Bursa valisi, önündeki dilekçeyi okudu. Uludağ’ındaki karların kendisine ait olduğunu savunan yurttaş, bunları almak istiyordu. Vali, 1939 yılında başladığı mülki idare amirliğinde otuz yılı geride bırakmıştı.
Dilekçeyi bir kez daha inceledi, ekindeki padişahlık fermanını lise yıllarına kadar okulda öğrendiği eski yazı bilgisiyle gözden geçirdi ve karşısında oturan beyefendiye sordu, “Karları almanıza mani olan bir kimse var mı?” Dilekçe sahibi saygılı bir ifadeyle “Yok” yanıtını verince vali rahatladı, “O halde
istediğiniz kadar karı gidip rahatlıkla alabilirsiniz” dedi. Yurttaş odadan çıkarken mutluydu.
Olay, 1970’li yılların başında gerçekleşmişti, zamanın valisi Enver Saatçıgil de olanları anılarının arasına kaydetmişti. Vali binlerce yıllık kardan buz elde etme geleneğinin Osmanlı dönemindeki uygulamasından bir kesitin son izlerine rastlamıştı. Keşiş Dağı ya da “Ulubuzluk” olarak da anılan Uludağ 1300’lü yılların sonlarında I. Murat’tın saltanat döneminden itibaren sarayın buz kaynağı olmuş, bu işin ticaretini yapanları paraya kavuşturmuştu. Toplanan karlar yaz günlerinde şerbet, hoşaf ve ayranların soğutularak sunulmasını sağlıyor, dondurma yapımına yardımcı oluyordu.
Osmanoğulları’nın ataları, kar saklamayı binlerce yıl önce komşuları Çinlilerden öğrenmişlerdi. Anadolu’ya geldiklerinde bu topraklarda da yazın sıcak günlerinde aynı yöntemle soğuk lezzetler elde edildiğine tanıklık ettiler.
İstanbul’un fethinden sonra, göllerden kesilen buzların, dağdan indirilen karın hangi tarihlerde kimler tarafından toplanacağı, hangi iskelelerden payitahta gönderileceği gibi ayrıntılar da fermanlarla belirlenmeye başlamıştı. Bursa’da görevlendirilen “Buzcubaşı” ölünce yerine oğlu işi sürdürüyordu.
Fransız bitki uzmanı Pierre Belon, Bursa’dan İstanbul’a koca koca bloklar halinde kar getirilişini hayranlıkla izlemiş, dostlarına yazdığı mektupta anlatmıştı. Buzların bir bölümü padişahın uygun gördükleri kişilere de veriliyor, yapılan masraflar da hazineden karşılanıyordu. Buz kullanmak bir ayrıcalıktı. Fatih Sultan Mehmet’in 550 yıl önce halen İstanbul Kanalı açma projeleri yapılan bölgede üç haftalık av partisine götürdüğü buzların sadece taşıma parasıyla 1 milyon kilo ağırlığında ekmek almak mümkündü.
Tarihçi Fernand Braudel, Osmanlı vezirlerinden Sokullu Mehmet Paşa’nın 1578 yılında buz ticaretinden yıllık 80 bin altın kazandığını yazmış. Sokullu’nun bu ve benzeri kazançları günümüzde de adıyla anılan vakfa dönüşmüştü. Ünlü vezirin ölümünden yıllar sonra Sultan İbrahim'in eşi, IV. Mehmet'in annesi Turhan Hatice Sultan da bir vakıf kurmuş, vakıf gelirlerinden her yıl 20 bin akçenin
İstanbul Eminönü’ndeki Yeni Cami’nin sebilinden dağıtılan suyun karla soğutulması için harcanmasını vasiyet etmişti.
Osmanlı kar ve buz gelir gider hesabıyla uğraşırken Turhan Hatice Sultan’ın ölümünde henüz beş yaşında olan Antonio Vivaldi berber babasının yanında çıraklığa başlayacaktı. Keman çalmasını öğrenecek, besteler yapacak ve “Dondurucu buz gibi soğukta,/Gümüş gibi parlayan karda,/Buz gibi
poyraz estiğinde herkes,/Adımlarını vurarak yürür, acı donda dişler takırdar.” dizelerini notaya aktaracaktı.
Bilkent Senfoni Orkestrası’nın iki yıl önceki konser programına Dr. Onur Türkmen’in yazdığı notlarda okuyucuya anımsattığı “Buz üzerinde kayıp düşmemek için,/Birçokları pür dikkat yürürken,/Kayar düşerler sonunda” dizeleri Vivaldi’nin Dört Mevsim adıyla en çok seslendirilen besteleri arasında başköşeye oturacaktı.
Osmanlıların buza ilgisi sürdüyordu. Tarih yazarı İbrahim Hakkı Konyalı’nın anlatımıyla, nüfus arttıkça, buzla tedavi edilen hastalıklar çoğaldıkça, 1800’lü yıllarda İstanbul’da kar ve buz sıkıntısı çekiliyordu. İngiltere, Norveç ve Amerika’dan buz ithal ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu da aynısını yaptı. Sultan Abdülmecid 1856’da Amerika’dan getirilecek buzların ithal işlemleri ve satış fiyatları konusunda Zaptiye Müşiri İzzet Paşa’ya gerekli talimatı verdi. Artık kesesinde parası bulunanlar torbası yarım kuruşa buz satın alabiliyordu.
İstanbullular ithal buzla tanışırken, Avrupa’da da buz üreten fabrikalar kuruluyordu. Padişah II. Abdülhamid’in Bekçiler Müdürü Salim Ağa’ya dört yıl süren bürokratik işlemler sonrasında 5 Temmuz 1886’da ilk buz fabrikası kurma imtiyazı verildi. Fabrika, buhar ya da su gücüyle çalıştırılabilecek, ithal edilecek makinalar için gümrük vergisi alınmayacak, satılan buzdan elde edilecek gelirden de vergi istenmeyecekti. Kısa süre sonra benzer koşullarla İstanbul dışında iki fabrika daha kurulmasına izin çıktı.
Osmanlı İmparatorluğu dünyada buz fabrikası teknolojisi geliştirme çalışmalarının başlamasının 50. yılında ilk fabrikayı kurma heyecanını yaşamaya başlamıştı bile. Matbaanın Avrupa’da yaygınlaşmasıyla İbrahim Müteferrika’nın matbaasında kitap baskısının başladığı yılların birbirinden uzaklığı anımsandığında Osmanlıların buz konusunda ne denli canı tez olduğu anlaşılmaktaydı.
Buzun fabrikalarda üretilmeye başlandığı günlerde genç tıbbiyeli bir subay cilt hastalıkları uzmanı olmuştu. Bu subay, edebiyat dünyasına adımını atmış, Vivaldi’nin Dört Mevsim’de müzik ile şiir ve resmi birleştirdiği yorumunun bir benzerinin kendisi için yapılmasını sağlayacak ünü kazanmaya başlamıştı.
Bu şair Cenap Şahabettin’den başkası değildi. “Hayatın ıstıraplarını süslü bir tablo veya dinlenen bir müzik haline getirir” değerlendirmesi onun Elhân-ı Şitâ (Kış Nağmeleri) şiiri için yapılacaktı. Şiir, ilk bahar çağrışımlı, kar tanecikli dizelerle başlıyordu: “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,/Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi karlar/Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar…”
Şiirin Servet-i Fünun’da yayım tarihi 16 Ekim 1897. Bir önceki Ramazan kış soğuğuna rastlayınca ayaz daha fazla hissedilmiş, bu da şaire ünlü dizeleri yazdırmıştır. Derginin sahibi ve başyazarı Ahmet İhsan bey de o günlerin izlenimlerini okuruyla şöyle paylaşmıştı:
“Lakin şaka değil ha! Soğuk geceleri, hele sabaha karşı fena tesir eyliyor. İftarla sahur arası uykuya yatmış olanlara ise sıcak döşekten kalkıp soğuk sofra başında soğuk söğüş ile soğuk hoşaf yemek pek zor gelebiliyor.”
İşte böylesi bir kışın etkisiyle yazılmış dizeler için edebiyat kuramcısı Mehmet Kaplan bu şiirde “Karların yağışı, musical bir composition ve ses idraki içinde tasvir olunmuştur” değerlendirmesini yapar. Cenap Şahabettin’in Elhân-ı Şitâ şiirini besteleyen olmamıştır ama başka yedi şiiri farklı makamlarda Türk Müziği repertuvarına girmiştir.
Türkiye, ilk buzdolabı üretim tesisini kurduğu yıllarda bir başka şair ülkesinde yaşayamamış, kaçmak zorunda kalmıştı. Mehmet Kaplan, Cenap Şahabettin’i de değerlendirdiği yazının sonunda bu Türk şairi için görüşünü, siyasi eğilim farklılığını bir yana bırakarak, şöyle özetlemişti:
“Cumhuriyet devrinde Nâzım Hikmet serbest nazımda Cenap’ın musical composition ve fonetik taklit fikrini yeni bir şekle sokar. Cenap’ın ve (Tevfik) Fikret’in açmış oldukları tablo-musiki çığırı kendisinden sonra nesillerin zevkine göre değişerek ta bugüne kadar gelmiştir.”
Bu satırların değerini, yaşamının önemli bölümünü önce özgürlükten, sonra da ülkesinden uzak geçiren Nâzım Hikmet’in 120. yaş gününde bir kez daha anımsıyorum.
VECDİ SEVİĞ
14 Ocak 2022, Ankara