Sahneleme Üzerine
Ankara Devlet Tiyatrosu‘nun sahnelediği 31 Ekim ve 2 Kasım 2024 temsillerini izlediğim Sefiller adlı eserin sahnelemesi üzerine yorumlarıma devam ediyorum. Eserin rejisi, koreografisi, dekor, kostüm ve müziği, özetle sahnelemesi üzerinde ayrıntıyla durulmasını gerektiriyor. Yazımın “Genel Bilgiler ve Yorumlayıcı Sanatçılar” başlıklı ilk bölümüne bu portalın https://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/pinar-aydin-o-dwyer/sefiller-oyun-mu-gercek-mi-2/3417/ adresinden ulaşılabilir.
REJİ, DEKOR, KOSTÜM ve IŞIK TASARIMI
“Sefiller” sinematografik bir sahneleme ile sunulduğu için tüm unsurların birlikteliğinin çok etkileyici olduğunu belirtmeliyim. Öncelikle sahnenin az gerisindeki dönen platform neredeyse kelamı olan başlı başına anlatım objesiydi. Karakterlerin platform üzerinde dönüşleri bazen fiziksel olarak kat ettikleri mesafeyi, uzağa yolculuklarını anlatıyordu. Bazense zaman içindeki yolculuklarını betimliyordu; şimdiki zaman, geçmişe veya geleceğe yolculuk şeklinde, karakterlerin dönen platformun üzerindeki hali yaşam akışlarının ta kendisiydi.
Örneğin, Jean Valjean uzağa ve yaşamının sonraki dönemine yürüyor yürüyordu, dönen platformla. Öte yandan platform Jean Valjean’ın duygu durumunun ifadesiydi de. Petit Gervais sonrası üzüntü ve pişmanlığı Jean Valjean’ın dönen platformda bedenini geriye, yüzünü göğe çevirişiyle tanımlanmıştı ki bu sahnede hem Durukan Ordu’nun beden pozisyonu hem de anlatım tekniğinin etkileyiciliği nedeniyle gözlerim doldu. Özetle platform ve rejisör İpek Atagün Gezener1 tarafından en ufak bir mübalağa olmaksızın, son derece etkileyici ve yaratıcı biçimde kullanılmıştı.
Büşra Eroğlu Doğan’ın yarattığı dekor tasarımı açısından platforma ek olarak 1-2 hareketli pano, gelip giden 4-5 iskemle, 8-10 hareketli sokak lambası, basit çan kulesi, kar yağışı dışında bu denli az obje bulunan Peter Brook tanımıyla “Boş Alan”ın zihnimde bu denli yoğun duygu ve görüntülerle algılanabileceği hiç aklıma gelmezdi (Boş Alan. Çev: Ü. İnce, Afa Yayınları, 1990).
Hemen yeri gelmişken Gökçe Şener’in kostüm tasarımının göze batmayan ama zihni yeterince ikna edici olduğunu belirtmeliyim. Kostümler hem dekorla uyumlu, hem danslar ve zor beden hareketlerine elverişli hem de olayları betimleyiciydi. Jean Valjean’ın yaşam dönemlerini vurgulayan ceketleri, dansçıların kış ayında ceket ve atkı kullanımı, Madam Thénardier’nin önü açık etek çemberi, Hancı Mösyö Thénardier’nin kurnazlık sembolü kostümü ile ikinci perdede yaşlılık sembolü kamburu harikaydı. Konu gereği Éponine’in babasına başkaldırma sembolü botlarına ek olarak tüm kostüm ve botların dramaturjik olarak hem döneme, hem de o sosyal sınıflara tam uygun olduğunu da ifade etmeliyim.
Keza Önder Arık‘ın fonda olay ve duygu anlatımına katkı sağlayan renkler, mahkeme sahnesinde zeminde kâğıt biçiminde ışık huzmeleri o kadar başarılıydı ki yağmur sahnesinde fonda çisil çisil damlaları görme ihtiyacı hissetmedim.
Platform olmaksızın da anıların ifade edildiği sahneler vardı. Cosette’in “Sen benim babam değilsin” dediği sahnede fonda flu bir anı fotoğrafının önünde dansçıların geçmişten enstantaneler şeklinde duruşları ve onların önünde Jean Valjean ve Cosette’nin geçmişi seyredişi gibi. Başka bir sahnede küçük Cosette arkada, geçmişte kalmış; erişkin Cosette’in önde, bugünde yürüyüşü; erişkin Cosette’in küçükken ağır su kovasını nasıl zorla taşıdığını hatırlayışı ve karşısındaki küçük Cosette ile göz göze gelişi, erişkin Cosette’in annesinin ölümünü anımsayınca flash-back sahneleri geçmişle-o anın karşı karşıya getirilişiydi.
Diğer bir reji unsuruna gelecek olursak; romanda sayfalarca yazılarak anlatılmış olanları bir kıvrımla anlatabilen “kırmızı kurdeleler”! Zemine serilen bu “sembol dili imgesi” “tekrarlayıcı obje” kurdeleler yeri geldiğinde Yunan mitolojisi kader tanrıçaları Moira’ların ördüğü kader ağlarını veya İslam’daki “zaman ve tevafuk”u ifade ediyordu. Gerektiğinde de, farklı ev ve binalar gibi mahalle mekanlarının duvarını çiziyordu âdeta. O mekanlarda geçmişe yolculuk ve o günde geri dönüş üçgeni de olan kurdeleler Jean Valjean özgürleşince de hâlâ geçmişinin kalıntısı olarak bavulundan ve pantolon arka cebinden sarkıyordu. Cosette bir adama âşık olduğunu ilan edince, “can”lı kurdeleler “artık yapacak hiçbir şey kalmadı” dercesine yere dağılıp “can”larını yitirdiler.
Özetle tümü kendimi bir tiyatro reji atölyesine katılmış gibi hissetmemi sağladı, ufkum genişledi, bilgim arttı.
KOREOGRAFİ
Başından itibaren reji-koreografi beraber ilerlemiş olduğundan tüm eserde birbirini sıkı sıkı tutmuş sağ ve sol el gibiydiler. Danslar süsleme amacıyla yamanmamıştı, anlatımın öz-kardeş unsuruydu. Koreograf Aslı Güneş Sümer’in2 yaratımıyla sadece dansçılar değil, başroldekiler de dahil tüm oyuncular da dans ediyorlardı ve tüm danslarda en ufak bir aksama, beraberliğin sağlanması gibi sık rastlanan hatalar olmadı. Bu başarının sırrını sorduğumda İpek Atagün Gezener ve Aslı Güneş Sümer, “Piyesin hazırlığının yaklaşık beş ay süren çalışmalarla gerçekleştiğini” anlattılar. Önce atölye çalışmaları ile oyun içindeki duygular sanatçılara aktarılmış, sonra onların edindiği duyguların sahnede yorumu üzerine sayısız prova yapılmış. “Beden ve kendi oyununa güven duygusu zaman alır.”, dediler. Sonuç harikaydı; örneğin kürek mahkumlarının dansının dehşeti, kalabalığın betimlendiği dans sahnesi, yaşamı ve güveni kırılganlaşan Fantine’in Coppelia balesindeki (beste: Léo Delibes, 1870) kukla gibi “kader” tarafından oynatılması zihnimden hiç silinmeyecek.
Yine çok çarpıcı bir dans sahnesi Cosette ve Marius birbirlerinden uzaktayken Cosette’in yanında erkek dansçı, Marius’ın yanında kadın dansçının dans ettiği sahneydi. Dansçılar âdeta Cosette ve Marius’un birbirlerine söylemek istediklerini dansla iletiyorlar ve birbirlerine cevap veriyorlardı.
Söz etmeden geçemeyeceğim reji-koreografi beraberliğinin ürünü, barikat sahnesine gelince; E. Delacroix’nın “La Liberté Guidant le Peuple” (Topluma Yön Gösteren Özgürlük, 1830) adlı tablosunun canlanmış şekliydi adeta.
MÜZİK
Ekin Eti’nin3 reji içine gömülmüş orijinal müziği “hey, bakın ben buradayım” diyen bir müzik değildi. Aksine “anlatılanlara göz ve kulak kesilin” diyen, derinden gelen bir nefesti; sahne çalmıyor, olayları ve duyguları yönetiyor, açıklayıcı dipnot görevi görüyordu. Dansçılara eşlik etmekle kalmıyor, aynı zamanda oyuncuların repliklerin antresini veriyor, selamda onlara beraber olmaları için orkestra şefliği yapıyordu. Beni asıl etkileyen ve belki de müziğin varlığının farkına vardığım bölüm Éponine’in yağmur altında aşkına kurban olmaya karar verdiği bölümdeki müzikti. Bu bölümün melodisi değil, uyandırdığı duygu, “Jesus Christ Superstar” adlı müzikaldeki (beste: Andrew Lloyd Weber, 1973) İsa’nın “Bir şey söylemek istiyorum” (I only want to say) adlı şarkısının yaşattığı duyguya götürdü beni. Çünkü Éponine’in son sözleri: “Aşkın başlattığını ancak tanrı tamamlayabilir”, idi .
SONUÇ
Rejisör İpek Atagün Gezener, yaptığımız kısa sohbette, Jean Valjean’ın yaşamını bir tür tevafuk, yani tesadüflerle dolu olmayan; ilahi zamanlamada yaşamın içindeki olayların yerine oturması olarak ele aldığını belirtti. Eserdeki “Neredeyiz, nereye gidiyoruz? Biz kimiz?” sorularının yanıtını, başına Jean Valjean’ın yaşadığı adaletsizliklerin bir türü gelmiş olanlar, belki de tevafuk dahilinde yaşayacaklarıyla verecek.
Oyunun bitiminde, tüm sanatçıların sadece salona değil, balkon seyircisine de selam vermesi, bir yandan adil saygıdan dolayı, diğer yandan benzer duygular-olaylar yaşamış olanlara herkese yalnız olmadıklarının ifadesi açısından çok değerliydi. Ben her iki temsilde hem kendi yaşadıklarımı hatırladım, hem de başka sanat eserlerinin yaratmış olduğu duygularla doldum. Bence “başka sanat eserlerinin uyandırdığı duyguları anımsatan eser” sanat eseridir. Cosette, Jean Valjean’dan ayrılırken “Baba elimi bırakma!”, diye haykırıyor. Ben de “Sanat, beni bırakma” diyorum!
Pınar Aydın O’Dwyer
8 Kasım 2024, Ankara
1 İpek Atagün Gezener: 2000 yılında Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Anasanat bölümünden mezun olmuş, 2000-2005 yılları arasında aynı bölümde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. 2005’te Ankara Devlet Tiyatrosu’nda (ADT) sanatçı olarak göreve başlamıştır. Çok sayıda oyunda rol almış ve sayısız oyun yönetmiştir. Halen ADT’de ve çeşitli özel tiyatrolarda oyuncu ve yönetmen olarak çalışmakta, konservatuarlarda eğitimciliğe devam etmektedir.
2 Aslı Güneş Sümer: Ankara Devlet Konservatuarı’dan üstün başarı ödülüyle mezun olduktan sonra Ankara Devlet Opera ve Balesi (ADOB) Modern Dans Topluluğu’nda (MDT) kariyerine başlamıştır. London Contemporary Dance School ve İmpulstanz gibi prestijli okullarda çağdaş dans, bale ve emprovizasyon eğitimleri almış, yurtdışında çeşitli projelerde Türkiye’yi temsil etmiştir. Halen, sanat yönetmenliğini Bürge Kayacan’ın yaptığı MDT’de, Deniz Alp ile yardımcı sanat yönetmenliği görevini sürdürmektedir.
3 Ekin Eti: 2002 yılında ADK Trombon bölümünden mezun olmuş, önce Hacettepe Üniversitesi Senfoni Orkestrası’nda, ardından CSO’da görev almıştır. Barok, klasik batı müziği, opera müzikleri, Anadolu türküleri ve caz türlerinden oluşan bir repertuvar oluşturup, “Voice of Brass”, “Hoppa Essentials”, “MCNKY”, “Ankara Trombon Dörtlüsü” gibi grupları kurmuş ve bu gruplarla yurtiçinde ve dışında birçok konser vermiştir. Karadeniz Üçlemesi, Aşık Veysel ‘İNSANLIK DAVASI’, Yunus Emre ‘AŞK OLSUN’, Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli ‘ERENLERLE YOLA ÇIKMAK’ gibi senfonik bestelerine ek olarak çok sayıda tiyatro oyununun, belgeselin, kısa ve uzun uzun metrajlı filmin bestesini yapmıştır. Seda Bağcan, Sonat Bağcan, Serenad Bağcan ve Halil Sezai ile albüm çalışmaları yapmış olan Eti halen beste ve düzenleme çalışmalarının yanı sıra CSO’da Trombon Sanatçısı olarak görevine devam etmektedir.
Not: Temsil izlenimlerini benimle paylaşan C.M.C.’ye teşekkür ederim.