(hüsna dişbudak, güler rastgeldi, atila aktürk,
fahrettin duran, meriç hızal, melike betil… ve monad elohim)
Hazan (sonbahar) yaprakları…
Artık ayaklarımızın altında hışır hışır inleyen, gitmekte olan mevsimin matemini haykıran Van Gogh delisi sarı yaprakların muhteşem hüznünü paylaşacağımız günlere giriyoruz. Her yıl büyüleyici yaz mevsimi gül yüzünü şöyle bir gösterip pek de çabuk kaçıyor. Fettan. Unutulmayı da kendisine yediremiyor ve işkencesini sürdürmek isteyen sadist, vamp bir sevgili gibi gene geleceğini ve beklememiz gerektiğini alaycı bir gülümsemeyle kalblerimize ustalıkla yerleştirmeyi de ihmal etmiyor. Hüzünlü bir aşığın terk edilmiş acınası haliyle ardından baka kalıyoruz. Elimiz boş, gönlümüz boş, gözümüz boş…
Bu yaz çok ama çok çabuk geçti. Hiçbir yaz böyle geçmemişti. Bana mı öyle geliyor; yoksa herkes mi böyle hissediyor, bilemiyorum.
Gelelim hazan mevsimi sergilerine.
MOR Sanat Galerisinde Ankaralı iki dostumuz; iki kız kardeş Hüsna Dişbudak ile Güler Rastgeldi’nin abla kardeş karma sergisini gördük.
Hüsna Dişbudak heykeltıraş. Bu sergide seramikleri ile takılarını sergiliyor. Her zamanki usta ve sevimli halleriyle eserlerini selamlıyoruz. Sanatçımız elimizden yitip giden doğaya vurgu yapıyor daha çok. Seramiklerini bin 100 derecede fırınlamış ve elleriyle formlar vermiş.
Güler Rastgeldi, Ankara Resim ve Heykel Müzesi Müdürlüğünde görevli. Tablolarıyla Bodrumluları selamlıyor. Kadın temasına ağırlık vermiş. Kadınsal serüvenin yanı sıra doğaya da dokunuyor ve o da ablası gibi doğaya kendi elimizle verdiğimiz zarara değinerek kendi ayağımıza kurşun sıktığımızı imayla özellikle de orman yangınlarına vurguda bulunuyor.
Evet maalesef özellikle Bodrum’da her yaz bir veya birkaç mevkide orman yangınlarına tanık oluyoruz. Havadan helikopterlerle suları boca ediyorlar yangın yerine. Ağaçlarından ayrılan topraklara teselli kabilinden binalar dikiliyor ertesi yıllar. Betonlaşıyoruz. Ağaçların serin gölgelerinden betonların fırın sıcaklığına geçiş yapıyoruz. Seramik fırınlarına da gerek kalmıyor. Açık havada seramikçiler rahatça eserlerini fırınlayabilirler.
Galerinin diğer salonunda Atila Aktürk’ün resim sergisini gezdik. Sanatçı ülkemizdeki toplumsal olayları kendi açısından yorumladığını ifade ediyor. Olayların serüvenine biz de katılıyoruz.
MİNE Sanat Galerisi bu yaz daha da bir faal. İki mekanda birden sergiler düzenliyor. Birbirinin karşısında (caddenin öbür tarafında) iki yer var. Birinde ki, buna showroom mekan ismini veriyorlar; burada genç ve yetenekli sanatçıların önünü açmak için sergiler düzenliyorlar. Tebrik etmek lazım. Genç ve yetenekli sanatçıları bulup çıkarmak da ayrı bir hüner.
Bu bağlamda Fahrettin Duran’ın tablolarıyla karşılaşıyoruz
İlginç olan nokta sanatçının ilk sergisi oluşu (27 ağustos- 19 eylül 2016). Bu da Mine Sanatta oluyor. Serginin adı ‘denge’.
Duran, şekillere üç boyut veriyor. Bunu yaparken kalın boyalar ve fırça darbelerinin gaddarlığı altında pentürden de güzel ve derin izlere rastlıyoruz. Tad alma duygumuza katkıda bulunuyor.
‘Denge’; niye denge? Şöyle izah ediyor: Küçüklüğünde dağ yamacındaki evleriyle hemen altındaki derin uğultulu vadi arasındaki muhteşem ve de ürküntü veren görünümü unutamıyor ve bu zıtların ilişkisine contemplation (derin düşünce) aracılığıyla yaklaşımda bulunmaya çalışıyor. İki zıt arasında bir denge kurabilirse olayı durumu nötrleştirebilecek ve böylece kendisi de huzura kavuşacak belki. Bu iki derin zıtlık çocuk ruhunda anladığım kadarıyla o kadar etki bırakmış ki, iki dehşetli zıt boyutları mikro ve makro kozmozta da görüyor ve tablolarında bunu da ifade etmeye çalışıyor. Denge… Ve huzur…
MİNE Sanat’ın ana galerisinde ise genç Duran’ın heykel hocası Meriç Hızal hanımın sergisini ziyaret ettik. Yaşamı dolu dolu yaşamış, yapıt üstüne yapıt üretmiş bir hoca…
İlginç bir konseptle girmiş konuya. Gazete haberlerini taştan tabletlere yansıtıyor. Ülkenin içerisinden geçtiği toplumsal, kültürel siyasal vs badire ve yenileşmeleri içeren gazete haberlerini gerçek gazete boyutunda taşlaştırıyor. İnsan hafızası silinir gider. Dijital metinler kaybolabilir; kağıda yazılmışlar yırtılır gider; oysa taşa kazınanlar kalıcıdır. Orada yazılanlar balık hafızalarımızda unutulsa da veya unutulmak üzere beynimizin kıvrımlarındaki derim mezarlara gömülseler de orada her an kendilerine bir bakan olduğunda canlanır ve dile gelirler. Başlarlar anlatmaya.
Bu alt belleğimize attığımız, anımsamak istemediğimiz anıların yok olmama savaşımıdır. Onların da canı var. Unutulmuşluk (oblivion) denizinde tıpkı kuantuma (atomaltı parçacıklar; atomaltı cisimler) dönüşmeyi bekleyen dalgacıklar gibi bir köşede dururlar. Kendi kendilerini bile unutmuş haldedirler. Ayağınız bu taşlara takılıp tökezlediğinizde onlar yeniden can bulurlar.
Oblivion? Ya acı olayların unutulmak istenmesiyle alt belleğe çöpe atılır gibi atılması yahut farkındasızlık, kayıtsızlık. Trene bakar gibi gözünüzün önünden önemli olaylar geçse de bakar kör olmak.Yaşamı her bakımdan ıskalamak. Rüya içerisinde geçen ve ne dalgacık ne kuantum hayatçığı; bir hiç bile olamamak. Ne varlık ne varoluş…Bunun da ayırdında olamamak.
İşte hassas bünyeli sanatçı buna isyan ediyor. Hayır titreyip kendinize geleceksiniz.. Varlığa, oradan varoluşa koşacaksınız, diyor. Ebedi dinginlik ve huzur. Hareketsizlik; varoluşun son noktası. Mutlak budur. Doğanın, evrenin tepinip durduğu varlığa yürüme mücadelesini sonlandırmak. Alemlerin varolmak için huzursuzca kıvranıp durmasına bir dur demek.
Bireysel düzeyde kurtuluş ayni zamanda makro düzeyde kurtuluşu da sağlamak oluyor. Alemler bizden bunu bekliyor. Huzur… Mutlak huzur. Ölüm değil; farkındalık. Bir Buda gülümsemesi. Ebedi bir gülümseme.
Sanatçı, gazete tabletleriyle bağdaştırmak üzere ahşaptan şapka modellerini de tabletlerin üst tarafına yerleştirmiş. Bunlar çeşitli formlarda düzenlemeler. Belki giydiği belki giymekten keyif alacağını düşündüğü şapkalar. Kökeni 1925 yılında Atatürk’ün giydiği ilk şapkaya kadar gidiyor. Bu gösteriyi bir şapka festivali olarak da algıladım. Benim gibi bir şapka tutkunu için mükemmel bir ziyafet oldu. Ne güzel eskiden kadın erkek çoluk çocuk hemen herkes şapka giyerdi. Halen geçerli olan bir şapka kanunu da vardır. Giymemek suçtur. Ben hariç hemen herkes suç işliyor. Ben ise şapkamın altında göğsümü gere gere dolaşıyorum!
Gelelim BULUNTU’ya…. Bu BULUNTU gerçekten ismiyle müsemma (ismine uygun). Ben bilmem kaç senelik Yalıkavaklıyım böyle bir yerin varlığından haberim daha yeni oldu. Yüzbin defalar geçtiğim, gezindiğim çarşının içerisinde. İşte Bodrum, İstanbul, Roma vs gibi efsunu olan yerlerin cazibesi de buradan geliyor. Ummadığınız bir yerde karşınıza çıkan hoş sürprizler. Zaten hayata renk ve anlam katan unsurların başında sürprizler geliyor. Bir görüşte aşık olmak da bir sürpriz. Sürprizler hayatınızın akışı içerisinde beklemediğiniz hoş tökezlenmeler.
Çok bildiğiniz bir şehirde bir daracık sokağın bir saklı köşesinde bir kafe mesela. Yahut kel alaka (quelle alaka: quelle Fransızca; alaka Arapça) ama çok arayıp da bulamadığınız eşyalar satan bir dükkan.
BULUNTU da böyle bir yer. Çarşının ana sokağında minicik bir girinti (daha önce hiç dikkatimi çekmemişti)… Oraya giriyorsunuz minik bir meydancık. Ve BULUNTU orada. Kafe, bar, sanat galerisi ne derseniz deyin öyle tripleks bir yer. Sahibi de, (hey Allah daha önce işitmiş ve tanımış değilim) bu kadar herkesin tanıdığı renkli bir kişilik ; Melike Betil. Çoğunun Melike abla dediği bir hanımefendi.
Melike hanım, Buluntu Kultcha Klup olarak bir resim ve heykel sergisi açtı. Serginin adı ‘barışa ağıt’. Barış insanlık tarihinde ne zaman oldu ki? Şimdilerde postmodern bir üçüncü dünya savaşı yaşadığımız da gerçeğin ta kendisi. Allah encamımızı (sonumuzu) hayreylesin! Melike Betil de esasında dünya tarihinde hiç olmamış ama varmış gibi kabul ettiğimiz barış kavramının ruhumuzdan da kaçıp gitmiş olması karşısında ağıt yakıyor; requiem!...
Portrelerinin hüzünlü hallerinde bu ağıt görülüyor; yürekleri yakıyor. Başarılı, etkileyici ifadeler. Bunları hissetmeden sırf portre olsun diye yapmamış olduğu apaçık . derin bir empati var.
Sergide dikkatimi çeken bir şey de ‘sadece hippiler girebilir’ mealinde bir ifadenin yer aldığı bir kapı üstü tabela idi. Zaten çok özgür bir ortamda geçiyordu açılış. Adaşım Monad Elohim’in guruluğu önderliğinde ‘sound therapy’ (sesle sağaltım) denen bir uygulama da yapıldı. O minnacık meydancığa geldiğimde çoktan ziyaretçilerin el ele tutuşarak bir daire oluşturduklarını ve Monad’ın sesli ve melodik cümleciklerini hep bir ağızdan tekrarlayarak bir gök altı seremonisi oluşturduklarına tanık oldum.
Monad’la ahbaplığımız ilk şöyle olmuştu. Ben google ve facebook’da ismi monad olanları aramıştım. Dünyada bazı kişiler çıktı. Türkiye’de, Bodrum’da da heykeltraş sanatçı Monad Elohim’i buldum. Temasa geçtim ve arkadaş olduk. Kendisi halen Casa dell’Arte’de seramik dersleri veriyor. Ve bildiğim kadarıyla ruhsal gelişim üzerine öğretilerde de bulunuyor. Aslen Amerikan Kızılderilisi. Öyle biliyorum. Amerika, Avustralya, Afrika yerlileri bildiğimiz gibi şamanik diyebileceğimiz kültür ve ritüelleri olan doğayla, evrenle uyumlu ve barışık bilge kişiler.
Monad’ın eksantrik ve egzotik kıyafetleri çok keyifli. Herkesin ilgisi üzerinde oluyor. Birlikte fotoğraf çektirmek isteyenlerin haddi hesabı yok. Benimle çektirmek isteyenler elli ise onunkiler yüz.
Monad sözcüğünün atom sözcüğüyle birlikte kökü kadim Greklere dayanıyor. Çeşitli felsefi sistemler düşünce tarihi boyunca monad kavramını da sistemlerinde ufak nüanslarla içselleştirmişler. Taa ki Alman filozof ve matematikçi Leibnitz’e kadar. Leibnitz de ‘monadoloji’ adlı eseriyle düşünce sistemini monadlar üzerine kurmuş. Ve monadı ünite, digit, birim gibi bir kavrama indirgeyerek matematiğin alanına çekmiş. Bugünkü digital teknoloji de Leibnitz’in monadlarına dayanıyor. Dolayısıyla gerek diğer ülkelerde gerekse Türkiye’de monad adı altında bilgisayar firmaları bulunuyor; maalesef.
Bir de çok sevdiğim bir arkadaşımın dayısı ve benim de dayı olarak bellediğim ve kendisine dayı olarak hitap ettiğim; en az öz dayılarım kadar sevdiğim bir arkadaşım da oğlunun adını monad koymuştu. O Monad çoktan sanırım kırklı yaşlarda şimdi ve de çoktan Amerikalara yerleşti gitti. Yalnız kaldım meyhanede. Neyse ki imdadıma Monad Elohim yetişti Bodrum’larda…
Elohim’i okyanus ötelerinden Bodrum’a atan neden neydi? Bir aşk serüveni olabilir mi? Bilmem. Sormadım.
Daha sonra Kızılderili kıyafetleri giysileri içerisinde kızlar danslar ettiler. İçlerinde içi kumlu gibi materyel bulunan defler çaldılar. Hareketler şiirsel… Derken terasa çıkıldı. Yıldızların altında başını Monad Elohim’İin çektiği bir ‘jam session’. Jam session birtakım müziyenlerin rastlantısal da olsa bir araya gelerek plansız ve programsız doğaçlama, içlerinden geldiği gibi birlikte müzik yapmalarına deniyor. BULUNTU’daki ise öyle bir jam session ki sadece müzisyelerin katıldığı değil, mesela Monad kaval çalarken biri kalkıp şiir söyleyebiliyordu. Başkası başka bir şey. Hepsinin katılımından bütünsellik sağlanıyor ve ister istemez evrenin ahengine giriliyordu.
Evren zaten bizim alt beynimiz değil mi?
monad balkan, bodrum 9 eylül 2016