Opera, bale ve senfonik müziğin bir kamu hizmeti olup olmadığının tartışıldığı, neo-liberal küstahlığın tedricen koyulaşan bir şiddet sosuyla servis edildiği günümüz Türkiye’sinde, “paran ve çoğunluğun kadar konuş!” aşağılamasıyla sürekli muhatap olan sanatçı ve sanatseverleri, yalnızca bu çizgideki kararlı sahiplenmeleri nedeniyle kutlamak gerekiyor. Bu koşullarda bir varkalma mücadelesi veren bale, opera, senfoni mensuplarına, icralarına dair bir eleştiri yöneltmek, fazla lüks ve öncelik bilmemek olarak görülebilir. Ancak kültür yaşamının niteliğinin korunması, asıl böyle zamanlarda gereklidir. Bosna Savaşı’nda, yıkıntıların üzerinde ya da sığınaklarda, yokluklar içindeki insanların müzik yapmaya devam ettiklerini unutmayalım. Şostakoviç, 7. Senfoni’sini (“Leningrad”) Leningrad bombalanırken, Wehrmacht şehrin top menziline kadar yaklaşmışken yazmıştı; üstelik besteci, sanatçı kimliğinin yanı sıra, bir savunma görevi üstlenmiş, itfaiyeci olarak da hizmet vermekteydi. Kültürün yedekte taşındığı, ilk buhranda safra olarak salındığı bir ortamda, askeri başarı bile kazanılamaz. Cumhuriyet’in kuruluşunda onca yokluk içinde kültür alanına yatırım yapılması boşuna değildi. Bu politikaların içeriği ve başarısı ayrıca tartışılabilir. Ancak önceliği kültürden yana kullanma dirayeti ve ileri görüşlülüğünü, daha sonraki hiçbir yönetici kadro becerememiştir. Kültür, sığ zihinli siyasetçi ve bürokratların kurnaz pragmatizmi içinde, hep beklemesi, başka ‘ciddi şeyler’in önünde haddini bilmesi, gerekirse bildirilmesi gereken, ama bu arada üzerinden bolca ideolojik prim yapılan bir alan olarak değerlendirildi. O nedenle kültür eleştirisi “bu ahval ve şerait içinde dahi” ödün verilmeden sürdürülmesi gereken bir etkinlik olarak görülmelidir.
Bu kapsamda, 16 Nisan 2014 Çarşamba akşamı Süreyya Operası’nda sahnelenen Ariadne Naksos’ta operasına kısaca değinmekte yarar var. Richard Strauss’un müziğinde cisimleşen on dokuzuncu yüzyıl sonu ruhu, Aydınlanma’nın coşkulu ve olumlu ilerlemeciliğinin, yerini tedricen temkinli bir tedirginliğe bıraktığı bir sanayi toplumu bilançosu gibidir. İçinde sömürgeciliğin nimetlerinden yararlanan büyük bir zenginliğin, bilinçaltı suçluluğunu böbürlenmeyle telafi etmeye çalıştığı bu ruh, adım adım yaklaşan büyük bir paylaşım savaşının korkusunu da yansıtır. Dr.Freud’un psikanaliz yöntemini geliştirmesi de bu anlamda bu tarihsel sıkıntının açığa çıkması gereksinimine karşılık geliyordu. Strauss, bu anlamda psikanalizin açtığı yoldan, Nietzsche’nin kolunda yürümüş, sanayi toplumunun kepengini indirirken belirsiz bir çağın patikasına adım atmış bir bestecidir. Onun köprüsünden geçen yirminci yüzyılın öncü bestecileri, ses hiyerarşilerinin payandalarını dinamitleyerek karanlık bir muharebe alanında ilerlediler. İstanbul Devlet Opera Balesi Orkestrası, bu geçiş dönemi üslûbunu yeterince idrak etmiş görünüyor. Bunda şef Raoul Grüneis’ın sempatik, toparlayıcı yaklaşımı, ölçülü yönetimi de önemli rol oynamış görünüyor. Opera solistlerinin her birini yüksek performanslarından dolayı kutlamak gerek. Ama özellikle Zerbinetta rolündeki soprano Nazlı Deniz Boran ve Besteci rolündeki Nesrin Gönüldağ özel bir vurgulamayı hak ediyorlar. Bununla birlikte, yorumlama anlamında birçok özgün buluşu tetiklemeye yatkın librettonun, içerdiği hazinelere layık bir şekilde sahnelendiğini ifade etmek daha zor görünüyor. Mehmet Ergüven gibi deneyimli bir opera yönetmeninin, bu kadar durağan bir sahnelemeyi tercih etmesi kuşkusuz düşünsel araçlara hâkim olmamasıyla açıklanamaz. Muhtemelen tam tersine, bir çeşit minimalizm yönelimiyle bu denli sabitlenmiş, neredeyse her türlü hareket unsurunu sistemli bir şekilde dışlayan yaklaşımın felsefi nedenleri kuşkusuz vardır. Ancak öncelikle bu tercihin hiçbir ipucu seyirciye sunulmamış. Dekorun fazla minimal oluşu, simgesel bir anlam üretmekten ziyade, solistlerin sırtına, operanın kendi kurgusunda öngörülenden fazla yük binmesine yol açıyor. Yolunu romantik konformizmden ayırmış bir bestecinin müziğini icra ederken her zaman mevcut olan bir risk, fazla durağan bir sahnelemeyle birleşince, İstanbul seyircisini epeyce zorlayan bir eser ortaya çıkmış. Antik Yunan figürlerinin (Ariadne, Bakhus, periler) göreli statikliği ve Commedia dell’arte karakterlerinin duruş jestlerini fazla vurgulayan bir yorum, dekoru da asgariye indirgediği zaman, anlatım araçlarını büyük oranda müziğin yapısal gücüne yüklemiş oluyor. Ayrıca psikanalitik anlamda sayısız simge içeren öykü, bu bakımdan da çok düşük kapasitede kullanılmış gibi görünüyor. Bir deus ex machine gibi sofitadan indirilen kırmızı küp dışında, yönetmen bu mümbit alandan yararlanmayı pek tercih etmemiş. Bir anlamda yönetmen, Nietzsche’nin Diyonizos’çu bilme coşkusunu, Freud’cu simgeler haritasını, Hugo von Hoffmanstall’in ironi dolu metnini ve Strauss’un çok katmanlı müziğini, kazı sahasından çıkan buluntular gibi masaya yığıyor, seyirciden de bunları tasnif etmesini talep ederek, usta bir arkeolog olmasını bekliyor. Elbette bu da saygın bir yorum olarak kabul edilebilir; ancak öykünün gizemi yerine anlatımın gizemini öne çıkaran bir yorum. Belki yönetmen Ariadne’nin yumağından sarkan bir ipucunu sahnenin bir kenarına bıraksaydı, bu ses labirentinde yolumuzu yitirme endişesini yaşamazdık. Bununla ‘kolay yorum’, ‘anlaşılır ifade’, ‘yormayan icra’ vb. kastettiğimiz sanılmasın; tam tersine, bir gizem yaratmanın yolunun, yeterince incelik içeren, ama bir sis bulutunun içinde kaybolmayan, yapısal durağanlığa dayanmayan bir hassas tercih olduğunun altını çizmeye çalışıyoruz. Sonuçta müzik ayağı fazla zorlanan bir sahne eseri ortaya çıkmış; ama İstanbul Operası’nın başarı hanesine yazılan bir eser.
Not: Toros Can 17 Nisan 2014 Perşembe akşamı, Anadolu Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde bir resital verdi. Franz Schubert, Karol Szymanowski, César Franck, Jonathan Harvey, Henry Purcell ve Jakob ter Veldhuis gibi, birbirinden çağ ve üslûp bakımından çok farklı bestecileri, açıklamalı bir dinletide bir araya getiren Toros Can, Eskişehir kültür yaşamına dinamizm katan aktörlerden biri olmayı başarıyla sürdürüyor. Akademik saygınlık, Bolonya soslu neo-liberal sayı saplantılarıyla değil, kültür yaşamına katkıyla gerçekleştirilebilir. Bu anlamda Eskişehir’in ve özelde Anadolu Üniversitesi’nin her zaman neden ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunu bir kez daha anlıyoruz.