*Türkiye'nin bir toplum olarak kolektif bilincini temsil etme niteliğini haiz ne kurumlardan ne müzikten söz edebiliriz. O yüzden popüler müzik, artık geçmişin 'cover'larından başka bir yenilik üretemez hale gelmiştir.
Sosyoloji biliminin kurucu babalarından Emile Durkheim, bir toplumun var olabilmesinin en temel koşulunun, gündelik hayatın derinliklerinde gizil halde bulunan kutsallık ya da büyü olduğunun altını çizmiştir. Durkheim'a göre, bir insan grubunun zamanda ve mekânda süreklilik arz eden bir topluma dönüşebilmesi yalnızca sayısal bir büyüklük meselesi değildir; esasında bir ortak inanıştır. Ortak değerlere inanmak, belli bir toplumsal ülküye yönelmiş olmak, bu amaçla birlikte çalışmak bir toplumu inşa eden ve onun kalıcı olmasını sağlayan özelliklerdir. Basit toplayıcı topluluklardan karmaşık sanayi toplumlarına doğru olan evrimde, ortak değerler ve hedefler kuşkusuz farklılaşacak, çoğullaşacaktır. Ancak hepsinin temelinde temel bir inanç olmalıdır. Bu ortaklık hissi öncelikle toplumun kendisine olan inancı şeklinde tezahür eder. Nitekim Durkheim, bu derin inanca kolektif bilinç (ya da vicdan) adını verir (conscience collective). Böylece toplumu oluşturan bireylerin toplamından fazla bir varlık ortaya çıkar. Toplum hayatının canlılığını da aslında bu derindeki inanç ya da kutsallık sağlar. Kutsallık her zaman kurumsallaşmış bir din anlamına gelmez; hatta dinin böyle örgütlenmiş, yapılanmış hâli, aslında o derindeki vicdanın katı kalıplara girmesinden ve kısmen bürokratikleşmesinden (ya da prosedürelleşmesinden) başka bir şey değildir. Durkehim'a göre gündelik hayat sıradanlaşmış, şemalaşmış tekrar kalıplarından oluşan bir yapılar bütünüdür; toplum gerçekliğinin yüzeydeki kabuksu, pek de ilginç olmayan ama en çok gözlemlenebilir katmanıdır. Bu doğrultuda, bu katılaşmış yüzeyin üzerindeki yapılar (formel ilişkiler, resmi daireler, kurumsallaşmış yapılar, öngörülebilir prosedürler vb.), tek başlarına bir anlam ifade etmezler. Toplum vicdanının derinlerinde (benzetme uygun düşerse 'magma'sında) var olması gereken kutsal birimlerin gündelik hayata izdüşümleri olarak işlev görürler. Eğer böyle değilse, yüzey yapıları yalnızca katı ve kendisi için var olan unsurlara dönüşürler. Örneğin adalet mevhumu, toplum vicdanından türeyen bir hak ve hukuk anlayışından kaynaklanır. Bürokratik işleyiş olarak adalet mekanizması bunun yalnızca bir aracıdır; hele adalet sarayı (mimari olarak ne kadar görkemli olursa olsun) temelde toplum vicdanında meşruiyet bulan bir adalet hissi olmadan, yalnızca kabuksu, hatta grotesk, anlamsız, boş bir somut yapı olarak kalmaya mahkûmdur. Ancak adalet eğer bu vicdani meşruiyetin üzerinde gelişiyorsa, o zaman onu somutlaştıran süreçlerin ve yapıların hem toplumsal hem mimari açıdan bir anlamı olur. O yüzden sanayi uygarlığının doruğunda, büyük kentler yeniden düzenlenirken, Avrupa'da başlıca iki yapı çok görkemli inşa edilmiştir: Adalet sarayı ve opera evi. Demokratik ilkelerin yönlendirdiği bir toplumda 'saray' yalnızca 'adalet'e hasredilmiş görünüyor. Sanat ise, bütün görkemine karşın, 'ev' yakınlığında tasavvur edilmiştir.
Durkheim, toplum hayatının sıradan, hatta sıkıcı kurumsallığının altından, gizli bir yer altı ırmağı gibi akan kutsallığın (toplumsal vicdan), ancak istisnai anlarda görünür hale geldiğini, törenler ve ortaklaşa bilinci harekete geçiren olayların (örneğin kazanılan maçın sonrasındaki taraftar duyguları (olumlu) ya da ırkçı şiddetin topluluk halindeyken daha kolay örgütlenip eyleme geçebilmesi (olumsuz) gibi olaylar), bir çeşit aşkınlık ve taşma (extase - cezbe) hali yaratırlar. İşte toplum vicdanının kısa süreliğine de olsa görünür hale geldiği anlar bunlardır. Her türlü cezbe hali, çok büyük çoğunlukla müziğin katalizör etkisine gereksinim duyar. Diğer sanatların, bu kutsalın inşası ya da yeniden keşfi sürecinde kısmen yerleri olabilse de, müzik daima mevcuttur. Müzik böylece hem o derindeki kolektif vicdana ulaşmak ve onu hissetmek için bir aracı, hem insanların dünyayı anlamlandırma arayışında önemli bir büyü unsurudur. Zira dünya ve onun unsurları, ancak bizi büyüleyebildikleri ölçüde hem bireysel hem toplumsal hayatın itkisini tetiklerler.
Modernlik eleştirilerinin birçoğunun üzerinde uzlaştığı en temel tema, sanayi toplumuyla birlikte gelen rasyonel düşüncenin, katı bir araçsallığa dönüştüğü ve dünyanın büyüleme niteliğini yok etmiş olduğu savıdır. Aynı süreç, müziğin de, bir yandan sanatsal olanın ticari koşullar içinde yeniden tanımlandığı (klasik müziğin önce konser salonu, turne, ticari kurumlar, sonra kayıt teknolojisiyle kâr güdümlü bir etkinliğe dönüşmesi), diğer yandan münhasıran çabuk tüketilmesi için üretilen kolay algılanır standartlaşmış biçimlerden oluşan bir piyasa içinde şekillendirildiği (popüler müzik) rasyonel bir bağlama dönüşmesi anlamına gelmiştir. Çağdaş Fransız düşünürü Jacques Attali, müziğin, eski toplumlardaki 'kurban töreni'nin bir ikamesi olduğunu belirtmişti. Günümüzün frensiz neoliberal ahlâksızlığı, insana dâir her değeri hızla silen, dünyanın, değil büyüsünü fiziki anlamda kendisini bile (her yıl 1,7 Dünya tüketiyoruz!) akılsızca yok eden bir negatif cezbe hali olarak düşünülebilir!
Bu koşulların hâkim olduğu günümüz dünyasında, müziğin de söyleyecek fazla yeni sözü kalmamış olması şaşırtıcı değildir. Döneme damgasını vuran belli bir üslûp ve estetik bağlamın olmayışı, bir yandan demokratik bir çoğulculuğun var olduğunu gösterse de, diğer yandan, insanın en temel gereksinimlerinden olan bir toplumsal varlığa tutunmayı mümkün kılan kerterizlerin de ortadan kalktığı anlamına gelmektedir. Finans kapitalizminin her şeyi sıvı ve akışkan kıldığı böyle bir ortamda, ne ortaklaşa bir bilinç şekillenebilir ne insan olmanın ahlâki sorumlulukları korunabilir. Türkiye özelinde ise, bütün bu küresel dönüşüme ek olarak, 1980'den bu yana sürdürülen eğitim ve kültür politikalarındaki gerilemenin somut sonuçlarının alındığı bir döneme girmiş görünüyoruz. Türkiye'nin bir toplum olarak kolektif bilincini temsil etme niteliğini haiz ne kurumlardan ne müzikten söz edebiliriz. O yüzden popüler müzik, artık geçmişin 'cover'larından başka bir yenilik üretemez hale gelmiştir. Özünde bir kaçış biçimi olan nostaljinin bunca rağbet görmesi, 1960'lardan 1990'lara uzanan repertuarın sürekli yeniden malzeme haline getirilmesi, hem günümüzün çölümsü ortamında söylenecek yeni bir söz kalmamış olmasından, hem o çağın ezgilerindeki samimiyetin bunca anlam boşluğu içindeki (onca çabaya rağmen 'sosyal medya'nın dolduramadığı boşluk!) insana cazip gelmesindendir. Jean Baudrillard, nostaljiyi "hiçbir zaman sahip olmadığımız bir şeyi kaybetmiş olmanın acısı" olarak tarif etmişti. Nostaljinin, özellikle müzik aracılığıyla bunca çeşitli ve yaygın hale gelmesi ("oldies but goldies"den hayal edilmiş bir "Osmanlı ecdâdı mûsikisi"ne), müzik unsurlarının (ezgi, kompozisyon, makam kullanımı, vb.) canlılık yerine tekdüzelik yayması, coşkuyu ancak tempo yükselişleri ve ses gürlüğünün abartılı biçimlerde artırılmasıyla elde etmeye çalışması buna dalalet etmez mi? Bu tür kullanımların en basmakalıp ve bayağılaşmış örneklerini 'dizi müzikleri'nde görebiliriz. Ancak ana akım popüler müzik de bu coşkusuzluktan nasibini almaktadır. Konuşur gibi, her on altılığa dahi bir hece (hatta bazen iki hece) düşecek şekilde yazılan düz hat ezgiler (özellikle genç kız estetiği 'yaz albümü' tipi şarkılar), dar bir ayakkabı içinde ezilip eğrilen parmaklara benziyorlar; aynı eziyeti hem dinleyene hem söyleyene verir gibi görünüyorlar.
Diğer yandan sanat müziklerinin de uzlaştırıcı ve büyüleyici bir işlev gördüğünü iddia etmek doğru olmaz. Senfonik müzik, belli bir dinleyici kitlesinin varlığına rağmen, ancak kısa bir dönemin kalıplaşmış estetiğinin dışına çıkamamakta, kamuya belli ölçüde de olsa mâl olabilen eserler üretememektedir. Makam müziği, TRT tasnifiyle "Türk Sanat Müziği" adı altındaki teknik olarak indirgenmiş (çok kısıtlı makam sayısı, birkaç basit usûl vb.) yapının dışında bir varlık gösterememekte, yeni üretim ise yok denecek ölçüde kalmaktadır. Kendisini bu müziğin meftunu olarak tanımlayanlar bile, eğlence-dışı eski dönem makam repertuarına kolay tahammül edemez haldedirler. Hızlı kent hayatı, küresel kültür etkileri, böyle bir yoğunlaşmayı olanaksız kılmaktadır. Ancak eski müziğin yaşaması için, hamâsi bir mâzi övgüsü ve onun bayağılığındaki basmakalıp düşünce ve beğeniler dışında ciddi bir kamu politikası da mevcut değildir. Halk müziğine gelince, yüzde seksenden fazlası kentsel alanlarda yaşayan, mevcut tarımı da sistemli olarak yok edilen bir toplumda, tarım toplumunun müziği ancak dar bir repertuarın çerçevesinde ve popüler yorumlarla 'inceltilmiş' bir halde yaşayabilmektedir.
Türkiye'de bugün ciddi anlamda bir 'birlikte yaşama' sorunumuz var. Müziğin dağınık, indirgenmiş, basmakalıplaşmış ve üretmeyen hali, bu toplumsal buhranı çok sarih bir şekilde ortaya koyuyor. Büyüsünü yitirmiş bir dünyada, ayrıca birbirine yabancı, beteri düşman grupçuklar halinde hasbelkader yan yana durmaktayız. O yüzden gündelik hayatın kabuksu, kurumsallaşmış ve coşkusuz katmanı Türkiye toplumunun yegâne gerçekliği haline gelmiş durumdadır. Kırk yıla yakın bir süredir bütün kutsalları yok edilen bir toplumun (kutsal imgeleri ve söylemleriyle bunca çevrili olan bir siyasi ortamın git gide genişlemesinin nedeni de budur: Bir şey yoksa reklâmı vardır!) kendi vicdanî özü de yok olmuş demektir. Derinlerinde bir anlam, ortaklık, uzlaşma, en azından asgari insani değerlerde buluşan bir kolektif bilinç mevcut olmadığı zaman, bunun müziği de, içi boş ancak gösterişli bir kabuğa dönüşür. Oysa topluluk olmak büyülenme gereksinimi anlamına gelir. Büyüyü ortaklaşa bir bilinç üretemiyorsa, o takdirde, bu büyüsellik, aşırı yüceltilen tek bir imgeye, nesneye, mutlak merkeze yüklenir. Yapıların bunca görkemli, seslerin bunca cılız olması bundandır.
Vicdanı olmayanın sesi de olmaz!
ALİ ERGUR
1 Temmuz 2018