1960’lı yıllar Ankara’sında eğitim kurumlarının çeşitli etkinlikleri gerçek bir kültür ve sanat şölenine dönüşür, Ankaralıların yoğun ilgisini çekerdi.
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi bir üniversite adına yaslanmadan, bağımsız eğitim ve kültür kurumu olarak her gün gündemde olurdu. Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakülteleri özellikle 1960 ihtilali sonrasının özgürlüğe aç toplumunda ve ünivestite gençliğinde birer ışık kaynağı ve özgürlük kalesiydi.
Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümü’nün 19 Mayıs gösterileri özellikle beklenir ve çağdaş bir spor şöleni olarak izlenirdi. Yine Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nün yılsonu sergileri yılın sanat hareketi gibi karşılanır, genç sanatçı adaylarının onurlandığı bir sanat sunumuna dönüşürdü.
Gazi Eğitim’in kardeşi konumundaki Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’nun yılsonu sergileri özlemle beklenir, sanat ve teknoloji ağırlığıyla bir fuar olarak günlerce akın akın gezilirdi.
Bu durum genel bir değerlendirmeyle anlamlandırılabilir: Cumhuriyet’in sanat kurumları gerçek kimlikleri ile toplumun motor gücü, kültür, sanat, bilim, teknoloji merkezleri durumundaydı.
Bu bağlamda bir örneği daha ayrıntılı sunmak istiyorum:
Öncelikle Ankara sanat ortamını tanıyabilmek için bir iki bilgiyi de sunmak gerek. Ankara’da Sanat Galerisi adına hizmet veren küçük bir mekan vardı 1960’lı yıllarda. Atatürk Bulvarı’nda şimdiki Zafer Çarşısı yerinde veya biraz yukarıda PTT binasının giriş kapısının yanından yukarı dar bir merdivenle çıkılan ikinci katta küçük bir Sanat Galerisi vardı. Galeri Müdürü rahmetli Ressam Cemal Bingöl’dü. Bu bina yıkılınca galeri İzmir Caddesi girişindeki binaya taşındı.
O yılların sanat ve kültür merkezleri daha çok üniversiteler, fakülteler ve yüksek okulların mekanlarıyla sınırlı olduğu için genel bir galeri olarak sadece yukarıda özetlenen İzmir Caddesi’nin girişinde sağdaki binanın altında yer alan geniş bir salon Ankara Devlet Güzel Sanatlar Galerisi olarak hizmet veriyordu.
Geleneksel olarak her yıl düzenlenen Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü sergilerinden biri olan ve bu galeride açılan 1967 yılsonu sergisi pek çok değerlendimeleriyle benim sanat ve eğitim yaşamımda önemli bir anı olarak yer etmiştir.
Bir gün sergimizin İsmet İnönü tarafından gezileceği haberi okulumuzda büyük sevinç yarattı. Hepimiz heyecan içinde hazırlandık, rkenden gidip galeride beklemeye başladık. Bana Gazi Eğitim’in deri kaplı, çok özenli anı defterini taşımak ve İsmet Paşa’ya imzalatmak görevi verildi.
Tam belirtilen saatte İsmet Paşa’nın özel arabası geldi. Koruma, eskort, ışıldaklı arabalar, polisler gibi bir yığın insan yoktu. Yanında sadece Kemal Satır vardı.
Hiç beklemeden yalnız başına sergi salonunu gezmeye başladı. Tam birbuçuk saat sergiyi inceleyerek, her resim ve obje önünde durarak gezdi. Kimseden bilgi de istemeden. Hazırladığımız masaya oturdu, karşısına dizildi bütün öğretmenlerimiz ve öğrenci arkadaşlarımız. Ben imza defterini masaya getirdim, imzalayacağı sayfayı hazırladım. Kendi kalemini çıkardı, çok dikkatli ve düzgün bir yazı ile birkaç satır yazdı. Birden kendini izleyenlere ve özellikle öğretmenlerimize döndü: “Ben geçen yıllardaki sergilerinizde çok sayıda suluboya resim görürdüm, bu kez hiç suluboya göremedim, nedendir” dedi.
Oradaki öğretmen ve öğrencilerin tümünün sergide suluboya var mıydı, yok muydu bilgisinin olduğunu bile sanmıyorum. Öğretmenlerimiz de dahil herkes birbirinin yüzüne baktı. Adnan Turani en atak öğretmenimiz olarak öne çıktı ve “Paşam, kaliteli suluboya bulamıyoruz, onun için bu yıl suluboya getiremedik sergiye” dedi.
İsmet Paşa bu gerekçeye ve daha doğrusu bahaneye inandı mı sanmıyorum.
Eğildi masaya “Umarım bir çarebulucu çıkar, kaliteli suluboyalar getirtir, biz de güzel suluboya resimler izleme fırsatı buluruz” diye yazdı deftere.
*
Bu sahne aradan yıllar geçmesine rağmen benim gözlerimin önündedir. O yaşta birbuçuk saat sergi gezmek ne demek?
Savaşlardan savaşlara koşmuş bir askerin sanata bakışı. Yaşlı bir Paşa’nın, bir Cumhuriyet aydınının, bir öğrenci sergisine verdiği önem bir yana geçmiş yılları da içine alan bir karşılaştırma yetisi. Kimsenin dikkatinde olmayan bir konuyu takip bilinci.
Sözünü ettiğimiz tarih bundan elli yıl öncesi. Müze, galeri, sanat, sanatçı, sergi kavramlarının şimdiye oranla çok az geçtiği bir zaman dilimi. Kısacası sanat olaylarının insan yaşamında iz bırakacak, cezbedecek bir medyatik yanı da yok. Ama en önemli şey var: Sanatın ne olduğunu bilen bir bilinç. Bu nedenle CSO’da ön sırada özel bir koltuk. Her konseri kaçırmadan izleyen bir devlet adamı için. İşte bu İsmet Paşa için.
Ülkemizde geçmişte olduğu gibi bütün gelişmiş ülkelerde “Devlet Adamlığı” işte böyle bir insan kalitesiyle ölçülür. Bizde şimdilerde olduğu gibi meydanlarda cart-curt etmekle değil.
1940’lı yıllarda Alman uçakları özellikle her akşam ve gece Londra kentine düzenli bombalar yağdırıyor. Yaşamı felç eden bir savaş. Başbakan Çörçil derhal ünlü genelgesini yayınlıyor: “Hiçbir tiyatro, konser, sergi, tiyatro, gösteri programlarını aksatmayacak, tam zamanında sürdürecek. Çünkü bunlar bizim yaşama tutunmamızı sağlayan moral ve direnç kaynaklarımızdır”.
1938 İkinci Dünya Savaşları’nın ön hazırlıklarının yaşandığı, savaş kokularının gelmeye başladığı kritik yıllardır. Atatürk’ün ölümü Türkiye’nin drumunun ne olacağı konusunda aç kurtlar gibi bekleyen sömürgecilerin iştahının kabarması demetir.
Bu belirsizlikler içinde İsmet İnönü yönetimi ele alır. İlk icraatlardan biri temeli Atatürk tarafından atılan “Memleket Resimleri-Sanatçıların Yurt Gezileri” adlarıyla sanatımızda önemli bir yer tutan sanat hareketinin başlatılmasıdır. Bu hareketin başladığı Türkiye’nin siyasal ve sosyal durumuna kısaca değinmekte yarar var.
Savaş Trakya sınırlarına taşınmıştır. Bütün Avrupa kan içindedir. Türkiye çok yönlü baskılar altında ekonomik ve sosyal yoklukla mücadele kavrulmaktadır. Askeri yığınak ve bütün gelirlerin bu yöne kanalize edilmesi yokluk ve kıtlığı beraberinde getirmiştir. Yaşam, sonraki yıllarda İnönü aleyhine çokça kullanılacak olan ve ne yazık ki hala kullanılmaya devam eden çeşitli karnelere bağlanmış, kıt kanaat olanaklarla sınırlanmıştır. Muhalefet ve Cumhuriyet karşıtları tarafından halkın savaşa girmesinin getireceği yıkımlar ve acılar geri plana atılarak bu durum sürekli işlenmiş ve İnönü ve partisinin adı karne ve yoklukla özdeşleştirilmiştir. Daha o günlerde doğmamış olanlar bile sanki kendileri o günlerin içinde yaşamışlar gibi dramatik bir uslupla bugün bile halkın duygularını sömürmeye devam edebilmektedir.
Böyle bir ortamda savaş boyunca 50’ye yakın sanatçı 63 bölgeye yayılarak halkın içinde, halkla beraber olmuş ve onun yaşadığı yerleri resimlemişlerdir. Bu aynı zamanda çoğu İstanbul’da yaşayan, bir çoğu Anadolu’yu görmemiş sanatçıların ülkesini tanımak adına çok önemli bir hareket olarak değerlendirilmiştir, o günün yazar ve düşünürleri tarafından. Başka bir açıdan da bunun elitist, ülkesinden bihaber, bohem sanatçı düşüncesini değiştiren bir yönü de gözardı edilemez. Bu kapsamda ünlü sanatçılarca 675 eser yapılarak Halkevlerine teslim edilmiştir. O günlerin zor koşullarına rağmen bu eserler 1944 yılında Ankara, Konya ve Manisa’da sergilenmiştir.
“Sanatçısının memleketini tanıması, memleketin de sanatçısını tanıması” sloganı ile adlandırılabilecek bu hareket ayrımsız bütün bölgelerimizi ve illerimizi kapsayan belgeleme çalışması anlamına da gelmektedir. Devletin müdahale etmeden, akademinin ve Halkevlerinin seçtiği sanatçıların bütün illerimize dağılarak 1938-1943-44 yıllarına kadar resimlediği eserler bugün için Anadolu’nun belleği demektir ve bulundukları müze ve koleksiyonların en önemli eserlerinden sayılmaktadır.
Savaş denen korkunç insanlık felaketinin yerine sanat denen bir insani değerin tercih edilmesi gerçekte baş tacı sayılması gereken bir devlet adamlığıdır. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşında Avrupa’da 40 milyon insan ölürken Türkiye’de tek bir insanın ölmediği gerçeği çok çabuk unutturulmuştur. Bu yılların hemen ardından gelen Cumhuriyet karşıtı iktidar tarafından 1950’lerde 3000’e yakın genç insanımızın pisi pisine şehit ya da gazi olmaya gönderildiği Kore Savaşları hiç akla getirilmemektedir. Üstelik bu Kore Savaşlarının Anadolu’da yarattığı yıkımın etkileri hala sürmektedir.
Sanat ve kültür bilinci; iyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini, insani değerleri ve değersiziliği, ahlaki olanı ve olmayanı muhakeme etme yetisi demektir. Bu bilinçten yoksunluğun insanlığı sürükleyeceği felaketlerin tarihte pek çok örneği görülmüştür ve hala görülmektedir.
Cumhuriyeti kuranlar bu bilincin insanlarıydı. Çünkü onlar biliyorlardı ki
“Dönemin Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Mustafa Necati’nin 12 Mayıs 1927 tarihli Bakanlık Bütçesi’nin gündem oluşturduğu meclis oturumunda ifade ettiği gibi; ‘Devrim geçiren ulusların ülküleri, sanat yapıtlarıyla saptanır” (Bu alıntı Halil Dostal’ın Kayıp ve Çalıntı Tabloların İzinde Yazısından)
‘Bilim ve sanat, bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanan toplumlar, uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise, tavuk olurlar. Tavuk toplum, önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığını dahi fark etmez.’Charles DARWIN (1809-1882)
*
Bundan elli yıl sonra Bosna Savaşları sırasında Sırp saldırıları karşısında bütün Bosnalılara Aliya İzzet Begoviç’in genelgesi de bu anlamda. “Hiçbir tiyatro, konser, sergi programlarını aksatmayacak, bunlar bizim Sırp vahşeti karşısında direnç için moral kaynaklarımız”.
Bu iki somut örnek, diğer pek çok örnekleriyle birlikte gerçek anlamda devlet adamlığı denen nitelikleri gösteren. Bu iki insan da birer kültür insanıydı. Sanattan, kültürden nasibini almış insanların böyle davranması ve ulusunu bu bilinç içinde görmesi. Bu görüş aynı zamanda aklı, beyni, duyguları, düşünceleri dinamik, çağdaş insan tipi istemenin ve böyle bir ulusu yönetme isteğinin göstergesi. Uyuşuk, mıymıntı, ortaçağ karanlığı içinde debelenen, ne verilirse ona kul köle olan, sürü mantığı değil. Böyle bir sürüyü yönetme isteği hiç değil. Zaten böyle bir toplumun ya da toplumların ulusal bilinçten yoksunluğu, paramparça iç yapısına neden olmaktadır. Dahası her gün birbirini boğazlamaları, insanlık ve ahlak dışı uygulamaları ile ne gibi sefillikler yaşadıkları günümüzde daha net görülebilmektedir. Böyle toplumların başka ulusların oyuncağı, maşası, piyonu olmaları da ayrı ayrı trajediler zinciridir.
*
Günümüz politikacılarının bir iki istisna dışında sanatla, kültürle ilgisi yok denecek durumdadır. Oysa ki İnönü’den ve yukarıdaki gibi örneklerden alacakları pek çok dersin yanında bütün sanatlara olan inancın, ilginin ve sevginin ön sıralarda yer alması gerekir.
Umut bu, elbet bir gün Cumhuriyet’in ve Cumhuriyetçilerin izinden gidenlerin eğemenliğinde, çağdaş niteliklerle donanmış; sanatı, evrensel ve ulusal kültürü baştacı sayan insanların iktidarı gelecektir.