Ankara Devlet Opera ve Balesinin (ADOB) bu sezonda Çaykovski’nin müzikleriyle sahnelediği Romeo ve Juliet balesinin provalarını ve ilk temsili (4 Nisan 2019) seyrettiğimde o kadar etkilenmiştim ki libretto ve sahneye koyma işini kotaran, koreografiyi yapan A. Volkan Ersoy ve G. Armağan Davran ile bir söyleşi yapmayı kafama koymuştum (Resim 1). Sonuçta ADOB Müdürlüğü görevini de yürütüyor olması nedeniyle Sayın Volkan Ersoy’u Ankara’da makamında ziyaret etme ve bir söyleşi yapma şansı yakaladım.
sanattanyansimalar.com sitesinde eserle ilgili yazımda şöyle yazmıştım: “Öncelikle eserin müziklerini anlatmak gerekli. Koreografiyi yaratan ve librettoyu bu yapım için düzenleyen G. Armağan Davran ile A. Volkan Ersoy ellerindeki metrelerce Çaykovski kumaşından anlatmak istedikleri olay ve duygulara uygun bölümleri seçip, kesip biçip bir bale dikmiş, ya da kıymetli taşlar bir araya getirilerek bir tür “müzik mücevheri” eseri tasarlamışlar. O eser de canlanıp ayağa kalkıp dans etmeye başlamış.” Sonra da şöyle devam etmiştim: “Yine de düşündükçe yaptıkları iş bana inanılmaz geldi. Üşenmedim tek tek bakıp süreleri topladım. Davran ile Ersoy’un kullanılabilecek müzikleri seçerken tüm bu eserleri en az bir kez dinlemeleri için gereken toplam süre 533 saat ki bu da en az geceli gündüzlü 22 gün demek. Nasıl bir emek ve göz (kulak!) nuru, siz düşünün.” (http://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/pinar-aydin-o-dwyer/basrolde-romeo-ve-juliet/1981/)
İşte bu biçki-dikişli yaratım sürecini öğrenmek için Sayın Ersoy’a öncelikle “Hangi eserleri seçeceğinizi nasıl belirliyorsunuz?” sorusunu yönelttim. “Kalbimizi dinliyoruz. Seyircinin beklentisini, çalışacağımız dansçı grubunun teknik ve artistik alt yapısını, repertuardaki ihtiyaçları göz önüne alıyoruz. Kimi zaman da Troya projesinde olduğu gibi akılda olmayan tesadüfler, teklif veya davetler yönümüzü belirliyor” şeklinde yanıt verdi.
“Niye Romeo ve Juliet?” soruma “Aşk, ihtiras, kavga gibi siyah beyaz konular her zaman ilgi çekiyor. Seyirci heyecanlanıyor ve bu nedenle ilgisi kalıcı oluyor. Davran ile uzun zamandır bir Shakespeare uyarlaması yapmayı düşünüyor ve istiyorduk. Büyük aşk hikâyeleri baleye, bale de aşkı anlatmaya yakışıyor. Tüm bu nedenlerle Shakespeare’nin Romeo ve Juliet’ini sahnelemek kaçınılmazdı” dedi.
Müzik parçalarını seçme, librettonun yazımı ve koreografinin yaratılma süreci en çok merak ettiğim konuydu. Ersoy bu süreci şöyle anlattı: “Önce librettoyu ve tabloları yazıp hazırladık, içine karakterleri yerleştirdik. Ardından bu tablolardaki karakterleri Çaykovski’nin hangi temalarının en güzel şekilde betimleyeceğine karar verme aşaması geldi. Kafamda bu soruyla aylarca Çaykovski’nin eserlerini dinledim ve seçtim. Örneğin Juliet’i bir yaylı çalgılar armonisinin derin estetik ve ajilitesinin tanımlayacağını düşündüm; keder, sevinç ve aşk heyecanı ahengi içeren Patetik Senfoniyi ona biçtim. Mercutio’nun zeki ama serseri ve alaycı kişiliği İtalyan Kapriçyosu’nun hızlı ve heyecanlı bakır nefesli temasıyla, Tybalt’ın kaba ve kavgacı karakteri Francesca di Rimini’nin sert üslubuyla, sağduyu sahibi Rahip ise viyolonsel sesiyle tanımlanabilirdi ancak. Düello sahnesine Fantezi uvertür, balo sahnelerine de Yevgeni Onegin operasından bölümler uygun düşerdi.” Bu heyecan verici açıklamalara bir de “Biz beden bestecisiyiz; koreografi ile beden enstrümanına uygun eser besteliyoruz” cümlesini ekleyince Ersoy’a sinestetik olup olmadığını sormam şart oldu; nitekim öyleymiş! Bir duyu uyarıldığında diğerinin harekete geçebilmesi olarak tanımlanan sinestezi yeteneği daha ziyade ses, renk, koku ve sayılarla ortaya çıkan özel bir durum. Örneğin sesleri veya sayıları renk olarak algılayan kişilere sinestetik deniliyor. Ersoy özelinde, Göz-nöroloğu olarak meslek hayatımda ilk kez yaratılmak istenen bir karaktere müzik giydirebilme ve bunu da bedene (baleye) uyarlayabilme üzerine sinestezi yeteneği olduğunu görmüş oldum.
Ersoy sohbetin devamında bana bu sahnelemede Romeo öldükten sonra Juliet’in attığı çığlığı anlattı. Gerçekten de bale eserlerinde dansçıların sesleri pek çıkmaz, hele ki çığlık… Oysa Ersoy insana ve insanın ölüme itirazına dair çığlık atma mizansenini kullanmış. İlk provada kendi de bağırarak sanatçılara örnek olmuş. Şimdiye kadar Juliet karakterini canlandıran balerinlerin her birinin çığlığı kendine özgü şekilde tınlamış. İnsanın tüylerini ürperten bu çığlık zihnimde yazar-şair-denemeci Mahmut Temizyürek’in tam da bu hafta yayınlanan Ağıt, Şiir, Kadın adlı deneme kitabında (Edebi Şeyler, 2019) Hekabe’den bu yana ağıtın öyküsü ve ağıtın aslında kadına ait oluşu üzerine yazdıklarıyla birleşince Ersoy’un anlattıkları beni daha da derinden etkiledi, ağıt çığlıyla Romeo ve Juliet’i bir kez daha seyretmek isteği duydum.
Sanatçıya eserde fark ettiğim bir duruş şeklini sordum; genellikle balelerde (ve operalarda) sanatçıların yüzü seyirciye dönük (En face) olur. Oysa Romeo ve Juliet’te alışılmışın dışında sırt ve yarı dönük duruşlara sıklıkla raslandı. Ersoy, “balenin salt danstan ibaret olmadığını, olayların ve duyguların anlatımını güçlendiren doğal mizansenlerin bale hareketlerinden daha önemli olduğunu düşündüğünü, bu nedenle mizansenlere de önem verdiğini” söyledi. Hatta bu nedenle sadece mizansen provası da yaptıklarını ve sonra bu provaların videolarını sanatçılarla beraber izleyerek hareket ve duruşları en estetik ve inandırıcı hale getirdiklerini” anlattı. “Sırttan veya yarı dönük duruşların da mizansenin bir parçası olduğunu, sahiciliği sağladığını” ekledi. (Bunları anlatırken ayakta dans ederek gösteriyordu.)
Volkan Ersoy baleye ilk adımlarını 1980-81’de ADOB Çocuk Balesi grubunda atmış bir sanatçı (Resim 2), kendisini yıllarca sahnelerde başarılı bir dansçı olarak başrollerde seyrettik. “Daha sonra bale dansçılığınızdan koreograflığa geçmek sizi heyecanlandırdı mı, dans etmeyi özlüyor musunuz”, diye sorduğumda “İkisi bambaşka iki yollar; uzun yıllar güzel projelerde mükemmel koreografilerle, zevkle dans ettim. Ama artık dans etmek istemiyorum. Koreografi insanın hayatı boyunca biriktirdiği parçacıkların birleşmesidir; dans ederken bedenden geçenler zihin senteziyle koreografide yeniden doğuyor. Yeni bir kimlik ortaya çıkıyor, bu da koreografi olarak ifade buluyor. Koreografi bir tür “yaratırken yaratmak”, bunun verdiği tatmin bambaşka” diye yanıt verdi. “Bir Türk bale sanatçısı olarak önemli hocalarla (Nugzar Magalashvili ) çalıştım, değerli koreografların eserleriyle dans ettim, onların yarattıkları temaları bedenimle ifade ettim ve sayelerinde farklı sanat kültürlerini anlayıp öğrendim. Büyük hazineyi kendi anlatım diliyle yeniden anlatıyorum, bu açıdan çok şanslıyım. Dansçı olarak istediklerimi yaptım ama koreografi bir tür miras bırakmak gibi, yaratımın izlenmesine ve kalıcı olmasına olanak tanıyor. Eserin oturması çocuk büyümesi gibi bir duygu. Ben de deneyimimin arttığını hissediyorum.” diye ekledi.
Volkan Ersoy, koreografisini yaptığı Troya’nın Bolşoy’da sahnelenmesi hakkında şunları söyledi: “Doğrusu nefesimin kesildiğini hissettim. Bolşoy sanat açısından farklı bir dokuyu ve uzun bir tarihi temsil ediyor. Büyük sanatçıların dans ettiği sahnede ilk Türk koreograf olarak eserimin sahnelenmesi belki küçücük bir çentikti ama Türk koreografisi için önemli bir adım, büyük bir şanstı. Seyircinin büyük alkışını duyunca ve şaşırdıklarını görünce, ürperti hissettim, mutlu oldum ve gurur duydum. Ulusal bale olarak hala devam ve iddialı ve üretken olmamız çok önemli, diye düşündüm.”
Uzun süreler başrol dans etmiş olan sanatçının sahnede unutamadığı anısı şuymuş: Davran ile beraber koreografisini yaptıkları Üç Silahşörler balesinin ilk temsilinde dansçılardan biri aniden sakatlanınca sahneye onun çıkması gerekmiş. Bir yandan dans ederken bir yandan da kulise her çıktığında makyajı tamamlanmaya devam edilmiş. Üstelik zaman olmadığı için ana karakterlerden biri olan Rochefort karakterini kendi günlük pantolonu ile canlandırmış. Kendi eserinde zorunlu olarak yarım makyajla dans ettiği bu anısını unutamamış.
Sohbetin bu aşamasında Volkan Ersoy sözü on bir esere birlikte can verdikleri yol arkadaşı Armağan Davran’a getirdi ve onunla “zıtlıkları temsil ederek bir bütün oluşturduklarını” söyledi. “Birlikte zıtlıkların armonisini ve bütünlüğünü temsil ettiklerini, bir tür ruh ikizi olduklarını” ekledi. Farklı şeyleri gördükleri için her ne kadar iki şairle şiir olmayacağı gibi iki koreografla bale de olmazsa da onlar bu zor işbirliğini başarmışlar.
Beden dili evrensel olduğu için tekrar hayata gelse yine aynı mesleği seçeceğini söyleyen Ersoy gelecek sezon için yine Armağan Davran ile Edmond Rostand’ın tiyatro eseriyle ölümsüzleştirdiği şair ve silahşör Cyrano de Bergerac’ı konu eden bir bale hazırlıkları içinde olduklarının müjdesini verdi. Bu sefer Edward Elgar’ın müzikleriyle kolaj yapmayı düşünüyorlarmış. Gerçekten yaşamış bir kişi olan Cyrano (1619-1655), gururlu aşkı kadar büyük burnu ile de tanınır. Aynı zamanda tiyatroda anlatıldığı şekilde şair, felsefeci, biliminsanı ve silahşordur. Aya, güneşe ve uzaya yolculuk hakkında iki kitap yayınlamıştır (Öteki Dünya, Ay Devletleri ve İmparatorlukları, YKB Yayınları, 2012; Güneş Devletleri ve İmparatorlukları, YKB Yayınları, 2014). Esasen Cyrano de Bergerac, Aya Yolculuk adlı bildiğimiz kitabı yazmış olan Jules Verne’den (1825-1905) yaklaşık ikiyüz sene önce uzaya yolculuğu hayal etmiş ve yayınlamıştır. Ben de Edmond Rostand’ın tiyatro eserindeki meşhur “burun tiradının” ve balkon altından Roxanne’a serenadının Ersoy-Davran bale diliyle kim bilir ne kadar güzel betimleneceğini merak etmeye başladım.
Pınar Aydın O’Dwyer
22 Mayıs 2019, Ankara
A. VOLKAN ERSOY
Ankara Devlet Opera ve Balesi Müdür ve Sanat Yönetmeni
1975 yılında Bursa'da doğdu.1982 yılında Devlet Opera ve Balesi Çocuk Balesi Bölümüne girdi.1984 yılında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Bale Anasanat Dalını kazandı,1990 yılında Fransa'nın La Baule şehrinde Bale Festivaline katıldı.
1992 yılında Bulgaristan'ın Varna Şehrindeki Varna Summer Academy ‘e katıldı. Aynı yıl Fransa'nın Paris şehrindeki 5. Uluslararası Paris Bale Yarışmasında finale kalarak diploma kazandı.1993-94 sezonunda Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğünde bale sanatçı olarak çalışmaya başladı.
1994 yılında Varna Bale Yarışmasına katılarak finale kaldı ve diploma kazandı. Yine aynı yıl H.Ü Devlet Konservatuarı Lisans Bölümünden mezun oldu. 1995 yılında Japonya'nın Osaka şehrinde yapılan "Masako OHYA Bale Yarışması'na davet edildi ve finallere kaldı. 1998-1999 yılları arasında TOBAV tarafından verilen ‘Yılın Başarılı Erkek Sanatçısı’ ödülüne layık görüldü.
2000-2004 yılları arasında Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Bale Başkoreograflığında Bale Başöğretmen yardımcılığı yaptı. 2000-2002 yılları arasında Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Bale Disiplin Kurulu Temsilcisi görevini yürüttü. 2007 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Devlet Konservatuarı Yüksek Lisans (master) programını bitirdi.
2008-2010 Yılları arasında A.Ü Devlet Konservatuarı Modern Dans Anasanat Dalı Öğretim görevliliği görevini yürüttü. 2008 ve 2015 yılında gerçekleştirilen D.O.B Genel Müdürlüğü 1.ve 5.Uluslararası İstanbul Bale Yarışmalarının İdari Koordinatörlüğünü yürüttü.
2009-2012 yıllarında Ankara Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğünde Bale Başöğretmenliği görevini yürüttü. 2013 yılında Andante Dergisi ve Beyoğlu Belediyesinin ortaklaşa organize ettikleri ‘Donizetti Klasik Müzik Ödülleri’ gecesinde ‘’V. Murad’’ Balesi ile ‘Yılın En İyi Bale Yapımı’ ve ‘Yılın En İyi Koreografı’ ödülüne Armağan Davran ile birlikte layık görüldü.
2014 yılında Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Festivaller, Yarışmalar ve Turne Organizasyon Koordinatörlüğüne sonra da aynı yıl Samsun Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğüne Müdür ve Sanat Yönetmeni olarak atandı.
2010 yılında “Üç Silahşörler”, 2011 yılında “Notre Dame’ın Kamburu”, “Uyuyan Güzel”, 2012 yılında “V.Murad”, 2014 yılında “Piri Reis”, 2015 yılında “Ateşkuşu, “Danzon”, “Kuğu Gölü”, 2016 yılında “Romeo ve Juliet”, Vivaldi “Dört Mevsim”, ayrıca Ankara Devlet Tiyatrosunda “Tembel Memiş” ve “Tiyatro Makinası” adlı oyunların koreografilerini son olarak da 2018 yılında “Troya” adlı eserin koreografisini gerçekleştirdi.