,İst.)
İsmet İnönü, Hasan HÂli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç, kompozisyonunu okuyan öğrenciyi dinliyor
“Köy Enstitülerinde çalışan öğretmenlerin bu devrede öğrenciler için yaptıkları fedakârlıklar birçok ana ve babalarınkinden üstündür”. (İ.Hakkı Tonguç, Gelenekçi Okulun Yöntemlerini İzleyenler Köye Gerekli İnsan Tipini Yaratamazlar”, s:27 Tuses Yayınları, 2000 İst.)
“Dünya eğitim tarihinde yer almış olan “iş eğitimi” deyimi, köy Enstitülerinde uygulanan ”İşe dayalı eğitim”i anlatmaya yetmez. Teknik çalışmalar yanında şiir, yazın, müzik, eğlence, oyun, ulusal oyunlar gibi çalışmalar, laik dünya görüşü kazandırması ve demokratik eğitime geniş yer vermesi” iş eğitimi kapsamında değerlendirilmelidir” (İ. Sefa Güner, Köy Enstitüleri Defteri,2,İst.1975/ Dünyaya Örnek bir Eğitim Uygulaması: s:55, Köy Enstitüleri, Tuses Yayınları,2000,İst.)
“Köy Enstitülerinde kitap yasağı ve düşünce suçu yoktu. Sistem böylesi bir ortamda, kendi arasından birçok sanatçının, bilimcinin çıkmasını sağlamış, köy sorunlarının sanat aracılığıyla belirlenmesinde, işlenmesinde rol oynamış, yeni bir aydın türü yetiştirmiştir.” (Server Tanilli, Dünyaya Örnek bir Eğitim Uygulaması: s:115 Köy Enstitüleri, Tuses Yayınları,2000,İst.)
“Türkiye Cumhuriyeti’nin dünya uygarlığına yaptığı en önemli ve en özgün katkılardan biridir. (Ord. Prof. Enver Ziya Karal, Dünyaya Örnek bir Eğitim Uygulaması: s::93, Köy Enstitüleri, Tuses Yayınları,2000,İst.)
*
Köy Enstitüleri bir kemikleşmiş eğitim modeli değildir. Günün koşullarına ve öğrencilerinin eğilimlerine göre kendi içinde eğitim aşamaları yaratarak, yeni ufuklar araştıran, keşfeden ve yönlendiren kurumlardır. Sürekli yenilik bir anlamda Köy Enstitülerinin karakteridir. Nitekim kuruluşundan birkaç yıl sonra Yüksek Köy Enstitüsü modelini yaratan, 1946’dan itibaren İstanbul Çapa Öğretmen Okulu bünyesinde RESİM-MÜZİK SEMİNERLERİ'Nİ kuran; öğrencilerini fen ve edebiyat alanında 5. sınıftan itibaren Yüksek Öğretmen Okulu'na yönlendiren en önemlisi bu yönlendirmeleri bütün eğitim içinde bir coşku ve atılım atmosferi yaratarak başaran eğitim kurumudur.
Burada kısaca İstanbul Öğretmen Okulu bünyesinde kurulan RESİM-MÜZİK Seminerleri'ne değinmek istiyorum. Çünkü bugün Türk sanatına katkılarına değineceğimiz sanatçılarımızın büyük bölümü bu kurumlardan yetişmiştir.
Köy Enstitüleri’nde özellikle orta kısımda resim ve müzik alanlarında sivrilen öğrencilerin mezun olmalarını başka bir deyişle zamanında, tavsamadan, beklemeden alanlarında eğitim almalarını öngören bu sistem bugünkü Güzel Sanatlar Liseleri'nin öncüsüdür.
Bütün Köy Enstitüleri'nden ve daha sonra öğretmen okullarından resim ve müzik anından seçilen öğrenciler iki aşamalı yetenek sınavlarından geçerek bu okula alınmışlardır. Çok az sayıda öğrencinin seçildiği bu okulun İstanbul’un sanat ortamından beslenmesi amaçlanmıştır. Şevket Dağ, Şeref Akdik, İlhami Demirci, Selahattin Taran, Hidayet Gülen gibi sanatçı eğitimcilerin görev alması bu okulun özellikle Gazi Eğitim Enstitüsü Resim ve Müzik Bölümleri'ne öğrenci yetiştiren bir kurum olması özelliğini kazanmasını sağlamıştır.
1970’lere kadar başarı ile görev yapmasına rağmen, Öğretmen Okulları'nın Öğretmen Liseleri'ne çevrilmesi gibi çok yanlış uygulamalarla etkinliğini yitirmiştir.
Burada değinmemiz gereken çok önemli bir başka konu öğrencinin tutku olarak yönlendiği alanlarda elit öğrenci olarak sayılması, bunların mezuniyet sonrası ilgili Eğitim Fakülteleri'ne moral olarak hazırlanması da çok önemli bir eğitim uygulamasıdır. Sporda başarılı olanların o zaman tek seçenek olan Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümü'ne, diğer alanların Edebiyat ve Fen Bölümleri'ne yönlendirilmesi gibi. Bunlarla birlikte bir başka çok önemli uygulama Fen ve Sosyal Bilimler alanında sivirilen ve başarılı olan öğrencilerin mezuniyeti beklenmeden 5. sınıftan itibaren öğretmenler kurulu kararlarıyla YÜKSEK ÖĞRETMEN OKULLARI'na seçilmesi ve gönderilmesidir. Bir yıl orada hazırlık sınıfı okuyan bu başarılı öğrenciler istedikleri fakültelere devam ederek hayata atılmış ya da akademik yaşamda üst sıralara yükselmişlerdir.
Bu uygulamaların okuldaki öğretim süreci içinde öğrencilerde yarattığı ileriye, geleceğe, yükselmeye yönelik çalışma azmi, kendini aşma bilincinin kazanımları kendi içindeki dinamizminin de göstergesidir. Eğitimi tekdüzelikten, bireyi de yetinmişlikten kurtaran, idealler, ilkeler yükleyen bir eğitim. Bu yolla Eğitim Enstitüleri'nin ilgili bölümleri, Yüksek Öğretmen Okullar, Çapa Öğretmen Okulu Resim ve Müzik Semineri yolunu, amaç ve ilkelerini ideallerini netleştiren kararlı öğrenciler kazanmıştır.
Bu yazının sınırlılıkları içinde kuşkusuz eğitim bilimi, edebiyat, kültür ve dil eğitimi alanlarında akademik hayatta üstün başarılar gösterenler; şiir, öykü, roman alanlarında edebiyat tarihimizde yerlerini alanlar geniş bir inceleme konusudur ve bunlar çeşitli yayınlarla yapılmıştır.
Ama yine de burada alanım olan Resim-İş Bölümleri'nin dışından yabancı dil alanından çok sayıda değerimiz içinden bir iki isme özellikle değinmek istiyorum. Bunda amacım Köy Enstitüleri'nin nasıl geniş bir yelpaze içinde insanlar yetiştirdiğini örneklemektir. Çünkü bunların hepsi başlı başına birer araştırma konusudur. Örneğin Prof. Dr. Ahmet Kocaman Kepirtepe Köy Enstitüsü mezunu bir köy çocuğudur.
''Ahmet Kocaman, 10 yılı aşkın ilkokul ve ortaöğretim öğretmenliğinin ardından Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dilbilimi Bölümü’nde akademik çalışmalarını yaptı. Bu üniversitede çok sayıda öğrenci yetiştiren saygın bir eğitimci olarak bilindi. Dilbilim Araştırmaları Dergisi ile ulusal ve uluslararası dilbilim kurultayları aracığıyla, ayrıca 1983 öncesi TDK’daki çalışmalarıyla dilbilim ve Türkçe çalışmalarına katkıda bulundu. Başlıca ilgi alanları uygulamalı dilbilim, söylem incelemeleri, çeviri kuram ve uygulamaları, Türkçe ve yabancı dil öğretimidir''.
İkinci örneğimiz Prof. Dr. Mevlüt Bozdemir. İvriz Öğretmen Okulu'nu bitirdi. Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce Bölümü'nü ve Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. Burada başladığı akademik çalışmalarını dönemin kaotik baskısıyla Paris'te devam ettirdi. Günümüzde Fransa'nın sosyal bilimler alanında önemli düşün adamlarından biri durumunda.
Böylesi örnekleri her alandan vermek mümkün. Yukarıda alıntılardaki sözlerin tanımladığı özgün eğitim sisteminin kurucularını, yaşamını bu “ülküye” adayan bütün eğitim kahramanlarını, bütün Köy Enstülüleri minnetle anıyorum.
Köy Enstitüleri'nin ve onun ardından gelen ve aynı gelenekleri korumak için çabalar harcayan bütün öğretmenleri ve aynı iklimden, aynı atmosferden beslenen altı yıllık Öğretmen Okulları'nın yetiştirdiği eğitim, bilim, sanat, yazın ve kültür alanlarının değerli insanlarını saygıyla anıyorum. Burada alanımız olduğu için sadece resim ve heykel alanının yetkin isimlerinden bazıları örnek olması yönüyle ve unutulanların bağışlaması koşulu ile aşağıya çıkarılmıştır. Sanatımızın, sanat eğitimimizin, üniversitelerimizin kendi alanlarında ne kadar yetkin elemanlara sahip olduğu bu listede açıkça görülmektedir.
Köy Enstitüsü kökenli sanatçı ve sanatçı eğitimcilerden bazıları:
Sabri Akça, Prof. Mustafa Ayaz, Hamza İnanç, Lütfü Özsoy, Ülkü Ünal, Prof. Nüzhet Kutluğ, Mehmet Alan, Prof.Y aşar Sami Gözgöz, Prof. Kadir Ata, Doç.Ünsal Kınıklı, Nejat Akkan, Prof. İsmail Avcı, Prof. Mehmet Özet, Prof. Namık Sevinç Arkun, İsmail Gümüş, Aydemir Atalay, Prof. Halis Biçer, Prof. Ali Candaş, Prof. Fikri Cantürk, Ömer Ekşioğlu, Mehmet İleri, Yalçın Gökçebağ, Prof. Hüseyin Bilgin, Prof. Zafer Gençaydın, Hamdi Dicle, Recep Adakçılar, Prof. İbrahim Bozkuş, Prof. Ramiz Aydın, Yrd. Doç İbrahim Demirel, Muharrem Pire, İzzettin Kefi, Halis Başarır, Yrd. Doç. Vedat Can, Prof. Hasan Pekmezci, Zeki Serbest, Prof. Cengiz Çekil, Şekip Oğuz, Abdurrahman Kaplan, Prof. Cuma Ocaklı, Yrd. Doç. Zeki Şahin, Habip Aydoğdu, Prof. Basri Erdem, Yrd. Doç.Bahattin Odabaşı, Mustafa Sönmez Yüceler, Sabri Çakar, Alaaddin Koçak, Hasan Yücel, Sabri Tezcan, Cemal Erkıral , Yusuf Demirtaş, İsmail Yıldırım, Süleyman Çete, Süleyman Gürsoy, Turgut Gülten.
Prof. HASAN PEKMEZCİ
17 Nisan 2020, Ankara