Türkiye, bir pedagoji faciaları cennetidir. Dengeden ve çağın gereği donanımdan yoksun bireyler, hele günümüzün palamarı çözülmüş ancak makinesi arızalı bir gemiye benzeyen Türkiye'sinde, şiddet dolu, hınçlı, öfkeli, ama bunların nedenini idrak edemeyecek kadar kendine dair sorgulaması olmayan yönsüzleşmiş bir şekilde amaçsızca devinmekteler. Kötü eğitim, yalnızca iyi bilgi ve beceri kazandıramamak değildir; ondan öte, eğitilenin iç dengesini ve insanlarla ilişkilerdeki dengeyi sağlamasına yardımcı olmamaktır. Bu ülkenin insanlarının önemli bir kısmı, kendini aşırı beğenme ile derin bir aşağılık kompleksi arasında trajik bir şekilde yırtılmaktadır. Zira her geçen gün çağın gereklerinin daha gerisine düşen milli eğitim sistemi, acıklı bir tablonun günbegün tamamlanmasına en büyük desteği vererek, öğrencileri Dünya'dan bihaber, bütüncül ve analitik düşünmeyi beceremeyen, genel kültür deposu a priori'den, sanatla bağı pop kırıntılarından ibaret bireyler olarak şekillendirmeye devam etmektedir.
Devletin varlık nedeni, bir kaynaklar bütününü, belli bir topluma, eşit, âdil, sistemli ve nesnel bir şekilde dağıtabilmektir. Devlet, diğer bir deyişle kamu gücü, bu niteliklerini yitirmişse, "devlet" olarak geriye kalan yapı, kendisini o aygıtın araçsal kapasitesiyle özdeşleştirmiş olan bir zümrenin, üzerinde kısır iktidar mücadeleleri verdiği enkaz alanından başka bir şey değildir. Türkiye maalesef uzun süredir böyle bir görünüm arz ediyor. Ancak, pedagojideki beceriksizliğimiz elbette yalnızca son on beş yılın Milli Eğitim gerilemesinin sonucu değildir. Otoriter kültür, bu topraklarda uzun zamandan beri egemen bir yaşama ve ilişki kurma biçimidir. Otoriteyi merkez alan insan ilişkisi anlayışı yalnızca birinin bir diğerine mutlak baskısı anlamına gelmez; ikili bir karakter arz eder: Otorite-perest bir dünyada toplumsallaşmış birey, kendisinden güçlü herhangi bir birey ya da kurum karşısında hemen boyun eğip ona mutlak biat eder; ancak, aynı bireyin eline en ufak iktidar kırıntısı geçtiği zaman yeryüzünün en acımasız tiranı kesilir. Çocuk yetiştirme anlayışımız, yaygınlıkla işte bu ikili çıkmazda belirlenir. İfrat-tefrit salınımı, bu ülkede vak'a-yı âdiyedendir; hatta bir eylem mantığıdır.
CIVIK SEVGİ VE ANLAMSIZ ŞİDDET
Çocukların bu kadar disiplinsizlikle yetiştirildiği, onları anlamsızca aile hayatının mutlak merkezine alan bir başka toplum nasıl zor bulunursa, bu denli kişiliklerinin ezilerek, insan yerine konmadan, birçok zaman fiziki ve simgesel şiddete mâruz kaldıkları başka bir kültür çevresi de nâdirattandır. Çocuğun, cıvık bir sevgi ifadesi ile onun hemen ardından gelebilecek anlamsız şiddet gösterilerine şoklar halinde çarpması, doğal olarak iç tutarlılığı olan, karakterini bütünleştirmiş, kendinden emin bireyler ortaya çıkmasını büyük oranda engellemektedir. Farklı toplum katmanlarında benzer manzaralara rastlamak bizleri şaşırtmaz: İlkin anne ve baba arasında kesin olarak ayrışmış otorite konumları vardır. Her ilişkinin otorite cinsinden tanımlandığı bir ortamda, anne, çoğu zaman çocuğun yan yollara sapabilmesi (gizlemek, yalan söylemek, üstünü örtmek, vb.) için, hâtta onları ona öğreten figür olarak işbirlikçi rolüne çıkar. Baba ise toplum otoritesinin aile mümessili olarak üst düzey bir simgesel konuma sahiptir. Tebâsıyla şiddet repertuarı dışında nasıl ilişki kuracağını bilemeyen devletin mikro ölçekteki modeli olarak, çocukla bağlantısı neredeyse yalnızca baskı araçlarını ve dilini seferber etme şeklinde olan baba, aslında (yine, aynen modeli olduğu devlet gibi) yönetememenin bir karikatürü haline gelir. Ancak bu karikatür güldürmez; acı verir.
ÇELİŞKİLER YUMAĞINDA BİREY OLUNABİLİR Mİ?
Böyle otorite-sever bir yaşama çerçevesinde, çocukların ölçüsüz şımartılmayla amaçsız şiddete mâruz kalma arasında sağlıklı bireyler olarak yetişmeleri olanaksızdır. O nedenle Türkiye, mutsuz, ağır kompleksli (Çetin Altan, bu etkenin altında yatan nedenlerin başında 'yanlış yapılmış sünnetler'i de uzun yıllar zikretmiştir!) ve başkasının acısından zevk alan hasta ruhlu insanlar ülkesi haline dönüşmüştür. Siyasi olarak içine sürüklendiğimiz tutarsız ve kafası karışık muhafazakârlığın alt-üst ettiği toplumsal ortamda ise, bu zaten mevcut pedagoji hatâları tam bir faciaya dönüşmektedir. Otorite-perest kültür, çocuğu aynı zamanda, gelişmekte olan bir bilinci yapılandıran, dolayısıyla kendine özgü bir anlam dünyası olan kırılgan bir birey olarak değil, bir çeşit küçültülmüş erişkin olarak tasavvur eder. Aynı şekilde (yine zıtlıkların çelişkisi), böyle bir algılayışta çocuk hiçbir zaman tam olarak olgunlaşmış bir birey olarak da görülmez; süresiz bir çocukluk hâli, ömrünün sonuna kadar birçok erişkinin doğal var oluş kipi haline gelir.
ŞARKILARI OLMAYAN ÇOCUKLAR
Bütün bu çelişkiler yumağı içinde birey olmaya çalışan çocuk, kendine özgü bir sanattan da önemli ölçüde mahrum büyümektedir. Ayrıcalıklı küçük bir bilinçli ebeveyn grubu dışında, çocuklarına iyi edebiyat, iyi sanat ve özelde iyi müzik sunabilen anne-babalar sık rastlanan bir durum değildir. Türkiye'de çocukların, şiddet ve tüketim cinsinden tanımlanmamış hayâlleri olmadığı gibi, onların insani deneyimlerini güzelleştirecek şarkıları da yoktur.
Çocuk şarkıları, hitap ettikleri kitlenin özellikleri gereği, hem eğlendirici hem öğretici olmak, sanatsal inceliğe dair ipuçları sunmak ancak aynı zamanda hayatın içine katılabilir nitelikte olmak zorundadırlar. Türkiye'de kuşkusuz, özellikle Cumhuriyet döneminde sayısız çocuk şarkısı bestelenmiştir. Bu şarkılar, büyük çoğunlukla okul eğitimi sırasında çocuklara aktarılırlar. Ancak bu şarkı dağarının öğretimi, Milli Eğitim'in genel felsefesi ekseninde, son derece tâli ve ihmal edilebilir edinimler olarak görüldüğünden, ciddi bir önem atfedilen etkinlik olarak addedilmemiştir. Dolayısıyla, şarkı öğretimi, yalnızca okulda verilen, evde ya da toplumsal çevrelerde karşılığını bulamayan yalıtılmış bir etkinlik olarak görünmektedir. Diğer yandan, değerli bestecilerin bu alana önem vermeleri söz konusu olsa da, çocuk şarkısı olarak bestelenen eserler, müzikal olarak değerli olmakla birlikte çoğu zaman fazla akademik kalabilen nitelik arz ederler. Bu şarkıların hem temaları hem müzikal dokuları, gündelik hayatın tınıları ve motifleriyle tam olarak örtüşmez. Çoğu zaman makamsal niteliklere fazla yer vermeyen, daha ziyade marş estetiği içinde tasarlanmış ezgiler üzerine kurulu eserler, doğal olarak, çocukların gündelik gerçekliklerinde pek yer bulamamıştır. Ancak bundan daha önemlisi, Türkiye'nin çocuklarını ulusal bir estetik çerçevesinde buluşturan ortak şarkılar oluşamamıştır. Bunun nedeni, yalnızca mevcut eserlerin müzikal özellikleri değildir.
AYAKTA ALKIŞLANAN VASAT-ALTI POPÜLİZM SARMALI
Türkiye'nin kültür heterojenliğinin yanı sıra, Milli Eğitim politikalarının da bu yönde tutarlılık ve süreklilik arz etmemesidir. Daima kısa vadeye dayalı eylem ve popüler olanın en gelişmemiş sürümlerini sömürmeye dayalı gündelik politika, Türkiye'de kalıcı, hükümetler-üstü, bütünlüklü kültür politikalarının oluşmaması için gereken her çabayı göstermiştir.
Özellikle 1980'lerden itibaren, eğitimli bir yurttaş yetiştirme ülküsü, yerini sıradanlıktan vasat-altılığa doğru giden bir popülizm sarmalına terk etmiştir. Kimi entelektüel çevrelerde, sıradanlığa prim veren bu neo-liberal politik tercihler, ayakta alkışlanmış, donanımlı birey yetiştirmeye yönelik kamu politikaları, toptancı bir reddiyeyle 'seçkinci', 'tepeden inmeci' olarak yaftalanmıştır. Sonuç olarak, çocuk şarkıları, okul sınırlarında ve kısmen akademik nitelikte kalsalar da, çocukların dünyalarında hem eğlence hem öğrenme motivasyonuyla belli bir yer işgal ederken, 1990'lardan itibaren hızla, piyasası gelişen pop müziğin işgaline teslim olmuştur.
VASAT POP ZEVKLER PEDAGOJİ ARACI OLABİLİR Mİ?
Çocuk yetiştirmedeki tutarsızlıklar ve yetersizlikler, toplum hayatının her alanını ele geçiren vasat pop zevklerin, başlıca pedagoji aracı haline gelmesine yol açmıştır. Bir çocukla insani ilişki kurmanın zorluğu yerine, onu sürekli açık olan bir televizyonun önüne yerleştirmekte hiç beis görmemeyi kolaylaştırmıştır. Geçen zaman içinde televizyonun yerine (ya da yanına) cep telefonu, bilgisayar, tablet, vb. gelmiştir. İletişim teknolojinin gelişmesi ve bireye hitap eder hale gelmesi, beraberinde hızlı tüketimi kutsayan pop müzik zevklerinin öncelikli kılınmasını sürüklemiştir. Çocuk eğitimi, zaten çelişkilerle mâlulken, ayrıca pop beğenilerin git gide kültür tesviyesine yol açan vasatlığın yönlendiriciliğinde (aslında bu durum otoriter kültürün bir başka görünümüdür) vahim bir hal almıştır. Çocuk şarkılarının yaygın bir toplumsal uzlaşı olarak pedagojik araç haline gelememesinin eksikliğini, hızla pop kültürü ve özelde pop müzik kesin olarak doldurmuştur.
İFRAT-TEFRİT SALINIMI
Pop beğenilerin, çocukların yetiştirilme süreçlerinde belirleyici haline gelmesinin ciddi bir başka sonucu daha vardır: İfrat-tefrit salınımında hem abartılı çocukluk hem özenti yetişkinlik iletileriyle toplumsallaşan çocuk, büyüklerin dünyasına ait kodları, kendi gelişmemiş zihin ve (beteri) bedeninde taşımaya başlamıştır. Çocuklara "büyümüş de küçülmüş" muamelesi yapmak, özellikle kız çocuklarına, taşıyamayacakları (belki annelerinin kendilerinin de olamayıp onlara yüklemek istedikleri) fazla vurgulu kadınlık imgelerini yansıtmak, 1990'lardan itibaren yaygınlıkla görmeye, daha kötüsü kanıksamaya başladığımız bir toplumsal patoloji olarak kurumsallaşmıştır. Çocukların yetişkin giyim, hâl-tavır ve ifade biçimlerinin karikatürü olarak teşhir edildiği 'yarışma'lar, 'eğlence programları', 'kadın programları', vb. son yirmi yıl içinde belirgin bir yaygınlık kazanmış görünüyor. Bu durumun ciddi bir patoloji olduğunu, insan niteliği taşıyan herkesin vicdanında derin yaralar açabilecek türlü pedofili olaylarının Türkiye'de hızla yaygınlaşmasını, bu çocuk teşhirciliğinden ne kadar bağımsız düşünebiliriz? Kuşkusuz çocuklara yönelik şiddet ve/veya cinsellik içeren saldırıların yegâne nedeninin bu tür bir çocuk tasavvurunu yeniden üreten iletişim mecralarının kendisi olduğunu ileri sürecek kadar sosyolojik tahayyülden yoksun bir sav ortaya atmıyoruz. Ancak, bu olayların her birinin pedagoji faciasına yol açan bütünleşik bir nedenler ağının işareti gibi okunması gerektiğinin altını çizmeliyiz. Önemli olan, çocuk yetiştirme konusundaki traji-komik ikiliklerin ve bu alanda bir kamu politikası mevcut olmamasının yol açtığı bir dizi vahim sorun olduğunun tespit edilmesidir. Çocuk şarkılarının naif nağmelerinin yerini, pop kalıplarının ezgiselliğini yitirmiş vasat-altı yapıları almaktadır. Çocukların hayâl evrenleri ise, pop müzik kliplerinin imgesel sefaleti ve onlara bitişik magazin söylemiyle indirgenmiş görünüyor.
ÇOCUK ŞARKILARININ GERÇEK İŞLEVİ
Çocuk şarkılarının işlevi yalnızca müzik öğretimi ya da hoşça vakit geçirmek değildir. Çocuk şarkıları, çocuklara bir hayâl evreni sunarlar; aynı zamanda onlara sunulan hayâllerin sınırlarını da gösterirler. Türkiye'nin kültür dünyasında 1990'lardan beri hızlanan pop-egemen düşünsel indirgenme, hayâllerimizi ne özgün bir boyutta inşa edebilecek kültür donanımı biriktirmemize, ne çocuklarımıza tutarlı, geniş ufuklu, enformasyon çağının ruhuyla uyumlu bir eğitim verebilmeyi olanaklı kılıyor.
Şarkısı olmayan çocuklar yetiştiriyoruz. Bir kültür çölünde, çocuklara, yetişkinlerin dar ve yüzeysel simge kalıplarından başka bir özgünlük sunamayız. Türkiye'nin çocukları, kendilerininkiler yerine yetişkinlerin anlam yoksunu şarkılarını söylemeye teşvik edildikçe, toplumları hızla bilgi düzeylerine göre ayrıştıran enformasyon çağının sırtlan payına razı olmak zorunda kalacaklardır.
"Bir dünya bırakın biz çocuklara
Islanmış olmasın göz yaşlarıyla
(...)
El ele verin çocuklar
Oynaya oynaya gelin çocuklar"
Çocuklar, el ele oynamak yerine yetişkinlerin, kendilerine ağır gelen derinliksiz tavırlarıyla özdeşleşmeye özendirildikleri sürece, toplumsal ne bir ortak tahayyül ne ciddi bir üretim gerçekleşebilir.
Türkiye'yi karanlıktan şarkısı olan çocuklar çıkaracaktır!
1 Ekim 2017