Müzik beğenilerinin çeşitliliği, bir kültürel bağlamdaki beslenme kaynaklarının zenginliğine işaret sayılabilir. Diğer yandan, böyle bir ifade aracı çoğulluğu, aynı zamanda, kültür alanının kendini yeniden üretebilme becerisini de mümkün kılar. Ancak yeniden üretme, bilinenin ve mevcudun olduğu gibi kopyalanması demek değildir. Tarihsel akıştan, yaşanmışlıkların toplamı olarak praxis’ten damıtılan her üretim, deneyim, anı ve bunların estetik izdüşümleri, son tahlilde bir birikme haznesi olan kültürü oluşturur. Geleneğin ivme verdiği kültür üretimi, aynı zamanda onun en büyük hainidir de; zira gelenek, bir tarihsel belleği, mirası çağlar ötesine taşımak için ne kadar yararlıysa, aynı şekilde tekrarı, -isterseniz buna taassup da diyebilirsiniz- kültürü o oranda kendine mahkûm, dolayısıyla içten çürümeye yazgılı bir hale de sokar.
Kültürü genellikle iki şekilde algılıyoruz:
(1) Bir töz, değişmez bir temel, tarihin derinliklerinde (genellikle bir ‘altın çağ’da) bir kez oluşturulduktan sonra değiştirilmesi, bütün, saf ve sürekli olarak kabul edilen kutsal varlığa (toplum-devlet-kültür bileşimi) bir çeşit ihanet olarak görülen olumsuz anlamda bir muhafazakârlık.
(2) Tarihin bütün deneyim toplamının bir potada eriten, sürekli başka kültür unsurlarıyla (en yabancı olanlarla bile) eklemlenen, böylece sürekli yeni bileşimler oluşturarak kendisinden farklı hale gelen diyalektik bir birikim süreci.
Doğal olarak, birincisi hem hayali bir imgeyi ayakta tutarak, onun sağladığı ideolojik bağlamı bir gabari gibi kullanarak değişmemeyi erdem bilen bir yaşam döngüsü tasavvur edecektir. İkinci ise, kültürün kaynaklarını korumaya gösterilen özen ölçüsünde, sonuçta onlardan farklı, hatta onlara zıt yeni bileşimler üretmeyi, diğer bir deyişle bir saf öz peşinde koşmanın anlamsızlığını vurgulayan, değişme-öncelikli bir yaşam akışını kavramsal bağlam olarak kabul edecektir.
Kültür üzerine tartışmalar, genellikle bu iki kutbun gerilimleri üzerine gelişen ideolojik çatışmalar halinde gündemimize taşınmıştır. Bu kutuplaşma, günümüzde çok daha çarpıcı, vurgulu, bazen endişe verici boyutlara ulaşabiliyor. Zira yaşadığımız dünya, küreselleşme sürecinin olumlu ve olumsuz sonuçlarıyla, onun değişmez bağılı ve var oluş koşulu olan enformasyon toplumunun (information society; “bilgi toplumu” (knowledge society) değil!) getirdiği yeni toplumsallaşma biçimleriyle anlam kazanıyor. Bunun bir diğer anlamı da, bir öz ve saflık alanı olarak kültür kavramını savunmak, bu dünyada git gide daha zor hale geliyor. Saflık ülküsü saplantılılar için kötü haber! Ancak beteri var: Her ne kadar kültür, ‘gelenek’ adı altında zamana-zemine sabitlenemez hale geldiyse de, bunun yapay tasavvurunun söylemi üzerinden geliştirilen (dar ve olumsuz anlamda) muhafazakârlık, pazara ayarlı nostalji marketing’i sever bir neo-liberalizmle yanak yanağa, hayali tarih kartonları kesmekle meşgul şu günlerde. Bu durum dünyanın her yerinde aşağı yukarı böyle olsa da, kültüre hep özcü açıdan bakmayı tercih etmiş toplumların politika sahaları ve onların gösteri-sever aktörleri git gide daha gülünç hale geliyorlar.
Ancak sorun şu: Anda yaşanan, tüketim-eksenli akışkan dünyamızda bu gülünçlük para edebiliyor. Bununla birlikte, ekonomik gelişmenin eşlik ettiği ve neden olduğu kültür dinamizminin, zengin bir eklemlenme ortamı sunduğu, erken sanayileşmiş toplumlar, bu tür nostalji-tarih pazarlamalarına daha dirençli olabiliyorlar. O nedenle, popüler kültür geniş ve önemli bir yer kaplasa da, başka birçok kültür üretimine olanak veren canlı bir ortamı yaşatabiliyorlar. Paris gibi dünya kentleri, yalnızca tarihleri ve büyüklükleriyle değil, günümüzün küresel kültür akışları içinde, farklı etkileri yeni bileşimlere dönüştürme, bunları da geniş bir çeşitlilik yelpazesinde bir arada yaşatabilme ortamını sundukları için önem kazanıyorlar.
Her kültür etkinliği mutlaka bir popüler cilasıyla parlatılmak zorunda olmayabiliyor. Çağdaş müzik denemelerinin en uç örneklerinden, kendi çapında müzik yapan yerel sanatçılara kadar herkese, Paris’in metropoliten ortamında yer var. Diğer bir değişle, metropol olmak, gelişmiş sayılmak için köprü, tünel, viyadük, olmadı kanal ve mutlaka ‘duble yol’ inşasındaki acarlık yegâne ölçü olmayabiliyor.
Bir toplum kültürle yaşar. Kültürü ise ideolojik olarak kesip biçmek, üretimleri elekten geçirmek, ‘gelenek’ adı altında sahte ve piyasaya ayarlı yeterince hafif içerikli ifadeleri yaygınlaştırmak, sanat dal, tür ve üslûplarını, ayrımcılığa tâbi tutmak, böylece ‘monokültür’ bir beğeni matrisinin tesviye edici, yüzeyselleştirici etkisini desteklemek, kuşkusuz bu tür politikaları ayakta alkışlayan toplumları da bu küresel kültür karşılaşmaları sürecinin dışına fırlatıverir. Gelişmeyi yalnızca zenginleşmek olarak kabul ettiğimiz zaman, baştan kaybetmeye mahkûm olduğumuz bir oyunda buluruz kendimizi. O zaman dünyaya egzotizminden başka satacak bir şey bulamaz; bunu iyi beceren romancıları, müzisyenleri, akademikleri, o toplumu zaten o ‘egzotik’ haliyle görmeye koşullanmış diyarlarda el üstünde tutulurlar.
Paris, küreselleşmenin ekonomik düğüm noktalarından biri olduğu kadar, kültür karşılaşmalarının da en önemli merkezlerinden birisi olma özelliğini koruyor; hatta bu özelliğini, bu ortamda çoğaltıyor. Yılın müzik etkinlikleri açısından en ölü mevsiminde bile, sokakları süsleyen birçok konser afişine rastlamak olası. Bütün popüler müziğin geniş çeşitliliği bir yana, senfonik ve çağdaş müzik alanında da etkinlikler, Paris’te, ‘düşük-yoğunluklu’ da olsa süregidiyor. Bunların arasında, en istikrarlı bir şekilde sürdürülenlerden bir tanesinin, beğenilerin ne kadar kalıplaştığının da güzel bir örneği olan, kiliselerdeki ‘klasik müzik’ konserleri olduğu söylenebilir. Paris’te, birçok yerde direklere, duvarlara asılan afişler, belli bazı kiliselerde düzenli olarak dinsel veya dinsel olmayan içerikte müzik eserlerinden örneklerin icra edildiği konserleri duyuruyor.
Klasik müzik beğenisinin ‘başlayanlar için’ düzeyindeki en basmakalıp örneklerinin dar repertuarında dönüp duran bir içerik dikkatimizi çekiyor. Vivaldi Dört Mevsim, Mozart Requiem, Schubert Ave Maria ve muhtelif ‘best of’ opera aryaları, bu dar dizini oluşturmakta. Merak sâikiyle, bunlardan bir tanesine, 29 Temmuz 2014 Pazar günü, Paris’in en eski kilisesi olduğu iddia edilen Saint-Julien-le-Pauvre’daki (12.yy) resitale gidiyoruz. Grek Katolik-Melki kilisesi olan Saint Julien-le-Pauvre, Paris’in en turistik muhiti olan Saint-Michel’de, Notre Dame de Paris Katedrali’nin tam karşısında bulunuyor. Yapı olarak küçük, ama içi sanatsal anlamda belli bir önem arz eden kilise, Piyano’da Pierre Alegre, soprano Catherine Manandaza’yı ağırladı. Olabilecek en risksiz, en bildik eserlerden oluşan bir içeriği, (örneğin Tosca’dan “visi d’arte”), güçlü, dolgun, ama yeterince özgün karaktere sahip olmayan sesiyle Manadaza’dan dinliyoruz. Vasatın biraz üzeri bir düzey, bir avuç sayılabilecek (küçük kilisenin sıralarının dörtte birini dolduran) dinleyiciler tarafından beğenilerek, zaman zaman vücut hareketleriyle ritim tutularak izlendi.
Konserin içeriğinin, icra niteliğinin tartışılması bu noktada çok önem arz etmiyor. Ancak, bu tür kalıplaşmış beğenilere hitap eden, yenilikçi olmayan müzik etkinliklerinin belli bir düzenlilik içinde devam ediyor olması bize iki zıt sonucu gösteriyor:
(1) Ortalama dinleyicinin beğeni kalıpları son derece yapılanmış ve dar bir alanda hareket ediyor.
(2)Böyle bir ‘klasik müzik’ anlayışı çok farklı tür ve nitelikte başka müzik etkinlikleriyle aynı ortamda yaşayabiliyor. Böylece ne ‘klasik müzik severlik’ kendinde bir kültürel üstünlük ölçütü haline geliyor, ne bu kadar yapılanmış müzik tüketimi, başka tür ve üslûplarla aynı popüler kültür ortak paydasında buluşmak zorunda kalıyor. Hepsini ayrı ayrı yaşatabilen genel küresel kültür akışları, özellikle Paris gibi merkezlerde fazlasıyla dinamik bir kültür ortamını canlı tutabiliyor.
Önemli olan kısaca betimlediğimiz türde ‘klasik müzik’ konserlerinin niteliğinin tartışılır olması değil, bunların, sanatsal değeri çok daha gelişkinlerle birlikte, üstelik daha başka birçok türdeki başka müzik etkinlikleriyle aynı ortamda var olmaya devam edebiliyor olmasıdır. Türkiye’deki gereksiz ve içi toplumbilimsel çözümlemeyle doldurulmadığı için epeyce kof kalan kültür tartışmalarında, türleri baştan belli ideolojik konumlara mahkûm eden tek boyutlu anlayışların bizi getirdiği çıkmaz, Paris gibi kültür potalarındaki çoğullukla karşılaştırılınca daha da görünür hale geliyor. Diğer yandan, bir kilisenin dinsel olmayan, hatta epeyce profan sayılan müziklere sahne oluşturuyor olması da ayrı bir ilginç durum olsa gerek. Türkiye’de dinsel müziğe ‘müzik’ adını vermeyi bile tabu olarak algılayan geniş bir kesim olduğu düşünülürse, kilisede müziğin, ancak ticaretin ve sanayinin sağladığı ivmeyle ortaya çıkan bir tedrici reforma bağlı olduğu belirginleşiyor. Bu bir çeşit dinsel olanla modern yaşamın uzlaşısı anlamına geliyor. İnançlı veya inançsız dinleyicilerin ne kilisede müzik dinlemeye gitmek konusunda özel bir tercih veya sakınmaları söz konusu, ne icra edilen müziğin dinin özüne halel getirdiği kanısını taşıyorlar. Öyle olmasa, sopranonun hacimli, gür sesiyle libidosu doğuştan yüksek Carmen’in şehvetli ama dünyanın en yalın gerçeğini duyuran aryasını, arkasındaki ‘ikonostaz’a resmedilmiş 12 havarinin, başka bir çağın duygusu ve aklıyla durağan bir huşû sağlayan bakışları altında “aşk bir Çingene çocuğudur/asla, asla yasa tanımaz/eğer beni sevmezsen, seni severim/eğer seni seversem kendini kolla” sözleriyle dinleyemezdik. Birlikte yaşamak zor iş; küreselleşmenin sürekli kültür karışmaları içinde, değişmez bir öze atıfta bulunarak birlikte yaşamak ise olanaksız.
İlgili video için:
http://www.sanattanyansimalar.com/video-detay/kilisede-konser-soprano-catherine-manandaza/17/