Ahmet Say’ın anısına,
Lokantalar, kahvehaneler, pastaneler tarihe tanıklık eden, anıları kuşaktan kuşağa aktaran yerlerdendir. Kentleşmenin zulmüne uğramış Ankara gibi yerleşim yerlerinde birçok bina ortalama bir insan ömrü kadar ayakta kalamadığı için belleklerimizdeki kayıtlar da çabuk uçar gider. Bu nedenle lezzet ile muhabbettin buluştuğu yerlerin tarihe tanıklığını gelecek kuşaklara aktarmakta, anılar, romanlar, günlükler yardımcı olur.
Muzaffer Buyrukçu günlüklerinde adlarını sıralamasaydı, İsmail Poyraz’ın Ankara’da Sakarya Caddesi’ndeki Tavukçu meyhanesinde hangi masada kimin oturduğunu nereden anımsayacaktık. Başkentte bir dönemin ünlü lokantasının adı, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Yıl bindokuzyüzkırkaltı/ Ankara’da Şükran Lokantası / Köşede bir masa / Masanın üzerinde bir tabak / Tabakta marul salatası / Bir sandalyede sen vardın / Orhan Veli / Bir sandalyede ben / Kadehlerimizde Kulüp rakısı / Ve dudaklarımızda yarım kalmış mısralar / Hâlâ gözümün önündedir / O sarhoş gecenin hatırası” dizelerine sığınmış gibidir.
Ankara’nın lokanta kültürü geçmişi yaklaşık yüz yıllıktır. Başkente, Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nden Anafartalar Caddesi’ndeki Çocuk Esirgeme Kurumu’na kadar birçok eser kazandıran Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu anılarında Ankara’da ilk yemeğini yediği mekânı, “O zamanlar Ankara’da lokanta falan yoktu. En mühim olarak Zincirli Cami Sokağı’nda Hafız’ın kebapçı dükkânı dedikleri bir yer vardı” diye anlatır.
Hafız’ın kebapçı dükkanından sonra açılan “ilk asrî lokanta” Anadolu adını taşıyordu ve Taşhan’ın hemen karşısındaydı. Kurtuluş savaşı ve izleyen yıllarda Ankara’ya gelenlerin hemen hepsi burada yemek yemişlerdi.
Cumhuriyet’in ilk yıllarına devlet büyüklerinin uğrağı Karpiç lokantası damgasını vurdu. Lokantanın işletmecisi George Karpovitch’in müşterileri, Falih Rıfkı Atay’ın ifadesiyle, “Karpiç’in dostları idi. Doğru dürüst ne Fransızca ne Türkçe konuşabilirdi. Fakat onunla anlaşamayan yoktu.” Karpiç, siyasetçilerin, gazetecilerin, yabancı konukların en sık görülebileceği yer oldu.
Sonraki yıllarda Ulus’ta keseye daha elverişli bir yer açıldı. Günümüzün Şehit Teğmen Kalmaz Caddesi, eski adıyla Posta Caddesi’nin girişinde soldaki Yeni Hayat Lokantası’nın sürekli müşterilerinden ressam Fahir Aksoy, dönemin anılarını ölümsüzleştirirken şöyle yazdı:
“Köy enstitüsü hocalarının Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalışanların Ankara’da yaşayan şair ressam aktör bilim adamı edebiyatçı ve müzisyenlerin devam ettikleri bir tür kendiliğinden oluşan aydınlar kulübü idi bu mekan. Çoğunlukla kürdün meyhanesi diye anılırdı burası.”
Kent Yenişehir’e doğru gelişince Kutlu ve Özen pastaneleri sanatçıların uğrak yeri haline geldi. Melih Cevdet Anday’ın anlatımıyla “Paris kahvelerine benzeyen bir kahve…” olan Kutlu’da, 1943 yılında Bedri Rahmi – Eren Eyüboğlu çiftinin resim serginin açılması o günlerin önemli olaylarındandı. Vedat Nedim Tör, bu açılışı Ulus gazetesinde okura duyururken “Hoş bir gelenek yerleşiyor: Kahvede resim sergisi…” diye yazdı.
Özen pastanesinde öğleden sonra kümeleşen genç sanatçı adaylarının sayısındaki artış, Nurullah Ataç’ın kısa süre sonra ders verdiği okuldan buraya geleceğinin alameti sayılırdı. Babası Arnavutluk’tan göçmüş, 14-15 yaşlarındaki Ticaret Lisesi öğrencisi Reşat Önat da dayısı Hilmi Öz'ün Özen Pastanesi’nde kim bilir, kaç kez, Ataç’a, Ahmet Kutsi Tecer’e, Cahit Sıtkı Tarancı’ya, Oktay Rifat’a, Orhan Veli’ye servis yapmıştı.
Reşat ve kardeşi Vahit, bir süre sonra karşı kaldırıma Ankara’nın yenilikler sunan lokantasını açacaklardı. O günleri yaşayıp anılarından izleri eserlerine serpiştiren yazar Adalet Ağaoğlu’nun kardeşi Ayhan Sümer, “Yenişehir de bir de Piknik vardı, Bulvar ile Tuna Caddesinin kesiştiği köşede, Ankara hayatında önemli rolü olan bir yerdi” diye anlatacaktı.
Bu dünyadan erken göçeceğini bilircesine ardı ardına eserler üreten Sevgi Soysal, bir kavak ağacının devrilmesinin çevresinde kümelenen gelişmeleri aktardığı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanında, “Kızılay’dan Piknik’e akan başkent kalabalığına, bir film makinesinin objektifiyle bakmak ve objektife giren kişileri, bu devrilme olayı içindeki yerlerine oturtmak” istediğini anlatır. Bu nedenle kitabın başında, “Kızılay semtinin en civcivli, gürültülü, servisi en çabuk, en ayakaltı yeri olan Piknik’in oraya akıyordu kalabalık” diye okuru da içeriye girip masa seçmeye özendirmek ister gibidir.
Piknik Lokantası’nın az ilerisinde Devlet Tiyatroları’na ait Yeni Sahne vardı. Piknik ile tiyatro arasındaki Sanat Sevenler Kurumu’nu anımsayan Ankaralıların sayısı her geçen gün azalıyor. Oğlu Fazıl ile Sanat Kurumu’nun merdivenlerinden inip salondaki piyanoya yakın bir köşeye doğru ilerleyen Ahmet Say’ı da geçtiğimiz günlerde son yolculuğuna uğurladık.
Ahmet Say, Ankara’da şair Cemal Süreya’nın pazar günleri Ali Püsküllüoğlu, Vecihi Timuroğlu, Remzi İnanç, Tevfik Akdağ, Öner Ünalan’ı bir araya getirdiği masanın devamlılarındandı. Bu buluşmalar, Cemal Süreya’nın öncülüğünde, Say’ın yazıişleri müdürlüğünü üstlendiği Türkiye Yazıları dergisinin doğumuna da öncülük etti.
Say’ın Ağaçlar Çiçekteydi kitabındaki bir anısı da oğluyla ilgilidir. Merhum Say, 12 Mart 1971 darbesinin ardından “Hapishanenin birinden tahliye olup da başka bir hapishaneye henüz atılmadığı” sırada oğlunun plastik düdükle “Daha dün annemizin…” diye bilinen ünlü çocuk şarkısını çaldığını duyar. Sonrasını kitabında şöyle anlatır:
“İşte o günlerde, Ankara Devlet Opera Orkestrası’nın obua sanatçısı eski dostlarımdan Ali Kemal Kaya ile Ankara’nın düzeyli lokantası olan Mülkiyeliler Birliği’nde kadeh tokuşturuyorduk. Ali Kemal her şeyden önce değerli bir aydın bulunmaz bir eğitimci idi.
O günlerde çalgısının çıkardığı sorunları anlatıyordu dostum. Çift Kamışlı bir ahşap üflemeli çalgı olan obua Ali Kemal’in elinde kendine özgü dokunaklı şiirsel biraz kederli, ama merak uyandırıcı ses rengiyle “solo çalgı” özelliğini vurgulardı. Fakat Nazlı bir çalgıydı, bakımına özen gösterilmezse çatlak ses çıkarabilirdi. Ali Kemal çalgının bu narin yapılı özelliğinden şikayetçi idi.
“Çok şikayet ettin” dedim. “Şunun şurasında gelişkin bir düdük! Bizim oğlan da bir düdük çalıyor! Geçen gün Mozart’ın ünlü parçasını çaldı bana…”
Şaşırdı Ali Kemal: “Nasıl bir düdük çalıyor?” Beş yaşında oldu mu senin oğlan?”
“Hayır” dedim, “Henüz iki yaşında, ama o ünlü ‘Daha dün annemizin…’ parçasını çalıyor!”
Olurdu olmazdı derken beş yıldızlı büyük boy bir konyak şişesine iddiaya giriştik, bir taksiye atlayıp bizim eve gittik.
Fazıl beni mahcup etmedi, o acayip plastik düdükle parçayı nazlanmadan bir güzel çaldı.
Ali Kemal donup kalmıştı.
Fazıl’ın yeteneği için söylediklerini buraya aktarmayacağım. Benim de Fazıl’ın da reklama ihtiyacı yok.
Sonuçta Ali Kemal çocuğun müzik eğitimini üstlendi.”
Ahmet Say, yakın geçmişte Mülkiyeliler Birliği’nde Hasan Ali Yücel’in bakanlığı dönemindeki “Büyük Çeviri Atılımı”nı anlattığı konferansını “Şen ve esen kalınız…” sözcükleriyle tamamlamıştı. Güle güle Ahmet Say.
VECDİ SEVİĞ
14 Mayıs 2022, Ankara