Bir aya yakın süredir yattığı hastane odasından, Denizli’nin, birer mitolojik kişilikmişçesine alabildiğince kuşatıcı, karlı tepeli dağlarının muhteşem manzarasını görebiliyordu. Biraz pencere önüne yakınlaştığı zaman, üniversite hastanesinin bütün canlılığını, Acil Servis girişinin telaşlı ve endişeli hareketliliğini de, bir kontrol kulesinden kalabalık bir hava meydanına bakar gibi seyredebiliyordu. Yaşıtlarına oranla hayli dinç, ilk kez görenlerde en az on, hatta on beş yaş genç (yirmi iki yaş genç algılayan da olmuştu) tahmini yapmasına neden olacak kadar dik duruşlu, hayat ilkelerinden ve gündelik ritüellerinden vazgeçmeyen, hüznünü bile sessiz bir iradeyle, ona yenilmeden yaşayan, bazen inatçılık sınırlarını aşan alışkanlıklarının ateşlediği bir yaşama arzusuyla donanmış bir kişiydi. Hayatında yaşadığı üç büyük ilişki de derin birer travmayla sona ermişti: Otuz iki yılını paylaştığı ilk eşi vahşi ve saldırgan bir hastalığa kısa sürede yenilmiş, yirmi dört yıl sonra, dolu dolu on beş yılını paylaştığı ikinci eşi de, pek sık rastlanmayan aynı hastalık tarafından alıp götürülmüştü. Sivil havacılık mesleğinin her kademesinde kırk bir yıl süren çok başarılı bir kariyeri, kapısını son kapayan kişi olduğu uçağın, kalkıştan beş dakika sonra Atlas Okyanus’una düşmesiyle son bulmuştu. Bir ay boyunca, denizden toplanan enkaz ve cesetleri izlemiş, arkadaşları olan pilotların, kokpit ses kaydedicideki son sözlerini metanetle dinlemiş, sonra da, çalışmak için hâlâ fazlasıyla enerjisi olsa da, artık mutlak bir emekliliğe doğru memlekete dönmüştü. Bütün bu travmalar, onu derinden etkilemiş, otuz iki yıl boyunca içtiği, ancak otuz altı yıl önce bıraktığı sigaranın sinsi rolü de eklenince, bir by-pass ameliyatı, orta ağırlıkta müzmin bronşit, bir ağır zatürree ve sonunda altı hafta hastanede yatmasına neden olacak endokardit geçirmişti.
Doktoruyla baba-kız ilişkisi geliştirmişlerdi; seksen sekiz yaşında kız çocuk sahibi olmuştu. Doktoru aynı zamanda geliniydi; her sabah ona Sihirli Flüt’ten kopup gelmiş bir “günaydın!” sedasıyla sesleniyordu. İlişkilere ve yeni durumlara zor alışan bir insandı; ancak bu iyiliğin cisimleşmiş hali gibi hayatına birden giriveren perinin sabah aryası ona benzersiz bir hayat enerjisi zerk ediyordu. Ağır bir antibiyotik tedavisi görmesi gerekiyordu; hastaların büyük çoğunluğu gibi, özel ilgi beklemiyor, hayıflanma, yakınma, şikâyet gibi davranışlarda bulunmuyordu. Refakatçi ya da işini görecek bir yardımcı istemiyordu. Hastane personeli, bir süre sonra onu iyice benimsemişti. Herkesin “Şükrü Amca”sı olmuştu. Hatta yılbaşını, servisin doktor odasına davet edilerek, nöbetçi asistan hekim, iki hemşire ve bir hizmetliyle birlikte börek, pasta ve çikolata yiyerek geçirmiş, bundan da hiç şikâyet etmemiş, çekilen selfie’ye gülümseyerek poz vermişti.
Bir gün doktoruna o güne kadarki yegâne talebini iletti: “Ah” dedi; “bir Mozart keman konçertosu dinlemek isterdim.” İkinci eşiyle hiç kaçırmadıkları İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası, Borusan Filarmoni Orkestrası konserlerini hatırlayıp ekledi: “Özellikle 4 numara olanı…” Doktoru, olmazı olur eden yumuşak ama kararlı bir sanat insanıydı; üstelik kendisi Denizli’de değilken, asistanlarından birinden rica ederek, Şükrü Amcasını uygun zamanda doktor odasına götürmelerini, bilgisayarda Youtube’dan Mozart’ın 4 Numaralı Keman Konçertosu’nu ona dinletmesini ayarladı. Sıcak bir çay eşliğinde ve derin bir saygıyla çevrili olarak hayaline kavuşarak çok mutlu oldu. Ancak onunla birlikte, eseri, hatta belki de doktor odasında herhangi bir klasik müzik eserini ilk kez dinleyen asistanlar da yeni bir keşif yapmanın esrik mutluluğunu deneyimlediler. Bir kamu hastanesinin kalabalık ve iş yoğunluğu yüksek servisinde, zamanın ve gündelik gerçekliğin paranteze alındığı bir an yaratmanın eşsiz mutluluğu herkesi sarmıştı.
Denizli’de senfoni orkestrası konseri yoktu. Daha doğrusu bir zamanlar olabiliyorken, kültür nâmına (“öz kültürümüz”!) pop zevklerin en bayağı sürümlerinden başka bir biçim tasavvur edemeyen F-tipi zihniyetlerin yönettiği üniversite, zaman içinde gözle görülür şekilde kültür hayatında gerilemiş, sadece bir dönem önceki yönetimin desteği ile Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı, İzmir Senfoni Orkestrası’nı ve daha birçok sanatçıyı ağırlayan, teknik olanakları gelişkin sahnesi (Hasan Kasapoğlu Salonu) âtıl bıraktırılmıştı. Değişen üst-yönetim, kültür etkinliklerine (her türlüsüne) daha olumlu bir bakış benimsediği için, müzik ve tiyatro hayatı küçük adımlarla da olsa gelişmeye başlıyordu. Önceki yönetimin, türlü entrikayla görevden aldığı, girişken ve geniş ufuklu müzik insanı Prof. Dr. Fatih Yayla, yeni yönetimin isabetli kararıyla Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nin Dekanı olarak tayin edilmişti. Küçük ancak kararlı adımlarla Denizli’nin kültür hayatına yenilikler katan Yayla, daha iddialı projelerin de peşinde koşuyordu. Bu ilk adımlar kapsamında, resitaller verilmeye başlanmıştı. Yakın zamanda, Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nde bir piyano ve bir keman sanatçısı, öğretim üyesi olarak istihdam edilmişti. Fatih Yayla’nın girişimleriyle 26 Aralık 2017 akşamı Doç. Dr. Özgül Gök (keman) ve Doç. Özgün Gülhan (piyano) ikilisi, epeyce rağbet gören bir resital verdi: Konser, ‘Şükrü Amca’nın (Adorno’nun deyişiyle her “duygusal dinleyici”nin olduğu gibi) favorisi Mozart’la başlıyordu (Keman ve Piyano Sonatı KV.570), ardından Beethoven’ın 5 numaralı Op.24 Fa Majör Keman ve Piyano Sonatı, Rachmaninov’un Op.34 No.14 Vokaliz’i ve Vittorio Monti’nin Csárdás’ı resitali tamamlıyordu. Eserlerin seçimi dikkatli ve beğenileri tedricen yükseltecek bir anlayışla yapılmıştı.
Doktoru, ona bir sürpriz yaptı: “ ‘Denizli’de konser yok’ diyordunuz; haydi bakalım konsere gidiyoruz!” Şaşırmıştı. Bu teklifi mutlulukla karşıladı. Hayatı boyunca kurallara ve ilkelere uyan birisi olmuştu. Bir tedavi protokolü varsa ona uyulmalıydı: “Ama tedavim var; saat 22.00’de ilaç verilecek” dedi. Doktoru, “merak etmeyin o saate kadar dönmüş oluruz” diye onu rahatlattı. Sonra ekledi: “Ben Enfeksiyon Hastalıkları’ndan sizin için özel izin alacağım; sıkı giyinip gidersiniz. Zaten salon kampüs içinde.” Meselelerin bu kadar kolay halledilebileceğini düşünmemişti. Özenle tıraş oldu; giyindi. Damar yolundan ilaç vermeye yarayan kateteri korumaya alındı. Konser saatini beklemeye başladı. Doktoru onu alıp otomobille konser salonuna kadar götürdü. Resitali büyük bir zevkle dinleyip programa uygun şekilde hastaneye döndüler. Onun müzik zevki, etrafına radyasyon gibi yayılıyordu: Mütevazı ailelerin çalışkan çocukları olan asistanlar da ‘Şükrü Amca’nın müzik zevkinden, ama daha önemlisi “bu ahval ve şerait içinde dahi” yaşama bağlılığından çok etkileniyorlardı. Daha önce klasik müzik konserine gitme olanağı bulamamış olanlardan biri, yine kendi konumunda olan bir arkadaşını da davet ederek resitalde onlara katılmıştı. Hastalardan çeşitli bahanelerle dışarı izinli, en çok da “para çekmek için” çıkmak isteyenler oluyordu; ancak klasik müzik konserine gitmek için izin alanına hastane tarihinde muhtemelen ilk kez rastlanıyordu.
Doktor odası Youtube Mozart ziyaretleri birkaç kez daha yinelendi. Altı haftanın sonunda artık hastalığın bütün belirtilerinin ortadan kalktığı tespit edilince taburcu olmasına karar verildi. Zaten birkaç günde bir değiştirilen, kol ve ellerinde morarmış kateter giriş yerleri de tükenmişti. Hastaneyi terk ederken, onu babaları gibi sevmiş, kişilikli duruşuyla bilmeden bir hayat dersi vermiş olduğu bütün mütevazı gençlere (hocalar, asistanlar, hemşireler, hizmetliler…) kısa bir duygusal veda konuşması yaptı. Sonra bir görevi başarıyla bitirmiş olmanın hazzına benzer bir hisle hastaneden çıktı. Bu süre zarfında, bir kez dahi olsa, neredeyse bütün hastalarda görülen sızlanma, kendini acındırma, sonsuz şikâyet silsilesi emaresi göstermeden onurlu bir şekilde bu üretken ve özverili insanların yanından ayrıldı. Müzik en iyi sağaltıcılardan biriydi. Şifahânelerde her hastalığa göre uygun makamda eserler icra edilmesi, hatta su sesinin kullanılması kadim bir bilgeliğin eseriydi.
Böyle bakıldığında, müzik kültürünün ya da genelde kültürün (daha doğru deyişle ‘kültür sermayesi’nin) bir kez edinilip korunan bir töz olduğu düşünülebilir. Oysa ne, müziği bir lüks değil temel gereksinim olarak addeden, tehditkâr bir hastalıkla mücadele ederken, üstelik yaşını da düşünüp kolayca her şeyi boş verebilecek olan, ancak müziğe bir can suyu gibi sarılan Şükrü Bey, ne Türkiye’nin işçi, memur, küçük esnaf, vb. kesimlerinden gelip mütevazı koşullarda büyüyen sağlık emekçileri, toplumsallaşma süreçlerinde bu tür bir eğitim almışlardı. Tersine; gelişkin kültür ürünlerine (buna nitelikli makam müziği de dâhildir) mesafeli, vasat bir zevk matrisinin ortasında büyümüşlerdi. Şükrü Bey, dışarıdan bakanların zannedeceği gibi, evinde operalar, senfoniler dinlenen, plaklı, gramofonlu bir burjuva ailesinde yetişmemişti; orta halli bir çiftçi çocuğuydu. Onunla birlikte ilk kez klasik müzik dinleyen, merak edip konsere gelen, üstelik arkadaşını da getiren asistan, yetiştiği çevredeki yaşıtlarının hedeflerinin ötesine kendi çabasıyla geçebilmiş, bilgisi, azmi, merakı ve becerisiyle kendini inşa eden genç bir kadındı. Onların bu toplumsal hareketliliğini ve kültürlenme yollarını büyük ölçüde Cumhuriyet sağlamıştır. Liberal yelpazenin her çeşit aktörünün, başka konularda taban tabana zıt konumlarda bulunsalar da, sürekli olarak bu kültür hareketine saldırması boşuna değildir.
Kültür bir töz değildir. Pierre Bourdieu, bunu, insanın habitus’le yola çıktığını, ancak ondan ibaret olmadığının altını çizerek açıkça belirtmiştir. İnsanın sosyal konumunu belirleyen denklemin içinde habitus (aile görgüsü, içine doğulan çevre) kadar kültür sermayesi (zamanla kişinin biriktirdiği kültürel edinimler toplamı) oluşturmayı becerebilen bir düşünümsellik de (bireysel düşünsel özgünlük) vardır. Kültürü makro ölçekte (“bizim öz kültürümüz” – “halkımıza yabancı kültür”) olduğu kadar, mikro ölçekte de (“biz buyuz” – “kaderim buymuş” – “ben anlamam” – “bana göre değil” – “bu ne ya?!”) bir töz ve kader gibi gören zihniyetin inanılmaz sığlığı, Türkiye’de git gide alan kazanırken, hayatın kıvrımları içine saklanmış sürprizler, tarihin diyalektik akışının müjdecisi gibidirler. Türkiye bu karanlık taassuptan, bu umut kırıcı şekilde yayılan kabalık ve şiddetten ancak bu küçük etkileşimlerin kıvılcımladığı kültürel çoğulculaşmayla çıkabilecektir. Yol uzun, karamsarlık kapı arkasında… Ancak bütün mutlak iktidar saplantısıyla mâlul, dolayısıyla sosyolojisiz zihniyetlerin göremediği gibi, büyük değişmeler, küçük mütasyonlarla başlar. Her otoriter anlayış onları yok etmek ister; yok olmazlar!
Tekil bir olaydan yola çıkıp sosyolojik bir çözümleme yaptığım düşünülebilir. Hiç öyle bir iddiam olmadı: Yalnızca babamın hikâyesini anlattım.
ALİ ERGUR
1 Şubat 2018