Saat kaç oldu? Gideceğiniz yere yetişebilecek misiniz? Ya da yapmanız gerekeni zamanında yapabilecek misiniz? Yoksa beklerken zamanı nasıl öldüreceğim diye telefonunuzdaki oyunlara mı sarılmaktasınız? Telefonunuza bakarken eminim eski fotoğraflara da göz gezdirmişsinizdir; onlar çekileli daha dün gibi, ama aslında ne çok zaman geçmişti, değil mi? Fark etmesiniz de yaşam geriye bakamadan hızla akıp gidiyor…
Bir süreliğine bileğimizdeki saati unutup tarih ve bellek içindeki zamanda dolaşmaya ne dersiniz?
Zamanın Hızı
Baskıcı Avrupa Orta Çağında dua ederken rahibelerin ağızlarından çıkan fısıltılar duyulabilse de o sırada akıllarının içinden ne geçtiği kontrol edilemeyeceğinden hiç değilse dua etme sürelerinin ölçülmesi yoluna gidilmiş. Bu amaçla o dönemde henüz bildiğimiz saatler icat edilmediğinden kum saati geliştirilmiş. Böylece ne kadar süre dua edildiği izlenebilir, buyrulandan daha kısa süre dua etmeye yeltenenler uyarılabilir olmuş, “hadi bakalım duaya devam”, ya da “olmadı baştan”…
Ancak gel zaman git zaman, şişeciklerin içindeki kum taneciklerinin birbirine sürtüne sürtüne ufaldıkları ve bu yüzden de alt hazneye daha kısa sürede aktıkları fark edilmiş. Kum saatine bir metafor olarak bakılacak olursa “Yaşlanmak da kum saatine benzer”, denilebilir; yaş ilerledikçe zaman daha hızla akar, yokuş aşağı yuvarlanan bir top gibi sürati giderek artar. O halde insan yaşamı bağlamında zaman, ivmelenen bir değişkendir.
Salvatore Dali’nin Belleğin Azmi (Persistence of Memory) adlı meşhur eriyen saat resminin de anlattığı, çabucak akan zaman esirliğinin insanlara fazlasıyla hızlı gelmesi, günümüzün gerçekliği anlamında ruhların bedenlere yetişemiyor olması olabilir mi? Çağdaş sanatçı Daniel Arsham da Düşen Saat (Falling Clock) adlı eserlerinde aynı bu konuyu betimlemiş, zaman artan hızla adeta düşüyor!
Aynı kum taneciklerinin incelmesiyle aralarındaki boşluğun görece artışı misali, yaş ilerledikçe dost ve akrabalarla ilişkiler ve iletişim de azalır. Öte yandan bilimsel veriler, hızla ve daima ileri doğru sarılan zaman boyutunun, galaksiyi de hızla genişlettiğini, buna bağlı olarak gezegenler arasındaki mesafenin giderek arttığını ve bir gün enerji azalması nedeniyle galakside görülebilecek en yakın gezegenin bile görülemeyecek uzaklıkta olacağını göstermiştir. Bu yalnızlaşma şu anda bize sonsuz kadar uzak gelse de ve biz görmeyecek olsak da, zamanı gelince gerçekleşecek. Bu açıdan insanın da yaşamı içindeki görece yalnızlaşmasının gezegenimizin yalnızlaşmasına benzediği düşünülebilir.
Zaman Hızını Değiştirebilmek
İnsanlığın herhalde gelmiş geçmiş en büyük arzusu yaşam ivmesini istediği şekilde dizginleyebilmek ya da tatsız bir olayın bir an önce bitmesini istediğinde hızlandırılabilmek olmuştur. Var olalı beri imkânsızın peşinde koşup durmuştur insanoğlu ve türlü türlü yöntemler denemiştir. Basit ve güncel bir öneri, ömür törpüsü cep telefonu kısa bir süre kapatılabilse zaman lastik gibi uzatılmış olmaz mı? Ama telefonsuz bir an geçirmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Diğer bir seçenek de Jules Verne’nin 80 Günde Devr-i Âlem’inde (1872) anlattığı sürekli doğuya doğru yolculuk yaparak bir gün kazanmak olur ki, inanın değeceğine emin değilim (1).
Einstein’ın ortaya koyduğu izafiyetin etkisi pek de yabana atılabilecek bir etki değildir. Gerçekten de zaman göğün yüksek irtifasında yeryüzüne göre daha hızlı ilerler. Öte yandan uzayda farklı yörünge veya yolculuk hızlarında zaman geçirip ilk bulundukları yere geri dönenler, o yerde kalanlara göre daha yavaş yaşlanır. Yıldızlararası (İntersellar, Yönetmen: C Nolan, Oyuncular: M McConaughey, J Chastain, M Caine. 2014) adlı filmde bir süre uzayda kalan baba yaşlanmamış olarak evine döndüğünde, babasını bekleyebilmesi için dondurularak yaşatılmış ve doksan dokuz yaşına varmış olan kızı nihayet ölür. Kızının DNA’sının ucu dünya hızı katsayısıyla hızla kısalırken babanınki uzay katsayısıyla daha yavaş kısalmıştır. Diğer bir deyişle Yunan Mitolojisindeki kader tanrıçaları Moira kardeşlerin kader ipliği yeryüzü yaşam hızı oranında kısalmaktadır.
Belki de “telefon kapalı uçuştan” sonra zaman, uçaktan inince gökte geçirilen sürenin sadece Einstein’ın tanımladığı izafiyetten değil de telefon ile beraber zihnin günlük yaşamın incir çekirdeğini doldurmayan yığınla gereksiz ayrıntılarına kapalı oluşundan genleşmektedir. Jet-lag’in insanın zihninin uçağın kalktığı yerde kalması, bedenininse uçağın vardığı yere ulaşması olarak düşünülebilir. Kimi Afrikalı kabilelerin şaman inanışıyla, bir yerden başka bir yere doludizgin giderlerken arada durup ruhlarının bedenlerine yetişmesine zaman tanımaları, bir tür jet-lag inanışı olarak yorumlanabilir.
Zaman Türleri ve Ölçülüş Biçimleri
Zaman birkaç şekilde tanımlanmaktadır: Bunlardan biri yerkürenin evren içindeki konumu ve kendi çevresinde dönüşüyle ortaya çıkan “evrensel zaman”dır. Bu zamanı salise, saniye, dakika, saat, gün, ay, yıl kavramlarıyla hassas şekilde ölçmeye çalışmak, o gün bugündür insanlığın önemli bir derdi olmuştur. “Saat zamanı” ilk çağlardan itibaren önce güneş saati ve su saati, ardından da kum saati ve mum saati ile izlenmiş. Bunlar varken yüzyıllar sonra, 14’üncü yüzyılda mekanik saat icat edilmiş ve Londra’da bir meydana da dikilmiştir (Anadolu’daki ilk saat kulesi İzmir, 1901). 19’uncu yüzyılda endüstrinin zorlamasıyla insanlar trene, gemiye ve fabrikadaki işine zamanında yetişebilsin diye mekanik meydan saatleri yaygınlaşmıştır. 1884’te ise Greenwich dünyanın zaman merkezi olarak ilan edilmiş; işte size zamanın emperyalizm tarafından teslim alınışı!
Evrensel zaman, bedenin yaşam içindeki devinimiyle ortaya çıkan “biyolojik zamanı” etkiler, çünkü beden yaşlanmasının genetik ve çevresel etkenlere bağlı kişiye özgü bir hızı da vardır. Bu hızı DNA yaşlanması ile ölçebilmek demek, neredeyse kaderi bilmek olacaktır ki o zaman da falcılar “üç zaman içinde” yerine “üç kromozom eskimesi süresinde” terminolojisine terfi olacaklardır.
Öte yandan bedenin içinde de zaman önemli bir rol oynar. Örneğin sağ yandan gelen bir ses sağ kulağa daha çabuk, sol kulağa biraz daha geç ulaşır ve beyin iletim faz farkının hızından dolayı sesin kaynağının sağda olduğunu anlar. Benzer şekilde iki elde farklı ağırlıkta cisimler olduğunda içinde ağır cismi tutan elden daha hızla ileti beyne ulaşır. Böylece hangi elde daha ağır cisim olduğu algılanabilir (2).
Zamanı Geri Çevirmek
“Trene koş, otobüse koş, vapura yetiş, arkadaşı bekle, paydosu bekle, telefona bak, ona buna mesaj yetiştir” yerine örneğin Harry Potter’ın sihirli saatiyle zamanda geri ileri hareket edebilme serbestliği olsa ne kadar harika olurdu (The Prisoner of Azkaban, Yönetmen: A Cuaron, Oyuncular: D Ratcliffe, E Watson. 2004)! 1895’te H.G. Wells insanlığın dileğini Zaman Makinası (3) adlı kitabında sözcüklere dökünce zaman içinde ileri geri gidebilmenin imkânsızlığı daha net biçimde anlaşılmış olmasına rağmen yüreklere bir umut ışığı doğmuştur, ama ancak o kadar…
Wells’den ilhamla ileri geri sarmak hayalinin en unutulmaz örneklerinden biri olan Geleceğe Dönüş adlı film dizilerinde (Back to the Future, Yönetmen: R Zemeckis, Oyuncular: MJ Fox, C Lloyd. 1985) ana karakter aile geçmişini düzeltmeye çalıştığında kendi geleceğinin tehlikeye düştüğü ve yakın geçmişte çekilmiş fotoğraflarda kendi görüntüsünün silinmeye başladığı hatırlanacaktır. Esasen hafıza bu örnektekine benzer şekilde çalışır. İlk kez bir olay yaşandığında ya da bir insana, cisme bakıldığında bu görüntü ve deneyim, yanında bir de duygu ekli olarak önce silik şekilde beyne kaydedilir. Aynı deneyim tekrarlandığında daha güçlü duygu ile yeniden ilk anının üstüne yeni kayıt bir alınır. Diğer bir deyişle anı kaydı üste eklemeli değil, her seferinde tümden güncellemelidir. Duygu yüklü kayıt güncellenmedikçe silinmeye mahkûmdur. Gelecek geçmişe bağlıdır; geçmişin duygu eşlikli güçlü imgesi yoksa gelecek umudu da kalmaz, geleceğe dair beklenti geçmişin pamuk ipliği kayıtlarına dayanır. Özetle, anıları referans alan “zaman algısı”, özünde “kaydedilmiş duygular”dan ibarettir.
Madem ki zaman algısı her an bir önceki anı algılamak ve az ya da çok, net ya da bulanık şekilde kayda geçirmekle bağıntılıdır, o halde zaman teknik olarak hangi yöntemle ölçülürse ölçülsün, insan için zaman anıların arasındaki ilişkiyle ölçülür. Her yeni deneyim bir an öncesinin ipliğine bağlıdır. Birbirine bağlı iplikler anıları ve aynı iplikler sicim şeklinde hafızayı oluşturur, dolayısıyla anılar da belleğin zaman birimidir. Kader ağlarını ören Moira’lar boşuna ellerinde ipliklerle devamlı hayatı örmezler; geçmiş bellek örgüsünden, gelecek beklentisi de bu örgüye işlenmiş olanlardan ibarettir. Gelecek zamanlaması da geçmişe bağımlıdır. Sonuçta hayat denilen şey bir ipin üstünde danstır ve işte o ipin ucunu kaçırmamak gerekir.
Zaman Ölçütü
Aslında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde tüm bilgileri mükemmel şekilde özetlemiş (4): “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır...” Ya da ayarı insanın hafızasının ta kendisidir. Saat ne derse desin, bizim için geçen süre hissettiğimiz kadardır.
Ayarı insan! Bu ayarın boyutu zaman ise de tedarikçisi de hafızadaki anılar olmalıdır. Anılar, bölük parçalar halinde ve yanlarında eşlikçi duygularla bellekte yerini aldığında “zaman” da tanımlanmaya başlamış demektir, yakın ya da uzak dönem olarak…
Son sözü yine Tanpınar’a bırakacak olursak:
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında.
Yekpare geniş bir anın,
Parçalanmaz akışında.
PINAR AYDIN O'DWYER
Kaynaklar
(1). Verne J: 80 Günde Devr-i Alem (Çev: Güzelyürek P), İthaki Yayınları, 2016
(2). Weber Kanunu: https://scitechdaily.com/neuroscientists-make-major-breakthrough-in-200-year-old-puzzle Erişim: 22.09.2019
(3). Wells HG: Zaman Makinası (Çev: Gürses V), İthaki Yayınları, 2014
(4). Tanpınar AH: Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergah Yayınları, 2015
Not: Bilim ve Ütopya Dergisi Ocak 2020, Sayı 307, sayfa 62-64’te yayınlanmış ve izinle kullanılmıştır.