Köşeyi bugün bir sinema filmi kaptı.
20 yaşındaydım. Evlenmekten söz eden bir delikanlıya “Aşk nedir?” diye sormuştum! “Halkımızın ‘sevdim de alamadım’ sözleriyle anlattığı şeydir” yanıtını vermişti.
Geçen gün bir film izlerken anımsadım bu konuşmayı… Bir “aşk filmi” izliyordum, bir şehre duyulan “aşk”ı anlatan bir filmi… Yıllar önce gösterime girdiğinde nedense görmek için çaba göstermediğim bir filmi… İzlediğim film, Yunanlı yönetmen Tassos Bulmetis’in ülkemizde “Bir Tutam Baharat” adıyla gösterilen “Politiki kuzina” (Şehrin Mutfağı) filmiydi. “Politiki” sözcüğü büyük harfle yazıldığı için “Siyaset Mutfağı” diye de okunabiliyordu filmin adı. Sözü edilen şehir İstanbul’du. Siyaset de Türk - Yunan ilişkileriydi elbette.
Aslında, bu film mutfak konulu filmler arasında da ele alınabilirdi; ama ben onun “aşk” filmi oluşundan söz etmek istiyorum.
Filmin hem yönetmeni, hem senaristi, hem de yapımcılarından biri olan Bulmetis öz yaşam öyküsünden yola çıktığını söylüyordu. Belki de o nedenle şehre duyulan “aşk”ı böylesine güçlü bir biçimde yansıtabilmişti. Bir aşk ki, içinde kubbeler var, ezan sesi var, kilise var, çocukluk aşkı var, dedesi var, dedesinin sözleri var, baharat kokuları var…
Bulmetis’in filminin konusu tek tümceyle şöyle özetlenebilir belki: İstanbul’da doğmuş ama daha çocukken siyasal nedenlerle ailesiyle Yunanistan’a gitmek zorunda kalmış astrofizikçi Fannis’in geride kalan (baharat dükkânı sahibi) sevgili dedesini görmek için yıllar sonra şehre geri gelişi... Kâh gülmece ögeleri, kâh dokunaklı bölümler içeren film arada duygusallığın uçurumuna yaklaşıp düşmekten kurtulsa da, filmin sonunda, sarsıcı bir “aşk” öyküsü izlemiş olduğunuz duygusu baskın çıkıyor. Evet, belki de kıskanıyorsunuz bu “aşk”ı… Keşke biz de bu kadar çok sevsek bu şehri, diye düşünüyorsunuz. *
Aşk öyküsünü izlerken “aşığı” da tanıyorsunuz: güngörmüş dedenin torununa derslerinde yardımcı olurken söyledikleri unutulacak gibi mi? Astronomi, gastronominin içindedir… Biber güneştir, her yeri yakar… Tuz, dünyadır: her şeye tad katar, hayat verir… Tarçın Venüs’tür: kadın gibi hem acı, hem tatlıdır…
Kameraman Takis Zervulakos’un çekimlerinin yanı sıra filmden bazı sözler de akıldan çıkacak gibi değil:
Çocukken sevdiği Saime’nin kocası soruyor: “Bana neden hamamda randevu verdin?”
Fannis yanıtlıyor: “Hamamda yürekler açılır- tıpkı midyelerin buharda açılması gibi…”
Sevdiği kadını uğurlarken arkasından sesleniyor: “Dönüp geriye bakma: Yoksa, arkandaki görüntü hep bir vaad olarak kalır.”
Denizci dayı anlatıyor: “İki tür yolcu vardır. Birincisi haritaya bakıp yola çıkanlar, ikincisi aynaya bakıp yola çıkanlar… Haritaya bakıp yola çıkanlar yollarına devam ederler. Aynaya bakıp çıkanlar geri dönerler.”
Dedenin Atina’ya göçmüş doktor arkadaşı söylüyor: “Eski yaralar sinsi olur, kendilerine özgü bir yaşamları vardır.”
Film içinde iki kez sorulan “Neden dedeni görmeye İstanbul’a hiç gitmedin/gelmedin?” sorusuna Fannis sonunda şu yanıtı veriyor: “O ayrılış anını bir daha yaşamaktan korktum!”
İstanbul aşkını böylesine etkileyici bir biçimde duyurabilen bir film izleyince, ister istemez biz “sahip”lerinin yaptığımız filmlerde şehrimizi nasıl anlattığımızla karşılaştırıyorsunuz. Hepimizin çok sevdiğimizi söylediğimiz, çoğumuzun -“sahip” biziz ya- “ister döveriz, ister severiz; kime ne?” diyerek yaklaştığımız şehrimizi hangi duygularla yansıtıyoruz sinemaya? Anladık, şehri “aldık”, onun için “aşk” yok; ama sevgi var mı, peki? Genellikle satışı artıracak bir pazarlama ögesi olarak mı kullanıyoruz şehrimizi? Turistik, “egzotik” yönlerini öne çıkarıyoruz; gizliden gizliye övünüyoruz da “İstanbul’a sevgi” yansıyor mu filmlerimizden? Buna benzer soruları, öteden beri, içinde Roma olan bazı filmleri gördükçe de sormuşumdur kendime…
“Aşk”ın ardında ulaşılmazlık var diyoruz ya, yurdundan ayrı düşme, gittiği yerde yabancı görülme, geçmişte ve bugün hep yaşadığımız, gördüğümüz bir durum… 2003 yapımı film Türkiye’den gitme Yunanlılar için eskiyecek bir film değil, ama gelen ve giden göçmenler konusu/sorunu Türkiye için de hep güncel… Her şey yolunda olsa kim yurdunu bırakır da göçer? Türkiye hem çok göçmen göndermiş, hem de çok göçmen almış bir ülke… Balkanlardan, Kafkaslardan, Irak’tan, Suriye’den, vb’nden göçenlere nasıl bakıldı, nasıl bakıyoruz?
Tassos Bulmetis’in filmini Yunanlılar çok sevmişler. Hem 2003 yılında Selanik Film Festivali’nde 10 dalda ödül vermişler, hem de ertesi yıl Yabancı Film dalında Yunanistan adına yarışmak üzere Oscar’a aday göstermişler. (Bu arada filmin Türk - Yunan ortak yapımı olduğunu anımsatmak gerek.) Ayrıca, yönetmen 10. Nürnberg Türkiye/Almanya Film Festivali'nde sevgili Mahmut Tali Öngören adına verilen ödülü almış.
Sinema şenliklerine tanık olduğumuz şu günlerde “Yaşasın Sinema!” diyerek noktayı koyayım.
* İstanbul’un doğasının, kültürünün korunması için her türlü sivil girişimi başlatıp sürdürenlerle bu girişimlere katılanları, şehir için karınca kaderince bir şeyler yapmaya çalışan, şehre saygı gösteren, ona kötülük etmeyen herkesi buradaki “biz” sözcüğünün kapsamı dışında düşündüğümü belirtmeliyim. Kendimi de İstanbul’un “iyi bir aşığı” olarak düşünüyorum. En azından, onun için döktüğüm gözyaşlarını “İstanbul’la Saklambaç”ı yazarak bir süre dindirmiştim… Şimdi yeniden o ağlıyor diye ağlıyorsam yine bir şeyler yapmam gerektiğinin bilincindeyim.