İstanbul Kadıköy Kızıltoprak’ta İstasyon caddesinden ayrılıp Feneryolu istikametine doğru giden Hüseyin Paşa Çıkmazı Sokağı 4 numaradaki Mehmet Ali Bey köşkü yüz yıl kadar önce çok bilinen bir adresti. Kadıköy bölgesinin “Kapalı Hayat Kutusu” konaklarını öyküleriyle birlikte bir kitapta toplayan Doktor Müfid Ekdal, Prenses Tevhide Köşkü’nü anlatırken hemen yandaki köşkü şöyle anımsatmıştı:
“Tevhide Hanım (Köşkünün) arka bahçesi, bir taraftan Hüseyin Paşa Köşkü’ne bir taraftan Prof. Mehmet Ali Bey’in (yanda) bahçesine bitişikti. Hüseyin Paşa’nın iki buçuk katlı ahşap köşkü ilkokul olmuş, biz de bu evde üç yıl okumuştuk. Okulun çocukları, Prenses Tevhide’nin ve Mehmet Ali Bey’in evlerindeki yaşantının, civardaki komşularına göre çok daha üst seviyede olduğunu hisseder, Mehmet Ali Ayni Bey’in evinden gelen Leyla Saz Hanım’ın çaldığı piyano seslerini duyarlardı.”
Abdülaziz’in ilk görüşte vurulduğu, ancak dönemin Mısır ve bölge politikasına etkileri dikkate alınarak evlilikleri “devlet yönetimince” engellenen Kavalalı Mehmet Ali
Paşa’nın torunu, Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın kızı Tevhide Hanımın kapı komşusu Leyla Saz Hanım’ın babası Giritli Hekimbaşı İsmail Paşa idi. İsmail Paşa, daha sonraki yıllarda Osmanlı tahtında oturacak Abdülmecit ve Abdülaziz’i sünnet de etmişti.
Hekim İsmail Paşa’nın bir özelliği de Üsküdar açıklarında, Kızkulesi çevresinde yakaladığı mevsim balıklarını, boğazına düşkünlüğüyle bilinen padişah Abdülaziz’e takdim etmesidir. Padişahın Tophane kasrına gidip sofrasını kurdurduktan sonra gözlerini Kızkulesi açıklarına dikerek, “ İsmail balık tutuyor”, “İsmail geliyor” diyerek hekimbaşının yolunu gözlediğini hukukçu yazar Abdurrahman Adil Eren’in 10 Aralık 1936 tarihli Tan gazetesindeki yazısından öğreniyoruz.
Leyla Hanımın yaşamı, altı Osmanlı padişahı, kurtuluş savaşı, Cumhuriyet’in ilanı dönemine denk geldi. Abdülmecit’in sadaret döneminde 1850’de Beşiktaş’ta doğdu, padişahın kızı Münire Sultan’ın yanında, Dolmabahçe Sarayında yaşadı, eğitim aldı. Abdülaziz tahtta çıktıktan sekiz yıl sonra,1869 yılında daha sonra Paşa unvanını alacak olan vilayet mektupçusu Sırrı Efendi ile evlendi. Anıları yayımlandı. Damadı Mehmet Ali Ayni Bey’in evindeki yaşam dönemi torunları tarafından yazıldı.
Leyla Saz Hanım, anılarında saray mutfağı gelenekleri ve sunumları hakkında doğrudan gözlemlerini kaydeden kadın yazar olarak da konunun meraklılarının ilgisini çekti. İkinci kuşak torunları, Leyla Hanım’ın bu gözlemci huyundan genetik pay aldılar. Hüseyin Paşa Çıkmazı No. 4 ve Osmanlılıktan Cumhuriyet’e Kızıltoprak kitapları bir dönemin en içte anıları arasında yer buldu.
Dr. Müfid Ekdal
Doktor Müfid Ekdal’ın (1918 – 2014), Leyla Hanım’ın çaldığı piyanonun seslerini duyduğu köşkün bahçesindeki mutfağı işlevi ve aşçısını özelliklerini de günümüze torun Ali Halim Neyzi Bey (1927 – 2005) 1983 yılında aktarma fırsatı buldu. Konağın aşçıbaşısı Bolulu İdris Efendi askerlik sırasında okuma yazma öğrenmiş, çalıştığı başka konaklarda yetişmiş ve usta olarak Mehmet Ali Bey konağına gelmişti. Neyzi, İdris Efendi’nin güne mutfaktaki büyük dökme sobayı yakarak başladığını, sobanın ortasında ateşin yakıldığı yere kömür doldurduğunu anlatır, kömürün konulduğu yerin “hemen üzerinde bir fırın, sobanın üst yüzeyinde ise, yuvarlak demir kapakları olan tencerelerin kaynatıldığı altı tane ‘göz’ denilen pişirme yeri vardı” diye yazar. Kitaptan öğrendiğimize göre, bu gözlerdeki kapaklar, kullanılacak tencerelere uygun farklı boyutlardaydı, sobanın sol yanında kaynar su gereksinimini devamlı sağlayan bir hazne bulunurdu.
Beyaz aşçıbaşı takkesi ve önlüğü ile İdris efendinin mutfak çalışmasını izlemeyi görev edinmiş olan Ali Neyzi’nin diğer gözlemlerinden bazıları da şöyle:
“Özel kesme tahtasının üzerinde ‘tak-tak-tak’ diye sesler çıkararak büyük ustalıkla soğanları incecik doğraması bana ilginç gelirdi. Ancak, yemekleri kıvama gelmeye başlayınca, yanına sokulmak bile tehlikeli olurdu. Üç veya dört göz ateşte fokurdayan çeşitli tencerelerine tıpkı yavrularını kovalayan anaç tavuklar gibi devamlı ilgi gösterir, birini açar koklar, birine su ekler, diğerine biraz daha tuz koyar ve hep oflayıp puflayarak bir tencereden diğerine atlar dururdu. İşin bu döneminde İdris efendiye pek laf söylenmezdi.”
Köşkün öğle ve akşam yemeği listesi, mutfağın özelliklerini anlatan Ali Neyzi beyin annesi Nezihe Hanım ile aşçıbaşı tarafından belirlenirdi. Yemek, bir tarafı bahçedeki mutfak bölümüne bakan, diğer yanından selamlık odasına komşu, büyüklüğü 90 metrekareyi aşan odadaki yirmi kişinin rahatlıkla sığdığı masada yenirmiş. Prof. Mehmet Ali Bey, sofraya katılmayan tek aile bireyi idi. 1913 yılında Trabzon valiliğinden emekli olan Mehmet Ali Bey, kendi çalışma odasının da bulunduğu ikinci katta hizmetlilerce götürülen yemeği yalnız yermiş.
Doktor Müfid Ekdal Bey’in duyduğu piyano seslerinin öyküsünü bir de köşkün o dönemdeki gençlerinin anlatımında okumakta yarar var. Nezih H. Neyzi (1923 – 1999), “Kızıltoprak’taki evimizde çok müzik yapılırdı” diye anlatıyor. Kardeşi Ali Neyzi (1927 – 2005) köşkün en kıdemlisi “Leyla Hanımefendi, etrafında dört veya beş kişiden oluşan bir fasıl heyetiyle, bazen yeni parçaları meşk eder, bazen de eski parçaları tekrar geçerler...” diye aktarır. Aile içinde “Mimi” adıyla anılan Leyla Hanım’ın kızlarından Feride Hanım ise “köy havalarına veya çifte tellilere kendini kaptırmıştı.”
Mimi ve Leyla Hanım’ın müzik dünyasına girebilen tek ortak kişi Hanende Hikmet Rıza (Sesgör) Hanım olmuş. Ankara Radyosunda da sanatçılık yapan Hikmet Rıza Hanım için Ali Neyzi Bey, “Köşkte iki ayrı dinleyici kuşağı arasında bu hanendenin paylaşılması hep mesele yaratırdı. Bunun nedeni, Hikmet Hanım’ın güzel sesi dışında geniş bir müzik bilgisi olmasıydı” diye yazacaktı. Köşkte kuşakların ortak dostu, 1931 yılında Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği “Ses Kraliçesi” yarışmasında en yüksek puanı almış, ancak, kazandığı puan “Türkiye Bülbülü” unvanını alması için yeterli olmamıştı. Yarışmanın ikincisi Safiye Ayla idi.
Köşkün üçüncü kuşağını oluşturan Leyla Hanım’ın torunları Refika ve Nezihe hanım ise “yabancı okullarda eğitim görmüş olmalarının” da etkisiyle klasik batı müziğini tercih ederlerdi. Köşke ilişkin gözlemlerini aktaran Ali ve Nezih Neyzi kardeşler ise caz müziğine daha yakın bir kültürle yaşamlarını sürdürdüler.
Evin konukları arasında Nezihe Hanım’ın okul yıllarında dönemin geleneğine uygun olarak kendisi için yazdığı bir şiiri armağan ettiği Leman Hanım da vardı. Nezih Neyzi, Osmanlılıktan Cumhuriyet’e Kızıltoprak Anıları kitabında konukla ilgili şunları yazacaktı:
“Leman Biret, İdil Biret’in annesidir, eşi Münir Biret de Sırrı dayımın arkadaşlarındanmış. (Ben) Liseyi bitirdiğim (1944) yıllarda İdil’in küçük kızken Kızıltoprak’a gelişlerini ve hemen açık bulduğu piyanoya tırmanıp oturmasını hatırlıyorum. Elleri daha çok küçük olduğu için bazen tuşlara yetişemezdi; bazen dirseğiyle de çalardı.”
Leman Biret, o yaz İstanbul’a gidişi, “İdil Biret’in Çocukluk ve Gençlik Yılları / Hatıralar ve Gazete Kupürleri Defteri”nde şöyle anlatacaktı:
“Küçük kompozisyonlarına da dört yaşında başlamıştı. Üç buçuk yaşında ilk defa İstanbul’a gittiği zaman cami ve minarelerle son derece ilgilenmiş, onlardan hem korkmuş hem de her fırsatta tekrar görmek istemişti. ...İstanbul seyahati üzerinde fevkalâde etkiler bırakmıştı. Ankara’ya döner dönmez pianosunda bu seyahat anılarını uzun uzun improvisation’larla canlandırdı.”
Vecdi Seviğ
24 Kasım 2024, Ankara
Editörün Notu: Yazının önemli kaynaklarından Dr. Müfid Ekdal, çocukluğumda bizim ailenin de doktoruydu. Hastalarıyla çok ilgili, gerçek bir Kadıköy Beyefendisi idi. ŞK