Yıllardır kütüphanemde durdu kaldı. Bugün başlarım, yarın başlarım diye seneler geçti. Belki de gözüm korktu; tam 1222 sayfa. Babam gençliğinde alıp okumuş. Bu hesaba göre antik bir kitap oluyor. Yani şöyle seksen falan yıllık.Tam sahaflık. Victor Hugo’nun ‘Sefiller’ adlı kitabından söz ediyorum.
Orijinali Fransızca tabii: ‘LES MISERABLES’… Elimdeki kitap İngilizce çevirisi. Çeviri ama ne çeviri, belki aslından da ağır bir dille yazılmış. Tercüme tabii çok ayrı bir sanat. Bazen esas yazarının yazdığından daha da lezzetli olabiliyor. Örneğin Charles Cross'nun (1842-1888) dilimize 'çirozname' adlıyla çevrildiği 'la hereng saur' adlı şiir. Merak edenler google'dan bulup okuyabilirler. Sanırım bu kitap da öyle.
Hergün üç dört sayfa; bir yılda bitirdim. Zafer bayrağımı diktim. Kaleyi fethettim.
‘Önsöz’ünde Hugo diyor ki, ‘ Yeryüzünde cehalet ve sefalet hüküm sürdüğü müddetçe bu tip kitaplar yararsız addedilemez’. Sanırım bu kitaplar hep var olacaktır. Yenileri de sonsuza dek yazılacaktır. Çünkü insanoğlu adam olmaz. Çünkü niyeti yok. Niyetinin olmaması fıtratında var.
Hugo bu romanı 1862 yılında tamamlamış.
Romanın tümü bir hesaplaşma. Karakterler hep kendi kendileriyle hesaplaşma içerisinde bulunuyorlar. Bu hesaplaşma insanın fıtratı ile vicdanı; insan kanunları ile Tanrını kanunları (Hugo'nun ifadesi) arasında şiddetli bir şekilde cereyan ediyor. Bu şiddeti Yazar bize de şiddetle yaşatıyor. Bir yerde okuyucu da kendisini kendisiyle bir iç hesaplaşma içerisinde bulabiliyor ister istemez. Herhalde sırat köprüsü dedikleri bu.
Romanın başlıca iki kahramanı var. Diğer kahramanlar da önemli ama onlar romanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkıp kaybolabiliyorlar. Ama bu iki kahraman baştan sona romanın içerisinde volta atıp duruyorlar. Bunlardan biri kürek mahkumuyken firar eden Jean Valjean ile onu yakalamaya çalışan komiser Javert. Roman bu iki karakter üzerine kurgulanmış. Diğer kişiler ve onların içerisinde bulunduğu olaylar bu ikilinin bir ağacın dalları gibi dal budak sarması.
Toplum yasalarının, kaidelerinin, gelenek görenek, aile, mahalle baskısı vs gibi temel etkenlerle oluşan ve bürünmek zorunda olduğumuz şablon kişilikler, diğer bir ifadeyle maskelerimiz. İnsan bu maskenin varlığının ya ayırdındadır veya değildir. Ayırdında olmaya 'farkındalık' diyoruz. Ayırdında olmayanları ise sırat köprüsü beklemektedir. Bu sırat köprüsünün üzerinde şiddetli bir iç hesaplaşma sonucunda ya maskesini terk edemeden köprüden aşağı düşecek yahut maskeyi fırlatıp köprüden aşağı atacak, hafiflemiş olarak kolayca karşı kıyıya varacak. Cennet orası olmalı. Hugo'nun deyişiyle cadı yasalarından sıyrılarak Tanrının yasalarına girmek.
Biz buna kısaca 'vicdan' da diyebiliriz. Hugo 'kalb' diyor. Vicdanla başbaşa kalmak hesap günüdür. Vicdan yargıçtır.
Kürek mahkumu Jean Valjean firardan sonra kendisini Tanrı misafiri olarak konuk eden bir papazı soyarak kaçar; yakalanır. Papaz kendisine, polislerin yanında, çaldığı eşyaları hediye ettiğini, niye geri kalanı da almadığını sorar. Jean Valjean bu olaydan sonra bir nevi başkalaşım geçirir. Melek gibi birisi olur. Daha sonra yerleştiği bir kasabada o kadar cömert, hayırsever, muhtaçların yardımına koşan biri haline gelir ki sonunda halkın ısrarıyla o kasabaya belediye başkanı olur. Yaptığı hayırlar artarak sürer.
Başkanlığı sırasında rastlantı bu ya Javert de maiyetinde çalışan bir komiser olarak görev yapmaktadır. Javert mesleğine sıkı sıkıya bağlı bir insandır. Mesleğin kurallarından milim şaşmaz; kişiliği yoktur; kişiliği polistir. Polislik bir şekilde elden giderse varlığını duyumsamaz olacaktır.
Javert, zamanla Başkanın Jean Valjean olduğunu anlar. Gizlice gözlemler. Fakat o sırada komşu bir kasabada Jean Valjean'ın yakalandığı ve mahkemeye çıkarılacağı haberi duyulur. Bu açıktır ki, bir başkası Jean Valjean sanılarak yakalanmıştır. Javert, amiri olan belediye reisine onu Jean Valjean sandığını itiraf eder. Ne var ki yanılmış olduğunu bu haber sonucu anlamış bulunmaktadır. Bu yanılgıdan dolayı kendi kendisini affetmemektedir. Reisten görevinden derhal almasını, meslekten de atmasını ısrarla ve resmen talep eder. Jean Valjean bu isteği geri çevirir. Çünkü o kendisine amansız bir düşman olan kişiyi bile haksız yere görevden almayacak kadar dürüsttür.
Jean Valjean derhal komşu kasabaya son sürat gider ve mahkeme salonuna hüküm verilirken ulaşır. Salona girer ve 'Jean Valjean benim' diye haykırır. Bu şöhreti her yere yayılmış, saygın belediye reisi nasıl olur da Jean Valjean'dır. Olamaz, inanmazlar. Jean Valjean suçlu mevkiinde oturan üç mahkuma döner ve 'beni tanımadınız mı?' der. 'Birlikte şöyle yapmıştık, böyle yapmıştık..' Mahkumlar tanırlar. Jean Valjean onları mahkumiyetten kurtarır kendisi hapse girer.
Amma ve lakin ölüm döşeğinde olan bir kadına daha önce vermiş olduğu bir söz vardır. Kadın evlatlık olarak emaneten verdiği aileden minik kızını geri almasını istemiştir Jean Valjean'dan. Sırf bu nedenle hapisten kaçar; o sırada dört beş yaşında olan kızı bulur. Emanetçi aile kıza inanılmaz kötü davranmaktadır. İşkence gibi. Jean Valjean çocuğu yüksek paralar ödeyerek onlardan alır. Evlat edinir. Büyük bir şefkat ve sevgiyle onu büyütür.
Roman boyunca Javert ile Jean Valjean adeta köşe kapmaca oynarlar. Türlü maceralar yaşanır bu arada.
Jean Valjean'ın varı yoğu bu çocuktur. Javert'ten kaçarken sığındığı bir manastırda kızı (Cosette) çok iyi bir eğitim alır. Vakit gelir ve manastırı terk ederler; Paris hayatına karışırlar.
Gel zaman git zaman Cosette bir delikanlıya aşık olur. Oğlan da (Marius) ona. Jean Valjean sonunda bir rastlantıyla olayı öğrenir. Dünyası kararır. Biricik varlığı, kuşu kafesten uçacaktır. Müthiş bir hesaplaşma içerisine girer kendi içinde.
Ve Jean Valjean adeta Marius'a düşman kesilir.
Romanın karakterlerinin yaşamları genelde ironik zıtlıklarla doludur. Örneğin Marius'un cumhuriyetçi olan babası ölmüştür. Marius'u annesinin babası olan dedesi büyütmüştür. Dede ise koyu bir kralcıdır. Marius'u da öyle yetiştirir. Lakin Marius bir gün merhum babasının cumhuriyetçi bir subay olduğunu ve baron olduğunu keşfeder. Hem baron hem cumhuriyetçi! Marius da baron titrini kullanmaya başlar ve ama artık o babası gibi bir cumhuriyetçidir. Bu çelişkili durumları Hugo ironi olarak gerek kişilerin şahsında gerek anlattığı olaylarda hep kullanıyor. Kaderin cilveleri yani. Ve hep de cilve.
Cosette'e küçükken manevi işkence eden ailenin babası Thenardier, Marius'un babası Waterloo savaşında yaralandığında düşman saflarına girme riskini göze alarak onu sırtında taşıyarak hayatını kurtaran bir askermiş. Marius babasının yazılı bir vasiyetini bulur. Vasiyetinde baba, bu eski askere her ne pahasına olursa olsun hep yardım elini uzatmasını oğlundan istemektedir. Marius da kötü kalbli ve harami olan bu adam hapse düşünce ona sürekli kendisini belli etmeden para yardımı yapar durur.
Hugo, roman tekniği olarak, anlatacağı bir olayın içerisinde geçeceği yer, zaman, politik ve sosyal durum, psikolojik ortam vs gibi öğeleri velhasıl zamanın ruhunu olayı anlatmaya geçmeden çok ayrıntılı bir şekilde önce uzun uzun bize sergilemeyi yeğliyor. Örneğin Waterloo savaşını bir hikaye edişi var ki savaşa katılmış bir asker yahut fransız genel kurmayındaki stratejist bir tarih uzmanı bile öyle anlatamaz. Belki Napolyon'un kendisi; sanmıyorum o bile yapamaz. Şimdi hatırlamıyorum ama Napolyon'un bir savaşını anlatan bir kitap okumuştum. Büyük bir dehanın karşısında olduğumu iliklerime kadar hissetmiştim.
Keza 'Şu Çılgın Türkler' kitabında da yazar Turgut Özakman, Kurtuluş Savaşını ve özellikle son taarruz hazırlıklarını ve taarruzu öyle bir anlatıyor ki ben de neredeyse bir kurmay subay olmuştum kitabın o bölümünü okurken. Hayret, yazarlar bu kadar bilgiyi nasıl edinebiliyor ve nasıl brifing veren bir uzman gibi aktarabiliyorlar. Bir Waterloo savaşını ayrıntısıyla öğrenmek istiyorsak tarih kitapları yerine Hugo'nun bu eserinin ilgili bölümünde heyecanla izleyebiliriz.
Hugo'nun kahramanları gerek kendi iç dünyalarında gerekse yaşadıkları olaylar içerisinde çelişkili durumlar, çelişkili ruh halleri neticesinde travmalar geçiriyorlar; kendileriyle derin bir hesaplaşma işine girişiyorlar. Hugo yer yer kendi aforizmalarını da aralara serpiştiriyor; bunlar edebiyat tarihinde yer alan 'meşhur sözler' e giriyor.
Paris'de meşhur barikat savaşları başlıyor. 1833 (daha sonra 1848) ihtilalleri. Hugo bunu halkın kendi kendisine isyanı olarak değerlendiriyor. Marius da ihtilalci arkadaşlarıyla birlikte barikatlara savaşmaya gidiyor. Bunu öğrenen Jean Valjean peşinden gidiyor barikatlarda ihtilalcilerin yanında oluyor. Barikatlarda bir de hükümetin casusu var; Javert. İhtilalciler bunu keşfediyor ve Javert'i esir alıyorlar; idama mahkum ediyorlar. Jean Valjean, 'bırakın' diyor; 'cezasını ben vereyim'. Kabul ediyorlar. Jean Valjean, Javert'i dışarı çıkarıyor. Sonra 'git, kaybol' diyor. Javert gidiyor. Arkasından Jean Valjean havaya ateş ediyor. İhtilalciler infazın yerine getirildiğinden emin oluyorlar.
Hükümet kuvvetleri sonunda barikatları darmadağın ediyor; ihtilalcilerin hemen hepsi öldürülüyor. Marius ise ağır şekilde yaralanıyor. Kendinde değil; herkes onu ölmüş kabul ediyor.
Paris'de her yerde, her delikte bir ihtilalci avı başlıyor. Cadı avı.
Jean Valjean, Marius'u sırtlayarak binbir güçlükle kaçırıyor. Paris'in yeraltı kanalizasyon şebekesine giriyor. Burada Hugo sayfalarca hem de teknik olarak Paris kanalizasyon ağını anlatıyor. Peki bu bilgi nereden? Ya kütüphanelerde ciltler devirdi, gazete koleksiyonlarını yedi içti, yahut kanalizasyonların bağlı bulunduğu ofisten detaylı bilgiler edindi. Başka izahı yok. Böylece okurken ben de Paris kanalizasyonlarında bir gezmiş oldum. Ezberimden silinmeden meraklısı sorsun anlatayım.
Jean Valjean zifiri karanlıkta, saatlerce, zaman zaman boğazına kadar sulara, çamura batmış olarak ilerlerken tüfeklerini ıslanmasın diye havada tutan askerler gibi Marius'u pis sulara değdirmeden taşıyor. Kilometrelerce... Son mazgala geldiğinde yeryüzüne çıkma noktasına varmış bulunuyor. Mazgalı açmak için zorladığında kilitli olduğunu dehşetle görüyor. Ama iyi bir rastlantı mazgalın oralarda Javert'ten saklanan Thenardier'yi görüyor. Thenardier, Jean Valjean'ı tanıdığı ve onu düşmanı bildiği halde elindeki anahtarla ona mazgalı açıyor. Gel gör ki mazgalın başında Javert beklemekte. Thenardier, Jean Valjean'ı Javert'in önüne kendisini kurtarmak için yem olarak atmış . Javert, Jean Valjean'ı yakalıyor.
Jean Valjean , komiserden son bir dilekte bulunuyor. Bu genci ailesine teslim edeyim, ondan sonra bana ne yaparsan yap' diyor. Anlaşıyorlar. Hep birlikte faytonla büyükbabanın evine gidiyorlar. Jean Valjean, Marius'u ev halkından kendi kimliğini gizleyerek usulca bırakıyor. Javert'e teslim olmak üzere dışarı çıktığında Javert'i bulamıyor. Gitmiş.
Javert kendi kendisiyle müthiş bir hesaplaşmaya giriyor. Bir tarafta bir kaçağı yakalamak olan vazifesi, diğer yanda kendisinin de bir türlü anlayamadığı bir vicdan. Bir hapis kaçkınını salıvermenin suçluluğu ile onu tevkif etseydi vicdanına karşı işleyeceği suç arasında kalıyor. Her iki hal de kendi düz mantığı çerçevesinde suç. Ne olacak şimdi? Javert çözemiyor.
Hugo burada araya giriyor ve tanrının yasalarının insan yasalarına daima üstün geldiğini söylüyor. Tanrının yasaları kısaca 'vicdan' yahut 'kalb'. Zaten aşk olayını da şöyle tanımlıyor; 'Aşk insanın bir deliliğidir; ama tanrının da bilgeliğidir'. Mutlak olan insan kalbinin ölümsüzlüğüdür...
Javert kalbinin galebe çaldığını anlayamıyor. Niçin Jean Valjean'ı serbest bıraktığına akıl erdiremiyor. Bu ruhi kaos ona fazla gelince kendisini Sen nehrinin soğuk sularına bırakıyor. Ölüyor.
Uzun bir zaman geçiyor; Marius iyileşiyor. Ve sonunda Cosett'le evleniyorlar. Jean Valjean, Cosette'in drahoması olarak adeta koca bir servet bağışlıyor yeni evlilere. Marius da böylece bir aç asilzadeyken zengin olma olanağına kavuşuyor.
Jean Valjean adi bir suçludur. Aşağı sınıftan bir lümpendir. Bir aşağı tabaka insanına uygun bir şekilde davranmak suretiyle kendisini aşağılamayı seçiyor. Böylece kendini aşağılamak suretiyle yüceldiğini hissediyor. O dürüst bir insandır çünkü. Dürüstlük yüce bir şeydir.
Dolayısıyla yeni evli çiftlerin evine pek uğramaz oluyor. Uğradığında da hizmetçilerin kullandığı arka kapıdan girip çıkıyor ve kendisine mutfakta oturmayı layık görüyor. Oysa Cosette onun kendileriyle birlikte oturmasını arzulamaktadır. Babasına tapmaktadır.
Sonunda Jean Valjean Marius'a herşeyi anlatır. Marius da ona uşaklara yaptığı muameleyi yapmaya başlar ve Cosett'en gelen haram paraya da elini sürmez. Cosette ise hiçbir şeyin farkında değildir. Kocasıyla deliler gibi sevişmekte ve mutluluğu yudum yudum içmektedir. Jean Valjean'ın da niye uzak durduğuna bir türlü akıl erdirememektedir. Üzülüp durur.
Jean Valjean bir süre daha bu duruma dayanır ama sonunda sağlığı iflas eder: Hastalanarak ölüm döşeğinde kaçınılmaz sonu bekler. Marius bu ara kendisini barikatlardan alarak sırtında kanalizasyon ağının içerisinde taşıyıp hayata döndüren kişinin Jean Valjean olduğunu, büyük çeyiz parasının da haram değil helal olduğunu öğrenmiştir. Cosette'le birlikte Jean Valjean'a koşarlar. O, iki aşık gencin ellerini tutar ve mutluluk içerisinde son nefesini verir. Aşk herşeyden üstündür.
Roman, kişilerin içerisinde bulundukları ikilemleri ironik bir şekilde gözlerimizin önüne serer. Durum ve iç durum... Dürüstlük öğesini kullanarak kazanılmasına çalışılan varoluş duygusu. 'Kendime saygım olması için kendimi aşağılamalıyım'...Jean Valjean kendisini alt düzey sınıfta saydığı için o düzeyde hareket etmesi gerektiğini, böylelikle hakikilik kazanacağını düşünür. Oysa sosyal katmanların kültür ve davranışlarına, şablonlarına uygun olarak yaşamayı seçmek dürüstlük değil yanlış bir önkabul olmak gerekir. Kahramanımız bunun ayırdında değildir. Belki Hugo'nun kendisi de öyle değerlendirmektedir.
Hugo, ' insan tarafından yazılan ile tanrı tarafından yazılan ayrıdır.' der. Yani kanun ile hak...Kanuna uyulur, ne var ki kanunun kişiliği şekillendirmesine izin vermemek gerekir.
Gerçek mutlak, fiktif mutlak; toplumsal mutlak ve bunların karşısında duran yitirilmesi olanaksız olan insan kalbi... Esas mutlak kalbtir. (Kalp değil kalb diyorum çünkü kalb yürek, kalp sahte demektir. Kalp para deriz, kalb para demeyiz. Daha ilkokulda bize ilk öğretilen dilbilgisi derslerinden biri de buydu).
Hugo'nun romanındaki ikilemler, içsel hesaplaşmalar ve iyiliğin (kalbin; tanrının) kazanması temasını diğer bazı büyük romancıların eserlerinde de görebiliyoruz. Örneğin, Anna Karenina'da (Tolstoy) asil sınıfından saygın, rahat, huzurlu bir hayata sahip, iyi bir aile annesi, aile kadını Karenina'nın herşeyi, ailesi dahil terk ederek kalbine, sevdiği adama kaçması; Charles Dickens'ın, 'A Christmas Carol' (Bir Noel Şarkısı) adlı romanında, içi kötülük, katılık, umursamazlık dolu olan paragöz bir adamın nasıl insana dönüştüğü; Robert Louis Stevenson'un 'Strange Case of Dr. Jekyll and Mr Hyde (Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'ın Tuhaf Olayı) romanında biri kötü, diğeri iyi olan çift kişilikli bir adamın nasıl kötü adamı (Mr. Hyde) öldürerek hayatından çıkardığı; Oscar Wilde'ın 'ideal bir koca' adlı tiyatro eserinde geleceği çok parlak bir asilzadeye kabinede bakanlık teklif edildiğinde hemen bir red mektubu yazmaya kalkması; çünkü 'yüksek ahlak kuvveti' bu öneriye sıcak bakmamıştır ... Bu dönüşümler hep iç hesaplaşmalar sonucu ortaya çıkmakta.
Laf açılmışken merhum bir tanıdıktan söz etmeden geçemeyeceğim. Biraz fazlaca entellektüel bir kişiydi.Bir ara üniversite hocalığı da olmuştu. Hayatı Rus edebiyatının tamamını kapsamak ne kelime, fersah fersah geride bırakacak şekilde serüvenler ve bitmez tükenmez iç hesaplaşmalarla geçmişti. Sanırsam 1980'li yıllardı . Şöyle bir olay geçmiş başından. Malum, o sıralarda askeri müdahale olmuş, hararetli bir şekilde sağdan ve soldan tevkifler yapılıyordu. Kendisi samimi bir solcuydu. Marksist ahlakı yaşamaya çalışırdı. Ancak hiçbir örgütle, siyasi partiyle organik, inorganik bir ilişkisi yoktu. O kendine solcuydu.
Bir gece vakti kendi kendisiyle şiddetli bir hesaplaşmaya girer. Sonunda kararını verir ve yanına bir kat çamaşır, pijama alarak en yakındaki karakola gider. Geceyarısı davetsiz bir misafiri karşısında gören komiser biraz şaşırır. 'Buyurun beyefendi' der, 'bir durum mu var?' Arkadaş gayet sakin, 'ben komünistim' der. Komiser deneyimli, babacan bir polistir. 'Olabilir' der, 'ne yapmamı istiyorsunuz, bir şikayetiniz mi var?'. Arkadaşım, 'Çünkü solcuları toplayıp hapsediyorsunuz; e ben de solcuyum, teslim oluyorum'. Komiser sanırım içinden bir 'lahavle' çeker ve arkadaşı biraz sakinleştirir. Sonra bir kahve ikram eder ve sohbete dalarlar. Sonunda ikna olan arkadaş sakinleşir ve evine sağ salim döner.
İşte iç hesaplaşmanın yaşanmış bir örneği. Burada kişi, hakiki olma diğer bir ifadeyle varolma özlemiyle hareket ediyor. Dürüstlük hakiki olma yolunda kullanılan bir çeşit enstrümandır bu aşamada.
Sonuçta şunu söyleyebiliriz: Hakikilik insanın kendine hakikiliğidir. Cemiyetin, kuralların, ailenin, okulun vs formatladığı kişiliğe karşı kalbin verdiği tepki nedeniyle kendi kendisiyle boğuşmak değildir. Hugo'nun bu söyleminin aksine, 'kalbin de ötesine geçerek' nötr olmaktır. Yeni doğan bebek gibi. İsa'ya atfedilen bir anekdotda, 'sen kimsin?' diye sorulduğunda 'ben benim' diye verdiği yanıttır. Saf ve boş ama herşeyi bilen ve gören.
Benim 'ötevaroluşçuluk' adını verdiğim görüşüm de özetle budur. Kalb dahi aşılması gereken
bir evredir.
Hakikilik aslında insanın iç dünyasındaki çelişkisizliktir.
monad balkan 22 aralık 2015 ankara
NOT. Sefiller 'in muhtelif filmleri yapılmıştır hatta bir de müzikali vardır. Ben sadece Anthony Perkins'in, Javert rolünü oynadığı filmi seyrettim. Javert'in karakterini çok iyi vermişti. Ama filmi yavan buldum. Uma Thurman'ın da oynadığı bir film var; sadece fragmanlarını seyrettim. Thurman'ın muhteşem bir oyun ortaya koyduğunun izlerini gördüm.