Bana Resimde Ne Gördüğünü Söyle, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim
Yıllar yıllar önce John Berger’ın (1926-2017) BBC için hazırladığı bir tür deneme türü belgeseli Ways of Seeing (Görme Biçimleri) adlı dizinin kitabını okuduğumda kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey anlamamıştım (1). Herhalde İngilizcem yetmedi diye düşünerek bir de çevirisini okumayı denemiş ve sonucun benim açımdan farklı olmadığını görüp hüsranla sonuçlanan bu okuma macerasından vaz geçmiştim (2). Belli ki o zaman henüz hayatı yeterince “görmemiştim”. Bu yüzden de ilk çıktığında insanlarda büyük tepki oluşturan ama 45 yıl içinde klasik-kült bakış açısı haline gelen Berger’ı ıskalamıştım. Ama dedikleri o kadar doğru ve gerçekmiş ki yıllar sonra kendi “görme biçimimi” yakaladığımda bilmeden onunla yaşadığımı anladım ve sonunda onunla buluşmuş oldum.
Berger özetle dört önermede bulunuyordu (3). Öncelikle kitlelerde yarattığı etki açısından resim sanatına yeniden bakılması gerektiğini söylüyordu. Çünkü artık günümüzde bu eserler orijinal kaynakları ve kökenlerinden bağımsız olarak serbest dolaşıma geçmişlerdi. Kimi zaman başka bir sergide, kimi zaman bir kitapta, kimi zaman da bir reklamda bağlamından kopuk olarak yalnız başlarına ürkek şekilde bize bakar olmuşlardı, “lütfen bizi bu ortamda da görüp sevin, biz sizin için yakınıza geldik”, diyorlardı. Buna tepkisiz kalamazdık.
Berger’ın ikinci önermesi resimde kadın unsuruna dairdi. Daima ikinci planda, erkeğin sosyal durumunun sembolü konumunda, ya da nü olarak süsleme unsuru olan kadın figürünü görmemizi sağlayan bu önerme ile kadın olarak sanatta da yüksek (!) ikincilik makamımızı fark etmeye başladık.
Üçüncü önermesi, dünya haritalarının hep Avrupa merkezli yapılmasından dolayı diğer kıtaların nispeten daha küçültülmüş bir oranda çizilmesi misali Avrupa resminin diğer kıta, kültür ve ırklara yüksekten bakma biçimiydi. Özellikle Avrupa’nın bunu görmesi, bir zahmet ötekilerin kendisine nasıl baktığını sorgulaması ve hak sahibiymişçesine taşıdığı üstünlük duygusunun kendi eşitlik değerlerine ne kadar da ters düştüğünü fark etmesi gerekiyordu. Bizce de Avrupa’nın dünyayı görme biçimini gözden geçirmesi zamanı gelmişti.
Son olarak da bu üstünlük konumunun ve gücünün materyal ve kapital üzerinden bir reklam markasına dönüşmesiydi. Avrupa bu muydu yani, ya da salt bu kadar mıydı? Reklam malzemesi olmayı kabullenmek ötekileri hedef kitle konumuna sokuyor, üstelik “yüksek” sanat da “alt tarafı bir mal” haline gelmiyor muydu?
Oysa dahası da vardı. Berger kendi görme biçimini anlattığı anda, onu işitenlerin onca görme biçimleri evvelden beri kilitli kaldıkları sandıktan ortaya dökülüverdi.
Arter Sanat galerisindeki Görme Biçimleri sergisi (4) işte bu görme biçimlerine mükellef ve etkileyici örnekler sunuyor. Küratörlüğünü Sam Bardaouil ve Tim Fellrath’ın üstlendiği yoğun sergi 33 sanatçının 41 yapıtını içeriyor.
Size sergideki bazı eserleri tanıtayım, ama benim ”görme biçimimle”…
Cindy Sherman’ın Tarihi Portreler serisindeki resmi için sergi rehberinde şöyle yazılmış:
“Avrupa’nın tarihi resim geleneğinden ödünç aldığı bir üslupla kendisini sütçü kız, aristokrat leydi, hatta rahip olarak resmediyor…
Bu yapıt Sherman’ın pratiğinin ana hatlarından birini oluşturan ve kadınların temsiliyetinin sanat aracılığıyla eleştirisine odaklanan çizgide yer alıyor. Sherman, görünüş itibarıyla tutarlıysa da heterojenliği belirgin olan bu pastişle imgelerin algımızı aldatıcı bir biçimde çerçeveleyip şekillendirdiğini gözler önüne seriyor. “
Bense bir göz hekimi olarak önce bu resimdeki kadının gözkapaklarındaki kızarıklığı fark ediyorum. Sonra bir türlü sıyrılamadığım kimliğimle utanıp sıkılmadan serginin orta yerinde muayeneye devam ediyor ve burnunun büyüklüğünü, ardından da yüz, kol ve el cildinin kuru olduğunu gözlüyorum. Ve uluorta teşhis koyuveriyorum, resimdeki kadının cilt hastalığı vardır (adını bile söyleyeceğim neredeyse ama sanattan utanıyorum) ve gözündeki kızarıklık bu hastalıkta görülen gözyaşı azlığına bağlıdır!
Ardından beyaz önlüğümü çıkarmadan sergiyi gezmeye devam ediyorum ve Grayson Perry’nin Günlerin Haritası adlı resmiyle karşılaşıyorum. Rehberde bu eser şöyle anlatılmış:
“Günlerin Haritası, bir ortaçağ şehrini betimleyen tarihsel bir belge gibi duruyor. Grayson Perry’nin bu yapıtı, üslupsal referanslarını etrafı surlarla çevrili şehirlerin tarihsel haritalarından alıyor. Daha yakından incelendiğinde, Perry’nin haritasındaki öğelerin sanatçının oto portresini oluşturduğu ortaya çıkmaya başlıyor. Bu haritadaki sokaklar sanatçının güçlü ve zayıf yanlarıyla damgalanmış. “Üzgün Ergenlik ve “Uzayan Kuşku” isimleri şehrin dar sokaklarında belirirken sanatçının kendisini nasıl yorumladığını gözler önüne seriyorlar”.
Oysa ben bu resimde ressamın bambaşka bir yanını görüyor gibi oluyorum. Beyaz önlüğüm “migreni var” diye fısıldıyor kulağıma, “baksana şehrin surlarının kimi zaman eğrelti otu yaprakları biçiminde olan zikzaklı şekilleri ve yer yer bulanık olan mahalleler bir migrenlinin atak sırasında tipik olarak gördüğü şekiller değilse nedir?” Aynı migrenli Giorgio di Chirico’nun içinde zikzaklar barındıran resimleri gibi üstelik. Sizi Sherman’ın resminde ikna edemediysem, belki şimdi etmişim ve kendi bakış açımı gösterebilmişimdir.
Israrla kendi mesleki deformasyonlu bakışımla sergiyi dolaşırken birden James Turrell’in tavanın köşesine yansıtılmış parlak üçgen prizmatik ışık enstalasyonu beynimin derinliklerine bir ışık çakıyor.
“James Turrell’in 1968 tarihli çığır açıcı işlerinden biri olan “Alta (Pembe)”, ışığın renklerini duvarların ve odanın geri kalanının renklerine uygun şekilde ayarlayarak üç boyutlu bir obje yanılsaması yaratıyor. İzleyici aslında gerçekte var olmayan geometrik bir yapıyı gördüğüne inanıyor. Sanatçı, ışığı bir mecra olarak kullanarak, heykel ve uzama dair kendinden emin anlayışımızı bulanıklaştıran, elle tutulamayan yapıtlar yaratıyor. “
Uzaya yansıtılmış ya da uzaydan yansımış bu ışık beynimin ilkel bölgesine (üçüncü göz) bilim-kurgu filmi misali öyle bir uyarı veriyor ki sergi rehberinde yazıldığı gibi “kendimden emin anlayışım bulanıyor”. Ben kimim, beyaz önlüğümle bu sergide ne arıyorum, sergiden önce nasıldım, çıkınca nasıl olacağım soruları kafamda yankılanmaya başlıyor.
Bunların cevabı ancak bir aynaya bakılarak verilebilirdi. Jeppe Hein’ın Dönen Ayna-Nesne II’sine bakarak mesela. Bir sabit, diğeri ona bitişik ama hareketli iki ayna enstalasyonu, biri nötr-kimliksiz, diğeri taraflı-kimliğimle bakışımı ayırt etmemi ve ışığın kafama çaktığı sorulara yanıt bulmaya başlamamı sağlıyor.
Gerçekten de “sanat eseri” nedir? Sanatçının anlatmaya çalıştığını anlayabilince mi, eserde kendimizden ya da deneyimlerimizden bir parça bulabilince mi, yoksa tam tersine günlük bir olay bize belli bir sanat eserini anımsattığında mı o esere sanat eseri denilir? Hatta bir sanatçı eserinde betimlediği bir olay ya da olguyla sonradan gerçek yaşamda karşılaştığında kendi eseri gözünün önüne gelirse onun eseri, mesela bir başyapıt mıdır?
Elbette bu sorulara yanıt vermeye kalkışacak değilim. Ama bana bir resimde ne gördüğünüzü söylerseniz, kendimden yola çıkarak size kim olduğunuzu söylemeye çalışabilirim. Bakarsınız tutar!
PINAR AYDIN O'DWYER
Kaynaklar
Berger J: Ways of Seeing, Pelican, 1972
Berger J: Görme Biçimleri (Çeviri: Yurdanur Salman), Metis, 1999, (23. Baskı, 2017)
Bardaouil S, Fellrath T: Görme Üzerine, (Çeviri: Çelik Ö, Kılıç O), İçinde: Görme Biçimleri (Editör: Baliç İ), Arter, 2017, s. 9-27
Görme Biçimleri, Arter Sanat Galerisi, 2 Haziran-13 Ağustos 2017 http://www.arter.org.tr/W3/
Not: Eserlerin yanında adı, sanatçının adı gibi bilgiler konulmamış. Hiç değilse bir sayı yazılmış olsa rehber kitapçığındaki bilgiye ulaşmak daha kolay olurdu. Şu andaki haliyle önce rehberi çözmek, sonra planı çözmek gerekiyor, en nihayetinde esere odaklanmak mümkün oluyor.