Kış bastırdı, kar kapımızda; bahar kendisini gösterene kadar her an tedirginlikle aklımızda. Tam da bu mevsimde Ankara Devlet Opera ve Balesi (ADOB) kış manzaralı bir eser, La Bohème ile sezonun gerçek açılışını yapıyor. La Bohème, Giacomo Puccini’nin Henri Murger’in "Scènes de la vie de Bohème" (Bohem hayatından kesitler) adlı hikâyelerinden esinlenerek Luigi İllica ve Giuseppe Giacosa’nın yazdığı libretto üzerine bestelediği 4 perdelik adlı operası. Efsanevi şef Arturo Toscanini’nin yönettiği dünya prömiyeri 1896’da İtalya’da, Türkiye prömiyeri 1948’de Ankara’da gerçekleşmiş.
KONU VE KARAKTERLER
Kısaca Paris’te sanatçıların yaşadığı biraz yoksul, biraz düşkün ama yer yer de gençlik eğlenceleriyle dolu hareketli bir hayattan kesitler sunulan eserde ana tema hüzünlü bir aşk öyküsü. Şair Rodolfo (tenor), ressam Marcello (bariton), müzisyen Schaunard (bariton) ve felsefeci Colline (bas) aynı evde kalan arkadaşlardır. Dört kafadarın kira ödeyememeleri nedeniyle ev sahibi Benoit (bas) ile başları derttedir. Öte yandan Marcello’nun uzatmalı sevgilisi şarkıcı Musetta (soprano) onu yaşlı ve zengin üst düzey devlet erkânından Alcindoro (bas) ile kıskandırmaya çalışmaktadır. Fonda sokak satıcıları, sokakta oyun oynayan çocuklar, işçi kızlar, askerler, garsonlar ve mahallelilerle hareketli bir kış kompozisyonu. Ama tüm bunların önünde anlatılan Rodolfo ile Mimi’nin beraberlikler ve ayrılıklarla dolu büyük aşkı ve Mimi’nin verem hastalığı.
SANATÇILAR
Aslında birden çok başrolü olan eserin 3 Aralık 2016 prömiyer temsili öyle başarılıydı ki kimi daha çok öveceğimi bilemiyorum. Puccini eserde pek az arya veya düet sonunu alkışlamaya izin verecek şekilde tasarlamış, biri biterken öbürü başladığı için yeterince alkışlamaya imkân olmuyor, oysa seyirci olarak buna ihtiyacımız var. Aslında biz seyircilerin böyle güzel sanat sunumlarına ne çok gereksinmemiz olduğunu; yaptıkları işin ne denli elzem ve hayati olduğunu sanatçılara ifade edebilmeliyiz.
Mimi rolünde Esin Talınlı unutulmaz bir kompozisyon çizdi. O hem sesiyle hem de oyunuyla gerçek bir terzi kız, romantik âşık, ölüme yakın bir verem hastasıydı. Eleştirilecek hiçbir yanı olmadığı aldığı ona yakışan büyük alkışlardan da belliydi.
Nedense yurtdışında önemli sahnelerde rol alan sanatçılar ülkede sahneye çıkınca aynı performansı bizim seyircilerden esirgerler. Rodolfo rolünde Murat Karahan ise uluslararası sahnelerdeki tüyler ürpertici performansını aynı düzeyde sundu. Öylesine harikaydı ki yanımdaki seyirci gözlerinde yaşlarla “demek ülkemizde sanat bitmemiş!” dedi. Bense onun adını değiştirmeye karar verdim, bundan sonra Murat Karahan’ın adı bence Pavarotti’den esinlenerek Muratotti olmalı!
Marcello rolünde Eralp Kıyıcı’yi tarif etmek imkânsız, onun içinde birden çok kişiye yetecek kadar ses ve yetenek var. Günlerce dinlense ve izlense doyulmaz. İnsanlığın değerlerini unuttuğu zamanlarda onları kendine getirecek, insanlığa dair acıları ve sevinçleri hatırlatacak, insan olmanın anlamını yeniden düşündürecek bir ses onunki.
8. Ulusal Genç Solist Yarışmasında Necdet Aydın Sahne Yorumu Özel Ödülü sahibi Zerrin Karslı asla bayağı olmayan bir koket ama pırıl pırıl sesli duygulu bir koket, yani tam dozunda bir Musetta yorumuyla ödülü ne kadar hakkıyla almış olduğunu ortaya koydu. Belli ki sanat yaşamı başarılarla devam edecek.
Colline rolünde Özgür Savaş Gençtürk’ün gerçekten büyük, güzel ve etkileyici bas sesi tüm salonun her köşesine ulaştı, tüm gönülleri fethetti. Schaunard rolünde Emre Uluocak özellikle sahiden yaşayarak yorumladığı sahnesiyle abartıya kaçmayan şakacı “bir dost” kompozisyonu çizdi, sanki arkadaşımızmış gibi ona güven hissettik. Levent Akev, huysuz yaşlı, azıcık içkiyle dili çözülen ev sahibi Benoit karakterini kısacık rolünde betimleyiverdi. Oyuncakçı Parpignol rolünde M. Murat Burak isabetle seçildiklerini kanıtladılar. Yapımın başka kastları da var. Laf aramızda, özellikle Esra Çetiner Tural, Tuğba Dekak, Aslı Kıyıcı’yı da dinlemek için sabırsızlanıyorum (pozitif ayrımcılık yaptım!).
Maestro Alessandro Cedrone şefliğinde ADOB orkestrası temsilin en başında, belki özellikle biraz forte, biraz Verdi’msi çalarak şancılarda ve seyircilerde bir heyecan yarattı, bu duygu temsilin sonuna dek coşkuyla sürdü. Mikhail İskrov’un yönettiği koro ve Ayşegül Erşahin’in yönettiği çocuk korosunun da bu coşkuya büyük bir katkısı oldu.
SAHNELEME
Eseri sahneye koyan, günümüzün en genç ve nadir sayıdaki kadın opera rejisörlerinden Aylin Bozok (d. 1984), iki değerli kemancımızın kızı. Çocuk korosunda küçük yaşta başladığı sanat serüveni onu İsviçre ve Ankara’da (Bilkent Üniversitesinde Tiyatro Yönetmenliği) hep sahnelerde dolaştırmış. Aldığı Stanislavski Sistemi eğitimi ile sanatçıların sahnede oyun ve şan yorumunun ötesinde “o andaki deneyimlerini” de “doğallık içeren” yorumlarına katmalarına önem vermesi belli ki eserlerinde fark yaratan en önemli unsur olmuş.
Öyle ki Avrupa’da sahneye koyduğu eserlerde (Werther, Suor Angelica, Pelléas et Mélisande, Il Tabarro, Rake’s Progress, Lakmé, I Capuleti e I Montecchi) eleştirmenlerden hep beş yıldız almış. Hepsi ağız birliği etmişçesine onun rejilerini “kendine özgü ve yaratıcı, sanatçıları rol yapma telaşı olmadan, sahiden anlatılan olayın içinde yaşayarak içten yorumlarını katmalarına yönlendirerek, telaşsız, duru, dengeli, zevkli ve yoğun stilize kontrol içeren” yorumlar olarak tanımlamışlar. Bir tür sahnede gerçeklik, rol yapma değil. Sanatçıların doğal duygusal ifadelerinin karakterleri daha gerçek ve inandırıcı kıldığını, bunun da izleyicilerde yoğun duygulanmaya ve kendilerini oyunun içinde hissetmelerine yol açtığını, gözyaşlarını ve hıçkırıklarını tutamayanlar olduğunu eklemişler.
İzleyicilerdeki bu yoğun alımlamanın Bozok’un ciddi ve titiz dışavurumculuk becerisine bağlı olduğu belirtiliyor. Bozok, sahnelediği eserlerde sanatçılara bir tür “psikodrama” denilebilecek bir deneyim yaşama olanağı tanırken, bir yandan da hiçbir şeyi şansa veya özensizliğe bırakmamış, aksine yorumun her bir noktasını titizlikle ele almış. Rüyamsı bir mecrada minimalist öğelerle gerçek ötesi bir sahne yaratmış. Eleştirmenler bunu usta işi “dizginlenmiş güç” olarak tanımlıyor. Daha fazla ne söyleyebilirlerdi ki, zaten 2014’te WhatsOnStage Opera yarışmasında seyircilerin oyuyla “Geleceğin Yönetmeni” seçilmiş.
ANI BEYAZI ANLATIM
Bozok’un ADOB’daki La Bohème sahnelemesi doğrudan olayların anlatımı yerine sanki Rodolfo’nun anılarıymış gibi tozlu, silik anı beyazı renginde. Hatta oyuncakçı Parpignol’ün elindeki oyuncak kutusunda geçiyor. Oyun, oyuncak kutusu içinde bir oyun. Rejisör Aylin Bozok’un minimalist ve rüyamsı sahneleme üslubu Talat Ayhan’ın üşüme hissi veren küflü buz beyazı dekorları ve Gazal Erten’in dekorlara benzeyen renk ve desendeki 1900’lerin Paris Dünya Fuarı modası şık ve zarif kostümleri, tüm anlatılanların anı olduğunu hissettiren beyaz yüz makyajları tam bir bütünlük içinde. İlk perdedeki soba bile dönemin sobası. Bu estetik görüntü Fuat Gök’ün duyu uyarıcı (örneğin soğuk havada buz rengi, sıcak havada sarı renkli veya rüya duygusu için mat ışıklar) ışık tasarımı ile birleşince izleyenler de kendilerini olayların içinde yaşar buluyor. Hafif abartılı tiyatrovari mizansenler rüyamsı betimlemeyi destekliyor. Eserin dört perde yerine birleştirilmiş iki perde olarak oynanması da perde arasında bu büyünün dağılmasını engelliyor.
Aylin Bozok sanatçılara kafasındaki kavramı anlatabilmiş ve onları da bu hayal dünyasına çekebilmiş olmalı ki her biri sahnede değil, kendi anılarında dolaşıyor, kendilerini yaşıyorlar gibi. İçlerindeki şakacılık, dostluk ve sevgi Parpignol’un oyuncak kutusundan ortaya saçılıvermiş. Kırk yıl düşünsem örneğin Eralp Kıyıcı’nın sahnede yerlere yatacağını, dans edeceğini hayal edemezdim, üstelik de Murat Karahan’la dam olarak vals yapacağını ve bizi gülmekten yerlere yatıracağına inanamazdım! Bu sahneleme öyle ilginç ki, sadece eserin karakterlerine değil, derinlemesine sanatçıların ruhuna ulaşılmış, onlarla nihayet tanışılmış olunuyor.
İliklerimize kadar etkilenmiş olarak temsilden evimize dönerken “görsel açıdan fazla da bir şey yoktu canım, diyenler olabilir”. Sanatçılar da aynı şeyi hissetmiş olabilir. Bu yeni üsluba alışmak zaman alabilir. Ama temsilden sonra artık aynı insan olmama, değişmiş-dönüşmüş-evrilmiş olma durumu, ADOB’un güvenerek ve isabetli bir kararla genç beyne teslim ettiği; titiz yaratıcılık çalışması ile sahnedeki ve orkestra çukurundaki yetenekli sanatçılarla neler üretebildiğinin bir üst düzey örneği olan La Bohème için geçerli!