Kültür üretmek insan türünün yegâne ayırıcı özelliğidir. Zekâ, alet yapmak, hatta toplumsal ilişkiler kurmak gibi özellikler, kısıtlı da olsa başka türlerde de vardır. Ancak kültür üretmek, diğer bir deyişle doğayı dönüştürme eylemlerini simgesel ifadeler hâlinde biriktirmek yalnızca insana özgüdür. Ancak kültür tortulanarak oluşur; hızlı ve kestirme yollardan giderek kültür üretilmez. Kültür bir yandan bu birikerek gelişmesi sayesinde sağlam bir karakter arz eder; kolay dağılmaz; onu üreten insanlar yok olsa bile varlığını sürdürmekte direnir; Sumerler yeryüzünden silindikten yüzyıllar sonra bile yazıları, dilleri var kalmaya devam etmiştir. Diğer yandan ekonomik ve siyasi çalkantılar en başta kültür dünyasını sarsar; iskambil kâğıtlarından kurulan şatolar gibi kırılgan bir yapı arz eden kültür, böyle tarihsel savrulmalarla kolayca kırılır. İnsanın düşünsel birikimleri, ince oya işler gibi ilmeklenerek sabırla yapılanır. Üretmek, emekle yapmak, inşa etmek ne kadar incelikli bir sürecin ürünüyse o denli sağlam, köklü ve kalıcı olur. Bununla birlikte, kültürün gelişmesi, ancak onu var edebilecek toplumsal koşulların içinde olasıdır. Büyük toplumsal çalkantı, çöküş, kutuplaşma durumlarında önce kültür hayatı darbe alır; ancak aynı zamanda bir toplumu yıkılmaktan, dağılmaktan ancak kültür birikimi kurtarır. Macaristan tarihi, büyük yenilgiler ve işgallerle doludur. Ancak Macaristan, hem maddi hem manevi anlamda bir toplum ve ülke olarak, bütün bu yenilgiler tarihi boyunca varlığını korumuştur; bunun en önemli nedeni, kültürle direnebilme becerisidir. Macarlar bugün dünyanın en fazla kitap okuyan ulusudur. Kültür güçlendirir. Kültürün bu ikili niteliği, aynı zamanda onun kısa ve uzun vadeli var oluş kiplerini oluşturur. Kısa vadeli var oluşu, kültürün siyasi buhran anlarında kolayca çökebilmesi sonucunu doğurur. Siyasetin saldırgan yıkıcılığı kültürde en olmayan şeydir; kültür, barışçıl yapıcılığıyla, bu tahrip edici güce sahip olmamakla kalmaz, yapısal olarak böyle bir gücü edinmeyi reddeder. Bu durum, kültürün trajik konumunu işaret eder; kültür irade ve emekle kurulur; kılıçla kolayca yıkılır. Ancak kültürün uzun vadeli karakteri bunun tam tersini getirir. Toplumlar, siyasetin gayri-insani öğütücü yıkıcılığına yine kültürle direnirler; kültür, yıkımdan ayakta kalan yegâne varlık olarak direnir. Savaş, kuşkusuz kültürü kısa vadede tahrip eden başlıca eylem biçimi olarak nitelendirilebilir.
Yirminci yüzyıl başında, Avrupa, son derece dinamik bir kültür ortamının yükselişine sahne olmuştur. Açgözlü kapitalist sömürü, sanayi aşamasının doruğuna vardığında en yıkıcı hâline de kavuşmuştu. Burjuva ideolojisi ve onu taşıyıp meşrulaştıran estetik anlayışı, on dokuzuncu yüzyılın son on yılına girildiğinde ağır eleştirilerin de hedefi olmaya başlamıştı. Novocento dönümüyle özellikle sanat alanında öncü akımlar, aykırı sesler, eleştirel yaklaşımlar hızla mevcut müesses estetik-ideolojik nizamı yıkmaya girişmişlerdi. Şiirde, edebiyatta, tiyatroda, görsel sanatlarda Dadacılık, Fütürizm, Gerçeküstücülük gibi akımlar, müzikte on iki tonculuk, sömürü düzenini meşrulaştıran burjuva ahlâkını hedef tahtasına yerleştiriyorlardı. Paris, Berlin, Zürih ve Viyana, bu aykırı sanat akımlarının örgütlendiği kentler olmuştur. Özellikle sonuncusu, aslında öncülleri olan izlenimciliğe tepki olarak gelişen dışavurumculuğun kalesi hâline gelecekti. Buna koşut olarak, psikanalizin babası bu dönemde en ses getirici eserlerini yine Viyana’da yazmıştır. Gustav Mahler, her biri devasa ses gökdelenleri olan senfonilerini yine bu kentin çoğul kültür dokusu içinde bestelemiştir; Mahler, sanayi uygarlığının doruğu ile yeni bir estetiğin başlangıç noktasının tarihsel karşılaşma noktasını oluşturmaktaydı. Secession akımı, burjuva estetiğinden ayrılan düşünsel yolu simgeliyordu. Diğer yandan Marksizm, en verimli ve çoğul hâlini bu dönemde deneyimlemiştir. Marx’ın ölümünü izleyen yıllar bir yandan kapitalizmin köklü bir dönüşüm sürecine girip temel niteliklerini değiştirmeye, dünyayı bütünleşik bir pazar hâline getirmeye yönelik adımları hızla attığı, diğer yandan Marksist çevrelerin yoğun bir kuram tartışmasına girdikleri bir dönem olma özelliği arz eder. Kapitalizminin karakterinin finans hareketlerini önceleyecek şekilde değişmesi, ulaştırma ve iletişimin hızla gelişmesini gerektirmiştir. Artık (sözcüğün her iki anlamıyla da) küresel bir kapitalizm, yılanın derisini değiştirmesi gibi, kendi içine çöken bir karadelik hâline gelen sanayi üretim biçiminin içinden doğuyordu. Marksist kuramcıların bazıları, bu hızla değişen dünyanın sosyalist mücadelenin doğası ve stratejisini de dönüştürmesi gerektiğine inanıyorlardı. Özellikle Viyana çevresinde tomurcuklanan öncü sanat ve fikir akımlarının mayasında bu Marksist kuram tartışmalarının olması kaçınılmazdı. Doğrudan Marksist olsun ya da olmasın, dönemin sanatçı ve düşünürleri, bu fin-de-siècle çevresi ve estetiği içinde son derece hareketli bir üretim ortamı inşa etmişlerdir. Yirminci yüzyılın ses getiren büyük sanat ve fikir ürünleri, önemli ölçüde bu yaklaşık otuz yıllık dönemde üretilmiştir. Ancak bütün bu gelişmeler, kapitalizmin dönüşümünü gözlemleyen Marksistler’in not ettikleri gibi, aynı zamanda emperyalizmin gemi azıya aldığı bir ticari gerilimler, çatışmalar ve mevzi silahlı çarpışmalarla dolu tarih dekoru önünde olagelmekteydi. Yirminci yüzyıl başı yılları, bir yandan bu verimli kültür ortamıyla şekilleniyor, diğer yandan garip bir gizli gerginlik hem gündelik hayatı hem politika aygıtını sarıyordu. Bugün bir çeşit ‘kabul edilebilir aykırılık’ menzilinde addedilip popüler kültüre bolca malzeme olan Erik Satie’nin müziği, bu garip dinginliğin gizlediği zımnî şiddeti yansılayan bir atâlet estetiği sunmaktaydı. Nitekim çok geçmeden, başta Devlet-i Âliyye olmak üzere, eski tip imparatorlukların tasfiye olacağı tarihin o güne kadarki en kanlı savaşı, patlamaya hazır barut fıçısına kıvılcım sıçramasıyla 1914 yazında başladı. İnsanı, en yüce değer olarak kutsayan Aydınlanma felsefesinin yüz elli yıl içinde geldiği aşamada, işçiler ve köylülerden oluşan insan kitleleri sermayenin ahlâksızca gönenmesi için sivrisineklerden daha değersiz hâle gelmişlerdi; Verdun’de, Somme’da, Ypres’de, Gelibolu’da teknolojinin korkutucu asimetrisine (makineli tüfek, bomba, top, tank, zehirli gaz) bedenleriyle karşı koymaya çalışan piyadeler, tümenler hâlinde kırılıyorlardı. İnsan, teknolojik asimetriye yenilmişti. Sanayi uygarlığı hem kültürel inşada hem kitlesel yıkıcılıkta doruğa ulaşmıştı.
O zaman “birinci” olduğu bilinmeyen Dünya Savaşı (Harb-i Umûmî, Weltkrieg, Grande Guerre, Great War), milyonlarca emekçinin kanıyla şekillendi. Savaş öncesi verim patlaması hâlinde kaynayan kültür ortamı bir anda biçildi. Dönemin aydınlarının bir kısmı muharebe meydanlarında can verdiler; geri kalanı savaşın korkunç yıkıcılığının savruluşu içinde, kişisel ve dönemsel ivmelerini yitirdiler. Sanat alanı kadar felsefe ve sosyoloji de bu yıkımdan kötü etkilenmiştir. Örneğin, 1890’lardan itibaren önce Bordeaux’da sonra Paris’te Émile Durkheim’ın çevresinde oluşan üretken sosyal bilim ortamı savaşla birlikte dağılıp gitmiştir. Bizatihi Durkheim’ın oğlu André, Kasım 1915’te savaş meydanında can verecek, iki yıl sonra düşünürün kendisi, bu acıya daha fazla dayanamayıp ölecekti. Dağılan bu kolyenin en değerli inci tanelerinden biri olan Maurice Halbwachs ise bu dönemi atlatıp 1945’te Auschwitz-Birkenau kampında yok olup giden binlerin arasına katılacaktı. Savaş önce ve en çok kültürü tahrip eder.
Birinci Dünya Savaşı sırasında beklenmedik bir başka olay, Marksist tartışmalara yeni ve köktenci bir yön verdi: Bolşevik İhtilâli, kalecinin, beklemediği köşeden gol yemesi gibi, Marksistler’i hem kuramsal hem pratik-politik anlamda derinden böldü. Marksizm artık bir devlet ideolojisi hâline gelmiş, ancak bu sırada kurama uymayan bir bileşen denkleme dâhil olmuştu. Marx’a göre, köylülük geçmişe ait bir kategoriydi; sanayi kapitalizmi çağında devrimci güç olamazdı; ancak Rusya’da devrimi (elbette küçük burjuva aydınların önderliğinde) köylüler yapmış, Sovyetler Birliği’ni onlar kurmuştu. Tarihin akışını değiştiren bu olay, Marksizm’in kuramsal bir çıkmaza girmesine de yol açtı. İşte bu amaçla, savaş enkazı Almanya’nın yangın yerinde açan bir tomurcuk misali, 1923 yılında Frankfurt’ta bir grup genç Marksist (çoğu Yahudi) düşünür Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nü kurdu (Institut für Sozialforschung). Daha sonra Frankfurt Okulu ya da Eleştirel Kuram adını alacak olan bu verimli düşün ortamından Theodor Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Erich Fromm gibi yüksek gradolu düşünürler çıkmıştır. Ancak Marksizm’e yeni bir soluk getirip ona hem felsefi hem devrimci bir ivme vermeye çalışan bu düşün ortamı, yalnızca on yıl varlığı koruyabilmiş, 1933’te Nasyonal Sosyalist Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, üyeleri, önce yakın sonra uzak sürgüne gidip, git gide karamsar bir düşünüm içine kapanıp ömürlerini tamamlamışlardır. Dünya Savaşı (bu kez ikincisi), bir kez daha üst düzeyde gelişmiş bir düşün ortamını hoyratça harcamıştır.
Savaşın dağıtıp yok ettiği nice düşünsel, kültürel birikim vardır. Türkiye’nin uzak ve yakın dönem tarihinde bu tür kesintilere sıkça rastlanır. Türkiye’de sosyolojinin spekülatif bir sosyal felsefe olmaktan çıkıp hem araştırma hem kuramsal katkı bakımından çağdaş ve saygın bir düzeye ulaşmasını sağlayan, 1939-1945 dönemi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi bünyesinde oluşan genç düşünce insanları çevresi, savaşı somut olarak yaşamasa da olumsuz sonuçlarına mâruz kalan Türkiye’de küçük bir izci ateşi yakmış, önce pro-Nazi sonra değişen hegemonyaya göre Amerikancı tutum alan devletlû tarafından dağıtılmıştır. Önce sıcak savaşın ideolojik ısı dalgaları, sonra Soğuk Savaş’ın sinsi şiddeti, Türkiye’de çağdaş bir kültür hayatının uç vermesine izin vermemiş, gericiliğin her tonunu fonlamıştır. Emperyalizme tarihinde görmediği bir ders veren Anadolu halkı, onun Troya atlarını davul-zurnayla bağrına basmıştır. Türkiye’nin bir başka özel kültürel canlanma süreci 1961 Anayasası’nın sağladığı göreli özgürlükçü ortamda belirginleşmiştir. Çağdaş Türk Edebiyatı’nın başyapıtı sayılan üretimler bu dönemde yapılmış, tiyatro sayısı iki yüzü aşmış, özel tiyatrolar bile Brecht oyunları sahnelemiştir. Marksist kuramın derinlikli ve Türkiye’ye uyarlanmaya yönelik tartışmalara konu olması, azgelişmişlik tartışmaları, kentleşme araştırmaları hep bu dönemde ivme almıştır. Toplumsal uyanışın politik yapıyı aştığını düşünen ve bunu alenen ifade eden cuntacılar, 12 Mart 1971 muhtırasını izleyen günlerde, dünyadaki benzer CIA operasyonlarıyla koşut olarak sol düşünceye açtıkları savaşta (‘Balyoz operasyonu’! Ne tesadüf!) ülkenin en güzide aydınlarını hapis-işkence değirmeninde öğütmüşlerdir. Böylece hegemonya güçleri, hem Marksist muhalif odakları acımasızca bastırıyor hem din-millet-maneviyat adına hareket edenlere kendini alkışlatıyordu. Diğer yandan büyük bir kültürel çölleşmenin başlangıç düğümleri bu dönemde atılacak, Marksizm en kaba, sığ ve şiddet dolu sürümleriyle sahneye sürülüp iç savaş provası başlatılacaktı. Tablonun tamamlanması 24 Ocak – 12 Eylül 1980 darbesiyle gerçekleşecekti. Büyük ikinci öğütmeden arta kalan sol aktörler, egemen cânilerin nezdinde kılıç artığı muamelesi görürken, ağır yaralı ruhlar olarak, emperyalizmin yeni sürümü piyasacı zihniyet tarafından liberal cepheye devşirilecekti. Böylece soyut demokrasi ve insan hakları tasavvurunun söylem ekseninde, dış referanslara sıkı sıkıya sâdık kendi kültürüne düşman yeni bir organik aydın tipi yetiştirilmiş olacaktı. Ardından hızlı bir çölleşme, Türkiye’nin eğitim ve kültür hayatını sığlaştırıp çökertmiştir. Bu karmaşık siyasi oyunlar sahnesinde en çok kaybeden kültür olmuştur.
Savaşın kültür yok ediciliği dünyanın her yerinde tarihin her döneminde benzer sonuçlara yol açmıştır. Cermen kabilelerinin Roma İmparatorluğu’nu yıkmalarının ardından Avrupa en az üç yüzyıl toparlanamamış, Moğol istilası Anadolu’yu, günümüzdekine benzer bir tarımsal ve toplumsal enkaza dönüştürmüştür. Mart 2022’de Ukrayna krizinin patlaması, uzun süredir tehlikeli şekilde enerji biriktiren Marmara Fayı misali, derin bir jeopolitik gerilimin kararlı artışının sonucu olmuştur. Uzay çalışmalarında kat edilen mesafe, ulaşabileceğimiz gezegenlerin nasıl birer cehennem olduğunu bize kanıtlıyor. Bunun en önemli dersi, üstünde yaşadığımız bu gezegenin bir yedeği olmadığını öğrenmemiz olmuştur. Oysa yeryüzündeki iktidar ve kaynak paylaşım savaşları, bu trajik gerçekliğin hilafına bir yok oluş sürecinin ateşini körüklemektedir. Ukrayna krizi, kuşkusuz birçok siyasi ve iktisadi sonuca yol açmış ve açacaktır. Ancak bu tartışmaların gerisinde en derin zararı kültür dünyasına vermiştir. Öncelikle toplumları, grupları, aileleri, ilişkileri bölücü bir etki yapmış, her savaş gibi, akla kara arasında inceliklerin kaybolmasına yol açmıştır. Tamamen ideolojik bir kurgu olan ‘Batı’ sözcüğü hiç olmadığı kadar telaffuz edilir olmuş, ideolojik ayrışmalar Realpolitik cinsinden yeniden tanımlanmıştır. İletişim tarihine geçecek kara propaganda, sahte-haber, yalan montajı sayesinde kitleler istenen yönde doktrinlenmişlerdir. Böylece ABD-AB-NATO blokunu bir demokrasi cephesi ilan edenler bir yanda, Rusya’nın jeopolitik manevralarıyla Türkiye’nin olası çıkarlarını özdeşleştirenler diğer yanda, büyük kutuplaşmanın aktörleri olarak nüanslara yer açmayan bir gerilim ortamını beslemişlerdir. Oysa bu gerilim yalnızca siyasi değildir; en ağır sonuçlarını kültür ekseninde gösterir. Amerikan emperyalizminin Missouri zırhlısıyla Türkiye’ye girmesinden sonra Rus Salatası “Amerikan Salatası”na dönüşmüştü.
Benzer şekilde, Ukrayna kriziyle birlikte, kültür alanında en akıl almaz işlere imza atılması da kuşkusuz tarihin utanç sayfalarına yazılacaktır. Münih Filarmoni Orkestrası’nın şef Valeri Gergiev’in işine son vermesi, dünyanın en iyi sopranolarından biri olan Anna Netrebko’nun Almanya, İsviçre ve A.B.D.’de opera sahnelerindeki sözleşmelerinin feshedilmesi, Londra’da ve New York’ta Rus bale topluluklarının gösterilerinin iptal edilmesi, Yunanistan’da konser programından Çaykovski eserinin çıkarılması, bunların dışında tekil durumlar da olsa Dostoyevski yasaklamak, Rus edebiyatını müfredattan çıkarmak, vb. birçok olay savaşın nasıl sap ile samanın karışmasına yol açtığının çarpıcı örnekleri olarak kayda geçmiştir. Diğer yandan, Putin politikalarını protesto eden Rus sanatçıların Venedik Bienali’nden çekilmeleri, müzisyenlerin konserlerini iptal etmeleri gibi olaylar da yine savaşın, kırılgan kültür dünyasına nasıl zarar verebildiğinin örneklerini oluşturmaktadır.
Savaşın en kötü yanı başlamasıdır; zira bir kez savaş başlayınca artık doğru-yanlış birbirine karışır, tercihler ak-kara keskinliğine bürünür. Savaşta ara renkleri savunmak çok zordur; savaş kutuplaştırır. En kötüsü, maddi tahribat, insan trajedileri, ölümler dışında kültürün yara almasıdır. İnsanın insanlıktan çıktığı (neden olmasın; belki de aslına rücu ettiği!) yok etme çılgınlığı, en kolay hedef gördüğü kültürün beslenme kaynaklarını yok eder. Toplumların ruhunu eritir. Bununla birlikte, savaşın yıkıcılığına yine kültürle direnilir. Kültürün uzun vadeli etkisi sayesinde toplumlar kişiliklerini korur, yaralarını sarar. İşte bu aşamada, en büyük tehlike, savaşan toplum olmak değil çölleşen toplum olmaktır; zira kültür üretimini baskılayan, önemsizleştiren, sığlaştıran toplumlar karakterlerini kaybederler; kutuplaşmaların tuzağına çok daha kolay düşerler. Karakterini yitirmiş, kültür üretemeyen toplumlar ise otokratları alkışlarken tarihsel anlamlarını yitirirler.
Kültür, narin ve direngen bir çiçektir. Kolay kırılır; ama hep şaşırtır.
ALİ ERGUR
1 Nisan 2022, Denizli