Bodrum depremlerinden sonra Ankara’nın sarsılmaz zeminine nihayet ayak bastım. Güvendeyim. Büyük konuşmayayım… Her beş altı günde bir üç aydan bu yana Bodrum’da sarsıldıktan sonra burada Ankara’da evde en ufak bir kıpırtı duyduğumda başlıyorum sallanmaya. Bakıyorum ev değil; sadece vücudum sallanıyormuş. Alışmış kudurmuştan betermiş! Dalgalı bir deniz üzerinde uzun süre teknede kaldıktan sonra karaya çıktığınızda hala teknedeymişsiniz gibi sallanırsınız ya; işte öylesi bir şey.
Sallana sallana sergileri gezmeye başladım. Ama vals temposunda. Önce genç sanatçılar Sami Gedik ile Rahmi Gedik sergisine uğradım. Siftah; umarım uğurlu gelir.
Rahmi Gedik, ‘ritim’ adını verdiği seramik sergisinde sergisinin ismine uygun ritm çalışmaları yapmış. Resim sanatındaki ‘ritm yakalama uğraşlarımızı’ seramikte yakalamaya çalışmış. Başarılı örnekleri var. Yaşam, evren, bir ritmden başka bir şey değil. Bu ritmi en iyi birbirine geçmiş geometri ve müzikte doğal olarak buluyoruz. Müzik skalaları geometrinin kutsal ritmine tıpa tıp uygunluk gösteriyor. Bunlar sözünü ettiğim üzere doğal ritmlerdir. Resim,heykel, şiir ve diğer edebiyat sanat alanlarında ise ritmi kendimiz yakalamaya ve göstermeye çalışıyoruz. Evrende aslında madde değil bir dalga boyutunda olduğumuz için belli bir ritm içierisinde salınıp duruyoruz. İçimizdeki bu doğal ritmi sanatla yakalamakla aslında kendi öz benimizi arar ve bulmaya çalışırız; bilerek veya bilmeyerek. Rahmi Gedik de sanırım böyle duygular içerisinde.
Sergiler NUROL Sanat Galerisinde; 19 ekim- 11 kasım 2017 .
Sami Gedik ise ‘beyaz kadar siyah’ diyor resim sergisinin adına. Sami Gedik iyi bir portre ressamı. Portrecilik zor bir beğendirme sanatıdır. Resim alıcıları ve de çoğu galeri pek rağbet etmezler portrelere. ‘Yav tanımadığım, bilmediğim bir adamın suratını duvarlarımda her gün neden göreyim’ diyenlere çok rastladım. Ben kendim de portre yapmayı çok sevdiğim halde bu genel takıntıdan dolayı rölantiye almış bulunuyorum. Buna benzer bir durum da ‘nü’ resimleri için geçerli. Adam diyor ki, ‘salonuma asamam konuklar rahatsız olur. Belki ancak yatak odasına olabilir. Ama karım da kıskanabilir…’ Yani sırf sanat gözüyle maalesef henüz bakamıyoruz.
Portrede birkaç aşama var; önce kimin portresini yapıyorsan benzeteceksin. Sonra o insanı iyi tanıyacaksın ki ifadesini yakalayacaksın ve bu ifadeyi o surata geçireceksin. Sonra da kendi tarzını uygulayacaksın.
Sami Gedik hiperrealist tarzına alıştığımız ın aksi bir tarz yakalamış. Hoş bir soyutlama. Örneğin, suratı yarım bırakıyor, aşağı doğru bir boşluk bırakıp gerisini ufak bir iki darbeyle tamamlıyor. Aradaki boşluğu fazlalık farzediyor, gereksiz buluyor. . Olayı kısa kesiyor. Neyin gerekli olup neyin olmayacağını burada iyi kestirmek lazım ki bunda başarılı.
ARMONİ Sanat Galerisinde eski diplomat ressam kadim dostumuz Daver Darende’nin resim sergisinin (20 ekim-20 kasım 2017) açılışında bulundum.
Sanatçı, bir İstanbul aşığı. Yağlıboya tabloları senelerden beri İstanbul için çırpınıp duruyor. O İstanbul ki her bir taşı koca Keops piramidi büyüklüğünde altına eşittir. Hey gidi İstanbul hey!... Ezeli ve ebedi şehir İstanbul. Evren bir gün son bulsa yitip gitmiş evreni boyutsuz alemlerde temsil etmek üzere zuhur edecek tek varlık…
İşte Darende böyle bir hülyanın peşinde durmadan dinlenmeden yıllar yıllar boyu koşan bir resim sanatçısı. Kalabalıklar, kalabalık binalar, Beyoğlu’nun olmazsa olmazı kırmızı tramvayları, Boğaz, neşeli tekneler, bir renk alemi içerisinde cennet kokularında seyrane çıkan rengarenk bir fırça… Maviler içinde kırmızılar; Nazım Hikmet’in, ‘çınarlı kubbeli mavi bir liman’ dediği İstanbul. Darende bu sözü davetiyesine koymuş. Nazım da hepimiz gibi bir İstanbul aşığı. Attila İlhan’ın, ‘sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktık’ dediği "sana taptık ulan unuttun mu sana taptık’ dediği şehir.
Darende’nin İstanbul’u nostaljik ezgiler içerisinde yüzen bir kent. Artık olmayan bir kent. Barbarik kazmaların altında başkalaşıma uğrayarak bize yabancılaşan bir bilmedik kent. Sokaklarında huşu içerisinde, bir şiirin içerisinde dolaşır gibi kana kana hayat suyu içtiğimiz o eski kent; hakikat mıydı yoksa binbir gece masallarından biri miydi? Biz gerçekten yaşadık mı o masalı?
Daver Darende artık hayal olan şehrin sokaklarında, denizlerinde, teknelerinde bir hayal gibi dolaşıp duruyor. Nostaljisini neşeli ağıtlarla dindirmeye çalışıyor. Kendisine yürekten katılıyorum.
Ankara yeni bir nefes; yeni bir galeriye kavuştu. BoHo Art Galeri, Ankara Kalesi mahallesinin sanat dolu otantik atmosferine katıldı. (Aslanhane sokak No.3, Altındağ; 0312-325 2025; [email protected] ). Sahibi Marianne Sari. Galeri, ‘Hayata Yön Veren Fırçalar’ adlı karma sergiyle Kale’nin sanat kervanına galeri sorumlusu dostumuz sanatçı Mine Gençtürk’ün üstün gayretleriyle katıldı. Sergide ustalar, ileri kursiyerler,duayenler, antiduayenler, yaşlılar, gençler, aramızdan göç etmişler, yaşayanlar; çeşitli ekollerden eserler; adıyla sanıyla tam bir karma sergi… Karmadan sergi düzenine hoş bir geçiş. Altmış küsur tane sanatçı.. Çok iyiydik.
Herkes oradaydı. Üç katlı eski otantik ahşap binanın katları asında mekik dokuduk. Zemin kat kahve ve bar. Üst katlardan biri bahçeye açılıyor; kokteyl için ideal. Hava da bir latifti ki…
Monad Balkan
29 Ekim 2017 Ankara