İnsan olmanın en ayırt edici özelliği, kendi varlığı üzerine düşünebilmek, bu çabasını simgeler halinde kodlamak, böylece kuşaktan kuşağa aktarılan bir bellek haline getirmektir. Zira kendi varlığı üzerine düşünmenin kaçınılmaz sonucu, ölümlülüğünün farkına varmaktır. Her insan, bu trajik farkına varışın soğuk gölgesi altında yaşar. Ancak eğer yeryüzündeki kısıtlı ömür sürecimiz her gün, her an korkulu bir bekleyişe dönüşmüyorsa, bunun en önemli nedeni, insanın, ölümü bir yazgı olarak kabullenmemesidir. Her ne kadar biyolojik anlamda ölümün bir çaresi (şimdilik) mevcut değilse de, bu fiziki olguyu tersine çevirecek bir yol olarak eser üretme eğilimimiz buradan kaynaklanır. Biyolojik olarak bu dünyada sonsuz olamıyorsam, öyle olmasını dilediğim, kuramsal olarak benden daha uzun süre varolabilecek eserler bırakabilirim. Fiziki anlamda kalıcı maddeden (taş, metal) yapılan anıtsal eserler ve nitelik olarak çığır açan fikirler barındıran üretimler, ölümsüz olmanın yollarıdır. O yüzden çağlar boyunca hükümdarlar, siyasetçiler, mimarlar, bilim insanları, sanatkârlar ya fiziki anlamda ya nitelik anlamında kalıcı eserler bırakma arayışı ve hırsında olmuşlardır. Bilim ve özellikle sanat, bu sonsuza dek var olma arzusunun, dolayısıyla ölüm korkusunun doğal bir sonucudur.
Varoluşu üzerine simgeler üreterek düşünmek, insanı bir yandan felsefeye diğer yandan dine yakınlaştırır. İnsanın kendi varoluşuna dair temel soruları, felsefenin, bir düşünce disiplini olarak ortaya çıkmasından çok önceleri sorulmuştur. İnsanlık tarihinin yazılı en eski belgesi olan Gilgameş Destanı, varoluşun en temel sorularını, Helen uygarlığı tarih sahnesine çıkmadan üç bin yıl kadar önce çoktan sormuştu. Güney Mezopotamya’nın ilk şehir devletlerinden Uruk’un kralı Gilgameş, destana göre, üçte biri insan üçte ikisi tanrı olan bir kişidir. Üçte biri insan olduğu için ölümlüdür. Destan, geneli itibariyle, Gilgameş’in ölümsüzlük arayışını anlatır. Biyolojik ölümsüzlüğün olanaksızlığını idrak eden Gilgameş, asıl ölümsüzlüğün eser bırakmak olduğunu öykünün sonunda anlar: Uruk’a yaptırdığı görkemli surlara, tapınaklara bakıp “asıl ölümsüzlük bu” der; Edip Cansever’in “Ne kalır benden sonraya / Benden sonrası kalır / Asıl bu kalır” dizelerinde olduğu gibi. Gilgameş, destanın başında, tanrıların kendisine karşı-güç olarak yarattıkları, ancak eşit güce sahip olduğu için yenemediği, böylece dost olduğu Enkidu’nun beklenmedik şekilde hastalanıp ölmesinden çok etkilenir; günlerce ağlar, üzülür. Zira ilk kez bir benzeri ölmüştür. Hayatın alışıldık akışı içinde, nispeten genç yaşlarda büyük ebeveynleri, orta yaş (ve şanslı olanlarımız için) daha ileri zamanlarda anne-babalarımızı kaybetmenin doğallığına (bütün hissettiğimiz öznel üzüntüye rağmen) toplumsal anlamda koşullanmışızdır. Oysa özellikle ilk kez bir akranımız, arkadaşımız öldüğü zaman, bir kaybın olağan üzüntüsünün ötesinde derin bir korku hissederiz; ilk kez benzerimizi yitirmişizdir. Diğer bir deyişle, başkaları için olduğunu düşündüğümüz ölüm, ilk kez bir benzerimizi almıştır. “Bu pekâlâ ben de olabilirdim” düşüncesi ruhumuzu sarar. Benzerimizin ölümü, bize acımasız bir ayna tutar. Ben bu aynayla somut olarak ilk kez 2011 yılında karşılaştım. Gençlik arkadaşım, değerli romancı, öykücü Ali Teoman’ın hastalanıp bu dünyayı terk etmesi, bende Gilgameş’in dostu Enkidu’nun ölümünde kendi ölümünü görmesi gibi bir etki yaptı. Ardından lise devre arkadaşlarımdan kayıplar oldu. Her defasında, benzerinin ölümü, inandırıcı olmaktan uzak, ancak bir o kadar ürkütücü bir gerçeklik aynası haline geldi. Uzun yıllardır hem icracı sanatçı, hem müzikolog, hem akademik bir figür olarak hayatımı zenginleştiren az sayıda insandan biri olan Şehvar Beşiroğlu’nun, beklenmedik anda kayan bir yıldız gibi bu dünyayı terk etmesi gibi…
Şehvar Beşiroğlu, İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü öğretim üyesiydi. Kurum aidiyeti ve sadakatini en somut bir şekilde gözlemlediğim az sayıda akademik insandan birisiydi. Bölümün, türlü engellemelere karşın kuruluşunu sağlayan, Türk Makam Müziği'nin aykırı kuramcısı Yalçın Tura'nın kurumsal takipçisiydi. Şehvar Beşiroğlu, Tura'dan sonra bölüm başkanı oldu; onun odasını devraldı; ancak adını kapıdan sökmeden kendi adını ekleyerek, âdil bir yönetici olmaya çalıştı. Bu yaklaşım, özelde Şehvar Beşiroğlu, genelde ise Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda benimsenen kuruculara saygı, silsileyi sürdürme gayreti ve (İTÜ’nün düsturu olan) “yüzyıllardır çağdaş” olma ilkesi doğrultusunda çalışmayı özetleyen güzel bir simgedir. Türkiye’nin, tabela düzeyinde kalıp entelektüel üretimle alıp vereceği olmayan birbirinden güzide üniversitelerinde, değil eski bölüm başkanının ismini saklamak, birbirine silah çeken öğretim elemanlarının bulunduğunu düşünürsek, İTÜ Konservatuar’ın, kendisini var eden mirasa sahip çıkma sorumluluğunu saygıyla selamlamalıyız. Şehvar Beşiroğlu, her akademik ve sanatsal etkinliğinde, yalnızca bizzat eğitim aldığı hocalarını değil, bütün bir Türk Makam Müziği geleneğini daima anan, tarihsel birikim olmadan ciddi bir yenilik yapılamayacağına inanmış bir insandı. Bu yaklaşımıyla da birçok genç sanatçı ve bilim insanına örnek olmuştur.
Şehvar Beşiroğlu, aile kökeni itibariyle Trabzonlu olup İstanbul edâsına sahip bir meslektaşımızdı. 2 Ekim 1965'te İstanbul'da doğmuştu. Hayatı İstanbul'da geçmiş olmasına karşın, Karadeniz kadınlarına özgü gücü, bazı zamanlar mütehakkim bir otoriterliğe yaklaşarak, kişilikli bir duruşa dönüşürdü. Bir kadın figürü olarak ayakları yere sağlam basmanın önemini kavramış, erkek-egemen bir dünyada eğitimli bir kadın olarak, bilimiyle, sanatıyla, emeğiyle nasıl varolunabileceğinin anlamlı bir örneğini vermişti. Çevresindeki birçok genç kadına imrenilesi bir model oluşturduğunu tahmin etmek güç değildir. Akademik çevrede erkek iktidarına ve ekonomisine yaslanmadan bileğinin hakkıyla durulabileceğini hayal dahi edemeyenler düşünüldüğünde, Şehvar Beşiroğlu saygıyı hak eden bir kadın olarak anılardaki yerini almıştır.
Şehvar Beşiroğlu diğer bütün niteliklerinden önce bir sanatçıydı. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı'nda kanun eğitimi almıştı. Makam Müziği'nin icrasında ve kuramında bilgisini derinleştirmek için yine İTÜ Konservatuarı'nda yüksek lisans ve sanatta yeterlilik çalışmalarını tamamladı. İcracı yanını hiç terk etmeden, Makam Müziği'nde yeterince ele alınmamış kuramsal konularla ilgilenmeyi sürdürdü. Beşiroğlu, belli dönemlerde hem geleneksel eserlerin seslendirilmesinde hem deneysel girişimlerde tereddütsüz bir şekilde yer aldı. Yenilikçi fikirlere daima açık olan Şehvar Beşiroğlu'nun, içinde bulunduğu en ilginç proje, kuşkusuz Hitit çalgılarının yeniden imal edilip bunlarla özgün eserler icra edilmesiydi. Kültür Bakanlığı'nın desteğiyle yapılan çalışma, çalgı yapımcıları, müzik kuramcıları, icracılar ve arkeologları bir araya getirmişti. Müzik araştırmacısı Oğuz Elbaş'ın öncülüğünde gerçekleşen proje kapsamında on bir Hitit çalgısı yeniden imal edildi. Besteci, müzik araştırmacısı, eğitimci Ertuğrul Bayraktarkatal tarafından özel olarak bestelenen müzik, bu antik çalgılarla ODTÜ, Çorum ve Portekiz'de verilen konserlerde icra edildi. Böylece geçmiş ve bugünü birleştiren benzersiz bir çalışma gerçekleştirilmiş oldu. Anadolu müziğinin bir bütün olduğu, din, dil, etni, coğrafya, vb. yapay ayrımlarla parsellenemeyeceği özgün bir sanat etkinliğiyle gösterilmiş oldu. Hitit çalgıları projesi, temelde alçak-kabartmalar ve vazo frizlerinden yararlanarak yola çıkmıştı. Kaynakların içinde en doğrudan malzeme sağlayanı, bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergilenmekte olan Eski Hitit Devleti dönemine tarihlenen ünlü İnandıktepe Vazosu'ydu. Benzeri olmayan bu vazo, üzerine işlenmiş renkli kabartmalarda altı sıra gündelik hayat sahneleri resmeder. Bunların arasında çeşitli boylarda (hatta bir tanesi ancak iki çalgıcının ayakta çalabileceği genişlikte ve insan boyundan yüksek) arp ve benzeri çalgılar görülür. Şehvar Beşiroğlu, bu projeden ilk bahsettiğinde, gözlerinde fark ettiğim heyecan hâlâ hatırımdadır. Yenilikler onu her zaman mutlu etmiş ve heyecanlandırmıştı. İnandıktepe çalgılarından bazıları, usta çalgı yapımcıları tarafından tamamlanıp Beşiroğlu'nun eline ulaştığında çocuk gibi sevinmişti. Kültürün yalnızca mevcudu muhafaza etmekle kalmayıp yeni bileşimler yapmaya cesaret etmek anlamına da geldiğine inanarak bu tür projelere daima açık oldu.
Çalgılar üzerine araştırmaları onu organolojiye, çalgıbilime doğru doğal olarak yönlendirmiştir. Tarihsel belgeler, görsel malzemeler ve minyatürlerden hareketle, Osmanlı dönemi çalgıları üzerine çeşitli bilimsel çalışmalar yaptı. Bunlardan birinin parçası olma mutluluğunu sevgili Şehvar Beşiroğlu'yla paylaştım. 2004 yılından beri düzenlenmekte olan Conference on Interdisciplinary Musicology (CIM) toplantı dizisinin 2009 yılında Paris'te düzenleneninde Şehvar Beşiroğlu'yla işbirliği yapma olanağı buldum. Unutulmuş bir Türk çalgısı olan Çeng'in, günümüzde yeniden değerlendirilmesi üzerine bir bildiri hazırladık. Bu araştırma, Şehvar Beşiroğlu'nun disiplinlerarası araştırmalara ne kadar açık olduğunun açık bir işaretidir. Her ikimiz de bu ortaklıktan çok şey öğrendik. Nitekim müzik üzerine yapılan araştırmalar, kaçınılmaz bir şekilde sosyal bilimlerle müzik bilimlerinin sürekli ve kapsamlı bir şekilde konuşmalarını zorunlu kılmaktadır. Daha sonra bir kitapta makale olarak yayınlanan bu çalışma, Türkiye hakkındaki müzik tartışmalarında özgün bir yer işgal etmiştir.1 Şehvar Beşiroğlu'nun özgün fikri, sosyolojik anlamda bir düşünüm geliştirmemizi mümkün kıldı.
Şehvar Beşiroğlu'nun müzikolojik araştırmaları önemli bir kısmı toplumsal cinsiyet olgusuna odaklanmıştır. Hayattaki bilinçli kadın tavrını, bilimsel araştırmalarına yansıtarak, Osmanlı müzik dünyasında kadının yeri, kadın çalgıcılar, müzik üzerinden toplumsal cinsiyetin inşası gibi konuları farklı araştırmalarla ele alıp yayınlar yapmıştır. Yalnızca kendi çalışmalarını değil, aynı zamanda müzik ve toplumsal cinsiyet konularında çalışan araştırmacıları da bir araya getiren Beşiroğlu, eski öğrencisi ve meslektaşı Şeyma Ersoy Çak ile birlikte, üstelik hastalığıyla mücadele ederken, 2017 yılında Kadın ve Müzik başlıklı kitabı, müdürü olduğu İTÜ-MİAM (Müzik İleri Araştırmaları Merkezi) ürünü olarak, Milenyum Yayınları'ndan çıkardı.2 Ölümünden kısa süre önceyse, yine Şeyma Ersoy Çak ile birlikte Zeki Müren hakkında yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biri olan Bir Muhabbet Kuşu, Postmodern Göstergeler Işığında Zeki Müren adlı kitabı yayınladı.3
Şehvar Beşiroğlu, kişiliğinin etkileyiciliği, sanatçı ve bilim insanı özelliklerinin saygı uyandırıcı boyutuyla sahici anlamda iz bırakan bir dost olarak, sonlu hayatlarımızda parıltılı bir kuyruklu yıldız gibi 26 Mayıs sabahı uçup gitti. Benzerinin ölümü, beraberinde bir başka algısal ve duygusal sorun daha getiriyor: Derin üzüntünün yanı sıra, böyle bir kayba inanamama sorunu! Bir doktora tez izleme jürisine geç kalmış da "siz başlayın, ben geliyorum" diye haber göndermiş gibi hissediyorum çaresiz. Konservatuar'a derse gittiğimde odasının açık kapısından başımı uzatsam onu kocaman bir iyimserlik bulutu gibi görebileceğim sanki. Nefis manzaralı MİAM Müdür odasında, yeni projelerden, gençlerin çalışmalarından bahsederek, daha yeni döndüğü dünyanın bir ucundan ertesi gün bir diğerine gidecek olmanın heyecanını yansıttığı neşeli konuşması ve gün ışır gibi aydınlık gülümsemesi eşliğinde içimize umut zerk etmesini özlüyorum. Yok oluşuyla kendi yok oluşumun ürpertici acılığının duvarına çarparken, eseriyle ve anılarıyla ölümsüzlüğe ulaşmış varlığı karşısında varolduğumu hissediyorum.
Şehvar, sevgili dostum, benzerim...
Ali Ergur
1 Temmuz 2017
1 Şehvar Ş. Beşiroğlu, Ali Ergur (2013). “The Modern Disappearance and Post-modern Rebirth of the Çeng (Turkish Harp)”, Michèle Castellengo, Hugues Genevois (derl.), La musique et ses instruments, Music and its instruments, Éditions Dellatour France, Sampzon içinde, ss.67-83. (ISBN 978-2-7521-0159-4
2 Şeyma Ersoy Çak, Şefika Şehvar Beşiroğlu (derl.) (2017). Müzik ve Kadın, Milenyum Yayınları, İstanbul.
3 Şeyma Ersoy Çak, Şefika Şehvar Beşiroğlu (2017). Bir Muhabbet Kuşu, Postmodern Göstergeler Işığında Zeki Müren, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.