Aktör Russel Crowe'un ilk kez film yönetmenliği yaptığı bir Türk, ABD, Avustralya yapımı 'SON UMUT' (The Water Diviner) filmini seyrettim. Filmin isminin İngilizcesi ile Türkçesi her zaman olduğu gibi uyumlu değil. Orijinal adının anlamı 'yeraltı sularını kâhince bulabilen kimse'.
Hary'e gelince:
Sidney'de bir dairesinde oturduğumuz yirmi küsur katlı rezidans binamızın kapıcısıydı. Yetmiş yaşlarında civa gibi bir delikanlı. Dost adamdı. Sohbetimiz tatlıydı.
Avustralyalıların kökeni İngiltere zindanlarından gemilere doldurulup getirilen mahkumlar. Bu mahkumlar (ingilizcesi 'convict') zaten azılı caniler. Azılılar hem böylece ülkeden sürgün edilmiş oluyorlar hem de açlıkları ve saldırgan karakterleriyle yeni bir ülke kurmak için ideal malzemeyi oluşturuyorlar.
İlk işleri de Avustralya yerlilerini (aborigines) şöyle güzelce bir yoklamak! Altmışbin yıl önce Avustralya kıtasında yerleşen aborijinler batılılar tarafından keşfedilmeyi bekliyorlarmış meğer (!?). Bu keşif işini Kaptan Cook becerdi. İngiltere burayı derhal 'no man's land' yahut latincesiyle 'terra nullius' ( sahipsiz toprak) ilan etti ve el koydu. Orada yaşayan yaratıklar ise bu kıtaya özgü flora içerisinde bulunan kuşlar, aborijinler, kangurular, böcekler...
Bir Avustralyalı hatun bir keresinde bana övünmüştü; 'ben asilim, öyle sonradan göçlerle gelen şunlardan bunlardan değilim. Benim şecerem ta ilk gelen mahkumlara dayanıyor!'.
İşte o mahkumların torunları, evlatları ekmeğini topraktan çıkaran adamlar olarak yetiştiler. Bilek kuvveti, yaşama sarılma, doğayla boğuşma...
Harry ile şöyle karşılıklı oturup bir iki kadeh bir şey içebildiğimiz bir an olmadı maalesef.
O hep meşgul; ben de ya işe gidiyorum ya da geliyorum. Ama ayaküstü sohbetlerle birbirimizi sevdik.
Evimiz, dediğim gibi çok çok katlı bir binada. Biz de hayli yükseklerde oturuyoruz. Her tarafımız deniz. Bir taraf körfez, bir taraf koy, bir taraf da okyanus. Sanki helikopterle deniz üzerinde uçuyoruz gibi her an.
Dünyanın en keyifle şarap yudumlayan insanını o evde keşfettim ben. Eşim. Evet bu harika manzaranın tepesinde elinde beyaz şarabı, ki Avustralya şarapları zaten hârikadır, işten eve geldiğimde sanki kadehteki muhteşem sarı rengi değil de ortasında kurulup oturduğu mavi cenneti yudumluyor bulurdum onu. Eh bir kadeh de olsa muhteşem bir keyif. İtalyancada 'godere' diye bir sözcük vardır; bir şeyden iliklerine kadar yudum yudum keyif almak, anlamında. İşte öyle. O ülkeden döndükten sonra onu bir daha böyle şaraplarken göremedim. Yazık.
Avustralya'nın yabancı istilacılarının Darwinizm üzerinden hareket ettikleri söylenir. Bilerek yahut bilmeyerek Darwinizmi eğip büktüler; dediler ki, 'En uygunların hayatta kalması, kuvvetin haklı olduğu anlamına gelir'. Dikkat edelim:'KUVVETİN HAKLI OLMASI'. Böylelikle kendi kendilerini rasyonalize ettikten (haklı kıldıktan) sonra aborijinlere kıymaya başladılar. Aborijinler ki uygarlıkta çok ileriydiler. Onların uygarlığı teknoloji, tüketim vs uygarlığı değil bilgelik uygarlığı idi.
İnsanlık uygarlığın bilgelik olduğunu ne zaman idrak edecek acaba?
Russel Crowe ekmeğini topraktan çıkaran tipik bir Avustralyalıyı temsil ediyor filmde.
Su kâhinleri vardır; ellerinde çubukla toprağa hafif hafif vurarak toprağın derinlerinde su olup olmadığını anlarlar. Teknoloji ilerleyince bu çubuk detektöre dönüştü. Artık kâhinliğe gerek kalmadı. Su kâhinliği aslında bir aborijin bilgeliğinin bilgisidir. Crowe'un antenleri bu bilgeliği almış; hatta daha da ileri giderek çubuksuz da, sadece hisleriyle de su bulabiliyor. Nitekim filmin başında onu bir demir çubukla yeri eşerken buluyoruz. Kazıyor, kazıyor ve evet işte sonunda su fışkırıyor. Petrol gibi.
Harry de bir kâhindi.
İnsanın hakikisini anında hisseden bir kâhin. İnsan sarrafı demiyeceğim; çünkü sarraflık başka bir şey.
Harry'nin bilgeliğinin kaynağı uzağında değil, aborijinlerin havaya, suya, ağaca, göğe hakim olan bilgeliğinin Harry'e de bir şekilde geçmiş olması. Her insan her şeyin reseptörü (alıcısı) olamaz. Antenlerinin uygun olması lazım.
Örneğin bizimle ayni binada oturan orta yaşlarda müteveffa (ölmüş) bir eski hakimin eşi Mrs. Bilmemkim beni ve ailemi alenen hiç sebepsiz (aslında ırkçı bir dürtüyle tabii) taciz edip duruyordu. Birkaç kez de arabasını beni ezmek üzere hırsla üzerime sürmüştü. Harry çok kızmış ve üzülmüştü. Kadının hain gözlerinde aborijinlerin uğradığı kıyımı görür gibi olmuştum. Neyse sonra o hatunu sessizce o binadan attırdım. Antenlerden nasibini alamamış bir beyaz insana örnek olsun diye anlatıyorum bunu.
Russel Crowe, ki filmde Connor rolünde, suyu bulur bulmaz eve karısına koşuyor hoplaya zıplaya müjdeyi veriyor. Ama o da ne; karısı oralı değil. Üstelik üzgün, süzgün ve hırçın; 'sen su mu bulacağına git oğullarımı bul getir bana!' diye haykırıyor. Üç oğul da Gelibolu'ya savaşa gitmiş, dönmemişler.
Savaş bitmiş gitmiş. Binlerce Anzak bilmedikleri, yabancı oldukları, hakları olmadığı halde girdikleri topraklarda can vermiş. 'Johnny Turk' , 'hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır' ilkesiyle satıh olmuş, üzerinden kimseyi geçirmemiş.
Ah Harry Ah! Sana borcumu ödeyemedim..
Darwin, ' kuvvetli haklıdır', demedi hiç bir zaman. 'En kuvvetliler yaşar, zayıflar ölür' de demedi; 'değişen ortamlara uyabilenler ve onlardan üreyenler hayatta kalır', dedi. Burada kuvvetli, zayıf diye bir şey yok.
Diyelim ki bir doğal afet oldu; kurtulmak için incecik bir delikten geçmek gerekiyor. Bu delikten iri kıyım, kuvvetli insanlar geçemeyecek bilakis ince zayıflar geçebilecek diyelim. O zaman bu ince ve çelimsizler hayatta kalacak. Kuvvetliler ise ölecek. İşte Darwin bunu söylüyor.
Buna evrim teorisi deniyor ama bence evrim değil..
Ortam, icabında öyle bir değişiklik gösterebilir ki insan türü yok da olabilir. Ortaya çıkan yeni ortam maymun gibi yaratıkların yaşamasına elverişli ise maymun türüne yakın insanlar hayatta kalır. O zaman şimdikinin tam tersi, insandan maymun türedi diyeceğiz. Demek ki evrim teorisi yerine mutasyon (başkalaşım; metamorfoz, istihale) teorisi demek daha doğru olur. Darwin hayatta olsaydı kendisine söyler kulağını bir bükerdim...!
Hastalandığımızda antibiyotik alıyoruz. Vücudumuzda yeni bir ortam yaratmış oluyoruz. Bakteriler bu yeni ortama uyamayarak ölüyor. Ama aralarında mutlaka bu yeni ortama uyum gösterenler de oluyor. Bu da tabiatın türlerin tamamen yok olmaması için geliştirdiği defansif bir teknik. Çünkü tabiat demek türler demek. Türler olmazsa tabiat da olmaz. Tabiat kendisini böyle koruyor. Hayatta kalan bakterilerden doğan çocuklar bu antibiyotiklere dayanıklı oluyorlar.
Maceraperest beyazlar ile bilge aborijinlerin karışımından doğan ilginç bir metafizik havası var Avustralya'nın. Aborijinler hâla sürüm sürüm sürünseler de yitirtildikleri bilgelikleri havaya karışmış; orada duruyor. İsteyen, yeteneği olan bu bilgelikle kendisi arasında bir göbek bağı oluşturabiliyor.
İşte beyaz Harry de öyle.
Aborijinler kuvvetli olamadıkları için değil bu yeni vahşet dolu bilinç düzeyini anlayamadıkları, anlamsız buldukları ortama uyamadıkları için yenildiler. Beyazlar silahsız teknolojisiz gelmiş olsalardı Avustralya ortamına uyamayacakları için hayatta kalamayacak olanlardan olacaklardı.
'Tutunamayanlar' , isimli romanında Oğuz Atay'ın belirttiği gibi, tutunamayanlar, içerisinde yaşadığımız şu hayata yabancı kalanlar. Bunlar aslında bilge kişiler olup ortama uyamamalarının nedeninin bilgeliklerinden kaynaklandığının farkında olmayan kişiler. O nedenle acı da çekiyorlar.
Oysa farkındalık onların yüzlerine bir Buda tebessümü getirebilirdi ve 'ben gönlümü eğlerim...' frekansına geçerek tutunanlar ve tutunamayanlar çelişkisinin (çelişkiler acıdır) dışına çıkabilebilirlerdi.
Connor Türkiye'ye gidiyor. Cem Yılmaz ile Yılmaz Erdoğan savaş sonrası Çanakkale'yle ilgili resmi görevliler arasındalar. Connor onlarla bir araya geliyor. Bu iki Türk görevli ona oğullarını aramasına yardımcı oluyor. Tabii bu üçlünün oyunculuklarına diyecek bir laf yok. İyiler yani.
Senaryo ise pek naif.
Dönelim Avustralya'ya. Çanakkale savaşı başlamadan kısa bir süre önce Türkiye'nin İngiltere'ye karşı , tabii bu arada Avustralya'ya da karşı savaşa girdiğini duyan Avustralya'da Broken Hills kasabasında yaşayan iki Türk, Molla Abdullah ile seyyar dondurmacı Kul Mehmet, 'madem ki padişahımız savaş ilan etmiş o zaman biz ikimiz de burada Avustralya'ya karşı savaş halindeyiz demektir' diyerek Sidney'deki bir gazeteye bir 'İlanı Harp' ilanı vermişler. Gazete bu ilanı manşet halinde haber olarak da yayınlamış. Bu formaliteyi tamamladıktan sonra iki Türk silah temin ederek sonradan 'Turks' Rocks' adı verilen tepeye yerleşerek mevzi almışlar; tarih 1 ocak 1915; Türk bayraklarını açıyorlar. Dondurma arabasını tren yolu üzerine bırakıyorlar ve beklemeye başlıyorlar. İlk gelen tren dondurma arabasından dolayı durunca trendekilerin üzerine ateş yağmaya başlıyor. Güvenlik güçleri karşı ateş açsalar da para etmiyor. Etraf ölü ve yaralı doluyor. Lokomotif ve vagonlar yanıyor. Bu kez yardım isteniyor ve askeri bir birlik (1600 asker) tepeye sevk ediliyor. Gelibolu savaşı öncesi bir mini Gelibolu savaşı başlıyor. Avustralya savaş tarihine bu, 'Battle of Broken Hills' (Broken Hills Savaşı) olarak geçiyor.
Savaş uzun sürüyor. Yani belki bir gün. Tepede büyükçe bir kuvvet olduğu sanılıyor. Oysa topu topu bir dondurmacı ve de bir molla. Sonunda tabii koca askeri birlik mermileri bitince susan Türkleri buluyor. İkisi de delik deşik olmuş.
Uzun bir süre Broken Hills halkı tepelerde yığınla Türk olduğu ve her an saldırıya uğrayabilecekleri korkusuyla yaşıyor.
Avustralyalılar cesaret, kahramanlık ve mertlik hasletlerini takdir eden insanlar. Bu iki Türkün naaşını saygıyla defnediyorlar. O tepeye de yukarıda değindiğim gibi Türk Kayalığı (Turks' Rocks) adını veriyorlar.
Bu konuyu Avustralya'da uzun süreler kalmış olan yakın dostum ressam Muhsin Kut'dan dinlemiştim. Kendisi de Sidney'deyken bu konuyu tablolamış ve bir sergi açmıştı. O sergiden bir tabloyu bu yazıma koyuyorum; 'iki kere yaralanan polis memuru Mills'
Türkler ve Anzaklar ayni Broken Hills'de olduğu gibi Gelibolu'da da birbirlerine saygı içerisinde hatta zaman zaman yardımlaşma halinde kahramanca ve mertçe savaştılar. Atatürk Gelibolu'da defnedilen Anzak askerlerinin annelerine, 'onlar artık bizim oğullarımız' diyerek büyük bir şefkat örneği göstermişti.
Çanakkale savaşları bu bakımdan mertlik, kahramanlık, cesaret ve de empati dolu duygularla yapılan dünya tarihinde belki de tek savaştır.
İşte Connor da Türkiye'ye geldiğinde bu havayı kokluyor. Türklere sempati besliyor.
Harry'le sohbetlerimiz koyulaşıyor.
Çok anlaşıyoruz.
Tokatlılar filmde yer alan 'hey onbeşli onbeşli' türküsüyle dans yapıldığı için hassasiyet göstermiş ve protestoda bulunmuşlar. Cem Yılmaz'ın oyun havası tarzında seslendirmesi de onları üzmüş. Bu türkü Çanakkale savaşlarına 1315 (1897) doğumlu Tokatlı onbeşliklerin gidip de biri dışında (nişanlısı Hediye'yi döndüğünde bulamıyor) dönmeyenleriyle ilgili acıklı bir türkü. Bir ağıt türküsü. Konu, Çanakkale şehitleri olduğu için türkü bütün ülkenin türküsü artık. Hatırladığım kadarıyla filmde yapılan dans hoppala zıppala şeklinde değil sanki bir ritüel havasındaydı. Duygulanmıştım. Ama o sahne orada gerekli miydi diye sorarsanız naif bir eklemeydi derim. Olmasa da olurdu. Belki tam bir ağıt havasında fonda doğadan güzel fotoğrafların hafif yavaş ritmi içerisinde yanık ve güzel sesli bir kadın vokalin ağzından (kadın, ana kavramını çağrıştırır) söylenseydi sanki daha etkili ve dokunaklı olurdu, derim. Bilemiyorum. Senaryoya karışmayayım.
Öteyandan bu filmden esinlenerek Ömür Gedik'in Balkan ve Rock karışımı bir tarzda yaptığı tempolu 'hey onbeşli' türküsü klibi de ayrı bir üzüntü kaynağı olmuş Tokatlılar için.
Connor İstanbul'a geldiğinde butik tipi şık ve modern bir otelde kalıyor. Otel ve sahibi Ayşe (Olga Kurylenko) bir şehit dulu. Herkesler burada batı tarzı giyimli ve üsluplu. Filmde bu otelle ilgili tam bir fikre sahip olamıyoruz. Ayşe ile fesli dolaşan kayınbiraderi arasındaki gerginlik, Ayşe'nin Connor'a duyduğu yakınlık, ki sadece seziyoruz vs... Bu otel ne, bu şahıslar kim, geçmişleri ne, ilgileri ne gibi sorular kafamızı kurcalıyor. Connor Anadolu'ya geçtikten sonra bu otel ve kişiler bir daha da sözkonusu olmuyor. O zaman psikolojik ve ruhsal dinamikleri gözümüze sokarak sanki burada filmin hikayesiyle ilgili önemli bir şey olacakmışcasına neden bir beklenti havasına sokulduk?
Bir hikayede bir şeye göze batar bir şekilde yer veriliyorsa onun hikayesini tamamlamak lazım gelir. Örneğin benim kafama takıldı kaldı güzel Ayşe'ye ne oldu? Problemlerini halledebildi mi? Küçük afacan oğlu ne oldu?... Bilmiyoruz. Havada kaldı.
Aborijinlerin tarihi 60 bin yıllık. Avustralyalı beyazların tarihi ise Türklerle başlar. Ben bu tarihin başlangıcı olarak 1 ocak 1915'i görüyorum. Evet Broken Hills. Sonrası Gelibolu.
Çanakkale'de Anzak şehitliği meşhur. Her yıl Avustralya ve Yeni Zelanda'dan binlerce ziyaretçi buraya geliyor. Ve büyük anma törenleri yapıyorlar. Burada yatan dedelerini derin bir huşu içerisinde anıyorlar. Bu toprakları bir yerde kendilerine aitmiş gibi de hissediyorlar.
Bir de şu var; sanki Çanakkale'de sadece kendi dedeleri ölmüş gibi bir algılama. Oysa onlar başkalarının toprağına girdiler ve ev sahipleri onlardan kat be kat fazla şehit verdi.
Zaten filmde de Yılmaz Erdoğan Connor'a bu mealde konuşuyor.
Filmin ismi niçin 'Su Kâhini' konmuş anlamadım. Herhalde Connor nasıl su bulma yeteneğine sahipse oğullarını da ayni yetenekle bulacak gibi bir benzetme mi yapılmak istenmiş?
Memuriyetim sırasında (1988 yılı) Avustralya'ya atanıp gittiğimde hiç unutmam ; uçaktan inip de ayaklarım karaya basınca kendimi dünyanın en dibinde kaybolmuş hissettim. Bir nokta boyutuna inmiş gibiydim. Sanki artık bu dünyada değildim. Uzayda yahut başka bir gezegende. Ayni terkedilmişlik ve kopukluk duygusu büyük bir olasılıkla Avustralyalılarda da var. Kendilerini dünyadan ve hele hele kendi kökleri olarak gördükleri Batı dünyasından ayrı düşmüş görüyorlar. Dolayısıyla Batının ve özellikle Anglosakson dünyasının politikalarını derhal ve sıkıca sahipleniyorlar. Ben öyle gördüm.
Maceracı karakterleri de sanırım bundan kaynaklanıyor. Seyahat olsun, savaş olsun, herhangi bir vesileyle kendilerini anakıtaya atmaya bakıyorlar. Avustralyalılar bu nedenle gezgin (seyyah) karakterlidir. Gelibolu savaşına giden askerlerin ekseriyetinin gönüllülerden oluşmasını ben buna bağlıyorum. Şen şakrak, güle oynaya, şakalaşa makalaşa savaşa koştular. Av partisi gibi. Sandılar ki aborijinler gibi Türkleri de avlayacaklar.
Harry'e benim bir vaadim olduydu.
Batıdan kopmama duygusuna güzel bir örnek olarak 'Şeytan Ayetleri' kitabını gösterebilirim. Salman Rushdi'nin bu kitabının özellikle İran başta olmak üzere islam aleminde yarattığı infiale batının tepkisi çıkınca Avustralyalılar bu kitabı bir günde kitapçılardan alıp tükettiler. Kitabevleri yeni nüshalar ısmarlamak zorunda kaldı. Bendeniz de dahil kitap dükkanlarının önünde uzun kuyruklar oluşturduk. Sırayla içeri alınıyoruz ve orada bir masanın üzerine konmuş deftere ismimizi ve telefonumuzu yazıyoruz. Yani kitabı ısmarlayanlar arasına katılıyoruz.Bir hafta on gün içerisinde kitaplar geliyor, gidiyor alıyoruz.
25 nisan Avustralya'da Anzak günüdür. Ulusal bayram statüsündedir. Nasıl Brezilyalılar bütün yıl karnaval için hazırlanırlarsa Avustralyalılar da Anzak gününe öyle hazırlanırlar. Büyük geçit resimleri düzenlenir. Gelibolu hep belleklerdedir.
Connor, oğullarının acısına dayanamayıp intihar eden karısının ardından yemin etmişti; oğullarını her ne pahasına olursa olsun bulacak, naaşlarını annelerinin mezarının yanına getirip defnedecek.
Film Avustralya'da beklenen ilgiyi görmemiş. Otoritelerden de iyi not almadı. Dediğim gibi inandırıcı bir senaryodan yoksundu. Amatörce bir samimiyet gösterisi gördüm ben. Duygu sömürüsü yapmaya yeltenilmiş bir film.
Connor biri dışında oğullarının naaşını buluyor. Çünkü üçüncü oğul ölmemiş! Yaşıyor. Onu bulmak için Anadolu'nun içlerine seyahat ediyor Connor.
Süratle yol alan pırıl pırıl kırmızılı falan renkli bir trene biniyor. O yıllarda kara trenlerimiz vardı oysa ve Haydarpaşa yokuşunu çuf çuf zor çıkarlardı. Ama bu tren sanki son model bir Japon treni gibi rayların üzerinde uçuyor. Aksilik bu ya Yunan askerleri pusu kurmuş. Broken Hills'de nasıl ki iki Türk tren raylarına dondurma arabasını koyup trene pusu kurmuşlarsa Yunan askerleri de yolu bir barikatla kesmişler. Tren duruyor ve katliam başlıyor.
Düzgün ordularla Anadolu'yu işgale gelen Yunan askerleri burada saçlı sakallı, yaka bağır açık, disiplinsiz, dağ eşkiyaları, çapulcular gibi gösteriliyor. Ortadoğu teröristleri gibi. Çirkin. Çirkin barbarları kim yener? Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz beyaz Batılı adam tabii. O da Connor oluyor ve sopayla (kriket sopasıymış; ne arıyorsa Türkiye'de!) dağıtıyor hepsini. Sağ kalan Türkleri de kurtarmış oluyor.
Üçüncü oğlunu Afyon'da meczup bir şekilde sema yaparken buluyoruz. Tren Konya'ya kadar gidememiş herhalde.
Neyse filmin sonunu söylemeyeyim artık.
İnsan filmde hiç olmazsa şöyle hârika fotoğraflar bekliyor. Oysa görüntüler sıradan.
Harry, ah evet Harry.
Beni n'olur affet. Gelibolu'ya gidemedim bir türlü. Dedenin mezarını bulup bir demet çiçek bırakacaktım. Senden selam götürecektim. Sana söz vermiştim. Olmadı, olmadı... Kimbilir belki...
monad balkan 13 ocak 2015 ankara