Bir devletin çeşitli düzeyde düzenleyici politikaları ve kamu hizmeti ilkelerine sahip olması gerekir. Bazı konular, doğaları gereği, kısa erimli, yerel etkili (dolayısıyla yerel ölçekte düzenlenmesi gereken), göreli bir değişkenliğe sahip olabilecek uygulamaları gerektirirler. Dünya'nın genel küresel akışkanlığı göz önüne alındığında, günümüzde birçok sosyal politikanın eskisine oranla daha esnek şekilde tasarlanması kaçınılmazdır. Hatta siyasi ve askeri anlamda stratejiler bile, çağdaş uluslararası düzlemde bütünlüklerini ve katılıklarını koruyamamaktadırlar. Ancak tam tersine bazı politikalar ve ilkeler, belki uygulamada esneklik içermeli ama temel yapı ve felsefesi açısından istikrarlı bir şekilde uygulanmalıdırlar. İşte, kültür ve eğitim alanındaki kamu politikaları bu türden kararlılık ve süreklilik gerektiren, hükümetlerin güncel siyaset pragmatizmiyle ipotek altına alınmamış, hükümetler-üstü nitelik arz etmek zorundadırlar. Oysa Türkiye, bu temel ilke açısından ne yapılmaması gerekiyorsa onun mükemmel bir örneğini teşkil eder. Hükümetlerin, genel parti politikaları düzeyinde bile değil, kişiler arası güç ilişkileri ve güncel siyasetin anlık dalgalanmalarına göre şekillenen eğitim politikası değişikliklerine başka bir ülkede kolaylıkla rastlanmaz.
Eğitim kadar yap-boz oyunu haline getirilmiş başka bir kamu hizmeti yoktur. Koltuğu en az sağlam bakanlığın Milli Eğitim olması, yalnızca siyasetin istikrarsızlığını ve kurumsallaşmamış olduğunu göstermekle kalmaz, aynı zamanda, eğitim konusunun ne denli ciddiyetsizce tasavvur edildiğini açıkça ortaya koyar. Oysa eğitim, bir devletin temel işlevlerinden biridir. Maliye, savunma, sağlık, eğitim, bir devletin var olduğunu kanıtlayan kamu hizmetleridir; bunlar kamu hizmeti olarak verilmiyorsa (günümüzdeki gibi yaygın bir özelleştirme söz konusuysa), gereken ciddiyetle ele alınıp düzenli, istikrarlı devlet politikaları haline getirilmiyorlarsa, o ülkede aslında devlet yok demektir. Bu ifadeyi mecazi olarak okumak doğru olmaz; devlet bu kamusal işlevleri örgütleyen bir aygıt olduğuna göre, bu işlevlerin kamusal çıkar gözetilerek değil sermayeyi gönendirmek amacıyla dağıtılması, geriye devlet adı verilebilecek bir kaynak dağıtma mekanizması kalmadığını gösterir. Türkiye gibi, kendisini devletle özdeşleştirerek var olan bir zümrenin (devletlû: Bürokrasi ve siyasetçiler zümresi) tarihsel bir meşruiyete sahip olduğu bir ülkede, bütün bu kamusal işlevler uçup gittikten sonra bile (hatta asıl o zaman) bunca güçlü bir devlet aygıtının ayakta durabiliyor olması ayrı bir siyaset antropolojisi meselesidir. Böyle bir siyasi kültürde sahici anlamda vatandaş kavramı oluşmaz. Vatandaşlık, hamâset sosuna bulanmış, içi boş yani üretimle ilişkilenmeyen (üretmeyen, üretimle ilgili ölçütler yerine vasatlıkta dayanışmacı olan kurnazlıkları öne çıkaran, hâttâ üretime düşman), kamu kaynaklarının kamusallığının bilincinde olmayan ("çalıyorsa benim paramı çalıyor!"), kulun tebdil-i kıyafet hâlinden başka bir şey olmayan bir partizanlık haline gelir. Türk devlet kültüründe devletlûnun kıymeti kendinden menkul var oluşu, çağlar boyunca istikrarlı devlet politikaları yerine (özellikle siyasi çöküş dönemlerinde) taktik oyunların, entrika ve söz cambazlıklarının ana akım politika yapma biçimi olmasına yol açmıştır. Böyle bir siyaset anlayışı, birbirinin yakın akrabası olan popülizm ve despotluğu daima yedeğinde taşımıştır. Çok adette devlet kurmuş olmakla övünmek, aynı zamanda o kadar miktardakini de batırmış olmanın itirafıdır. O nedenle Türkiye, devletin var oluş amacının kendisi haline geldiği, 'fıtratında' şiddet ve güç tapınması olan türde bir siyasi kültürün ürünü olmuştur. Bu yazgımsı tarihsel kısır döngüyü kırmanın olanağı her zaman ortaya çıkmaz; Cumhuriyet böyle bir dönüm noktası olmuştur.
Cumhuriyet'e geçiş, yalnızca bir rejim değişikliği değildir; aynı zamanda katılımcı olmayan bir insan topluluğunu, mutlak otoriteye boyun eğen kul olmaktan çıkarıp kendi varoluşu hakkında söz sahibi olabilen bireylere dönüştürme tercihidir. Ancak bunun için, sistemli bir şekilde yürütülecek, istikrarlı bir şekilde temel ilkeleri korunacak, çağdaş dünyanın gereklerine uygun bir insan tipi biçimlendirecek eğitime gereksinim vardır. Cumhuriyet'in öncelikle eğitim ve kültür alanlarında büyük dönüşümleri hedeflemiş olması, böyle bir tarihsel zorunluluğun bilinçli tercihinin sonucudur. Cumhuriyet, yaygın bir şekilde (yurt sathında) mümkün olduğu kadar standartlaşmış bir eğitim programını gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. Nispeten kısa sürede bu hedefinin önemli bir kısmını gerçekleştirme yoluna girmiştir. Aynı şekilde kültür alanındaki uygulamalar da benzer bir geniş görüşlülüğe bağlı olarak şekillenmiştir. Her iki alanının hem birbirlerini tamamlayacak şekilde, hem uzun vadeli planlar olarak tasarlanmış olmaları, Cumhuriyet'in basit bir siyaset manevrası olmadığını, bir medeniyet tercihi olduğunu kanıtlar.
İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından oluşan yeni siyasi denge, Türkiye'nin kısa Cumhuriyet tarihinin kazanımlarını kemirmeye başlayacak olan bir karşı-devrim sürecini de tetiklemiştir. Kuşkusuz her şerri dış mihraklara bağlama alışkanlığı, bu süreçteki işbirlikçi aydın (Türkiye'de daima mebzul miktarda bulunan bu tarihsel tip, Gramsci'nin kavramsallaştırdığı 'organik aydın' kavramının bir varyantı olarak da düşünülebilir) ve oportünist ahlâksızlıkla karakterize siyasetçi ortaklığının payı göz ardı edilmemelidir. Ancak emperyalizmin yeni ve çok daha sinsi hükmetme araçlarının, 1950'lerden itibaren hızla yarı-sanayileşmiş ya da sanayileşmemiş toplumlara doğru, şeytanın aklına gelmeyecek yöntemlerle nüfuz etmiş olduğu da bir gerçektir. İşte bu metastatik yayılım, en tahrip edici etkiyi, bu nedenle, Cumhuriyet'in harcının en önemli bileşenleri olan eğitim ve kültür alanında yapmıştır. Türkiye'nin siyasi tarihi, bu mücadelelerin çeşitli tipteki görünümleriyle doludur.
12 Eylül 1980 askeri darbesi, tek başına bir siyasi hareket olarak düşünüldüğünde, birkaç aklı evvel generalin tarihten, sosyolojiden bihaber aptallıklarının bir toplumu nasıl mahvedebileceğinin bir örneği olarak düşünülebilir. Ancak, 12 Eylül darbesi ve rejimi, taktik değil stratejik bir meseledir; her ne kadar icracı aktörlerinin zarar verici beceriksizliği belli bir önem arz etse de, büyük bir siyasi-ekonomik bağlamın içinde değerlendirilmelidir. 24 Ocak kararları ve 1980'li yıllara hâkim olan neo-liberalizm vahşeti bu büyük tablonun içine yerleştirilmeden 12 Eylül rejiminin analitik bir anlaşılması mümkün olmaz. İşte bu bütünleşik neo-liberal saldırının Türkiye'ye verdiği en büyük zararın yine eğitim ve kültür alanında olduğunu, ancak bugünün çölleşmekte olan toplumsal ortamında somut olarak hissedebiliyoruz. 1990'lardan itibaren hızla yükselip alan kazanan bir liberal söylem, fikir babalığını küresel emperyalizmin aktörlerinin (kimi düşünce kuruluşları, üniversiteler, vakıflar, vb.) yaptığı bir Cumhuriyet-karşıtlığını sistemli ve kararlı bir şekilde beslemiştir.
Özellikle belli A.B.D. ve Batı Avrupa üniversitelerinde eğitim gören, oralarda hâkim olan kuramsal ve politik havanın etkisiyle Türkiye'de öğrenciler yetiştiren akademiklerin önderliğinde, topyekûn bir Cumhuriyet-karşıtı ittifak oluşmuştur. Solun bazı söylem unsurlarını ödünç alan bu liberal oluşum, doğal tarihsel müttefiklerine sağın din-ağırlıklı renklerinden de aktörleri dâhil etmiştir. Bütün bu karma blok, varlığını neredeyse yalnızca Cumhuriyet'in kültür ve eğitim kazanımlarının yerle bir edilmesi ülküsüne hasretmiştir. Böyle bir kurgulanmış karşıtlık cephesi, nadir istisnalar dışında, bilimsel eleştiri görüntüsünde bilim-dışı bir reddiyecilik yöntemini benimseyerek, Cumhuriyet'in kazanımlarını tarihsel diyalektiğin içinde değerlendirmek yerine toptan kötüleme yöntemini tercih etmiştir. Bu entelektüel tavır, Türkiye'nin son otuz yılına bir çeşit egemen ideoloji olarak yerleşirken, ironik bir şekilde, hep 'egemen ideoloji' eleştirisi teması altında söylemselleşmiştir. Böyle bir entelektüel ortamda Cumhuriyet'in en çok hedef tahtasına yerleştirilen kazanımlarının yine eğitim ve kültür alanında olması kuşkusuz tesadüf değildir. Cumhuriyet reddiyecilerinin tipik bir özelliği, az sayıda, basmakalıp bir şekilde ezberlenmiş aynı klişeleri birbirlerinden alıntılayarak çoğaltıp büyük ve iddialı savlarına temel oluşturmalarıdır.
Cumhuriyet'in özellikle müzik alanındaki uygulamalarının eleştirisi, aynı kısıtlı sayıda kaynağın ısıtılarak sunulması şeklinde tezahür etmiştir. Kuşkusuz bu uygulama ve politikaların hepsi eleştiri konusu olabilir, ancak mutlak önyargılı, asgari sayıda bilimsel kaynağa itibar edip hep aynı atıflarla yetinmenin, üstelik bundan, büyük iddialar barındıran toptan reddiyeler türetmenin bilimsel bir tavır olduğunu iddia etmek zordur. Nitekim Cumhuriyet karşıtlığının çok rağbet ettiği 'musiki inkılabı' eleştirisi, değişmez bir şekilde aynı birkaç kaynağa dayanılarak çoğaltılmıştır: (1) Ziya Gökalp'in Türkçülüğün Esasları eserindeki birkaç cümle; (2) Atatürk'ün 1934 yılı Meclis açılış konuşmasındaki bir paragraf; (3) her şehir için bir sürümü olan 'Sivas Sivas olalı böyle zulüm görmedi' efsanesine benzer bir anlatı olan 1934-36 yıllarındaki yirmi iki aylık radyoda Türk Müziği yasağı konusu. Özellikle bu üç tema, işaret ettikleri anlamın, içinde ifade veya icra edildikleri bağlamın koşullarından tamamen kopuk, fevkalâde basmakalıp bir şekilde şablonlaştırılmış ideolojik manivelalar olarak kullanılmışlardır. Her biri (ve benzeri birkaç basmakalıp şema daha) kendi varlıklarından ve tarihsel anlamlarından çok daha büyük iddiaları temellendirmede tereddütsüz kullanılmıştır. Örneğin meşhur 'radyo yasağı' meselesi, Türkiye'deki bütün popüler müziğin tarihsel seyrini belirleyen, Arabesk müziğin çıkmasına neden olan, Türk Müziği aktörlerinin ve pratiğinin bir çeşit yeraltı etkinliği haline gelmesine (yani bu müziğin toplumsal varlığının ortadan kalkmasına) ve elbette bunları yönlendiren baskıcı bir diktatörlüğün varlığına delalet eden kâdir-i mutlak bir olay olarak, bulunmaz bir can simidi işlevi görmüştür. Bu karbon-kağıdı-reddiyelerini kaleme alanların önemli bir kısmı, ciddi bir arşiv çalışması yapmak, kapsamlı bir tarih ve sosyoloji bilgisiyle donanmak, müzikolojik çözümlemeleri tartışmaya dâhil etmek gibi zahmetli çalışmalara girmeyi tercih etmeyip genellikle birbirlerine atıf yaparak mesnetsiz a priori'leri çoğaltma yoluna gitmişlerdir.
Oysa Cumhuriyet'in kurucu kadrosunun, sanıldığı kadar bütünlüklü, tutarlı, hele kuramsal çatısı iyi çatılmış bir müzik politikası ortaya koyduğu kolaylıkla iddia edilemez. Cumhuriyet, ne gereksizce kutsanacak bir milat ne bütün kötülüklerin kökeni olarak şeytanileştirilerek reddedilecek bir mirastır. Cumhuriyet'in kuruluş mantığında yatan tarihsel dinamik ve aktörleri yeterince bilmeden, bunların sosyolojik değerini ortaya koymadan, on sekizinci yüzyılın başından bu yana süregelen modernleşme hareketlerinin yalnızca bir kurumsal yenileşme meselesi olmadığını idrak etmeden ve bütün bu süreci kat eden diyalektiği (kurumsal reformlar ile toplumsal dönüşüm arasındaki karmaşık ilişkiler) tartışma ekseni yapmadan öne sürülecek her tür sav, ideolojik bir çengele takılı kalmaya mahkûm olacaktır.
Cumhuriyet'in kuruluşunda, sanıldığından çok daha kısa süre etkili olan 'milli kültür' politikası, benzeri birçok örnekte olduğu gibi, bir yandan ulusal bir kültür tanımlamaya çalışıyor, diğer yandan uluslararası alanda varlık gösterebilecek bir kültür üretimini mümkün kılmanın koşullarını yaratmaya uğraşıyordu. Bu nedenle 'milli' olan kültürün bileşenlerini tanımlamak gerekmiştir. Anadolu ses malzemesi, her ne kadar münhasıran 'saray müziği' olmasa da, yıkılmış bir rejimi işaret eden bir geleneğin yerine ikame olarak tasarlanmıştı. Ancak bu tercihte, makam müziğini dışlamak, aşağı görmek gibi duygusal tavırların ötesinde nedenler vardır. Öncelikle, Cumhuriyet rejiminin kuruluşunda baş rolü oynayan büyük şehirlerin (özellikle İstanbul) az ya da çok modern ticari işlevlerle bütünleşme yolunda olan sınıfları değil, yoksul Anadolu köylüsü baş rolü oynamıştır. Birinci Dünya Savaşı, yetişmiş insan gücünü önemli ölçüde kırmış, İstanbul bu nedenle yeni bir savaşa, hele düvel-i muazzama karşısında yalın-kılıç maceraya girmek anlamına gelen Milli Mücadele'ye destek vermekte epeyce çekingen davranmıştır. Yorgun, bitkin ve hastalıklı da olsa, Anadolu köylüsü bu varkalım mücadelesine ölümüne destek vermiştir. Zaferle sonuçlanan bir savaşın semeresinden, en önce ve en çok onu kazananların yararlanması kadar doğal bir sonuç olamaz. O nedenle kırsal Anadolu, yalnızca askeri bir varlık olarak değil, yeni kurulan rejimin kültür harcının temel bileşeni olarak da tarif edilecektir. İkinci olarak, 1920'lerin, 1930'ların dünyasında, Türkiye toplumu, büyük oranda tarımla geçinen, küçük ve yoksul üreticilerden oluşmaktaydı. "Köylü milletin efendisidir" sözü, bu nedenle basit bir popülist formül değil, aslında bir toplumsal durumu tarif eden sosyolojik bir tespitti: O günlerin Türkiye'si, %80'den fazlası kırda yaşayan, tarımla geçinen, köylü olarak tanımlanabilecek insanlardan oluşmaktaydı. Anadolu ses malzemesini yeni rejimin yeni müziğine temel olarak almak bu nedenle anlamlıydı. Ancak, ilk kuşak bestecilerin eserlerinde kısmen şekillenen çokseslendirme, Anadolu esinli besteler yapma, çağdaş tekniklerle geleneksel tarım toplumu müziğini bileştirme arzusu, bütün iyi niyetine rağmen, ancak 1960'larda gelinebilecek bir toplumsal gelişme düzeyinin estetik anlayışına tekabül ediyordu. Nitekim, 1930'ların Anadolu ses malzemesini temel alan bileşimci yaklaşımları, 1960'ların sanayileşme, kentleşme, modernleşme yolundaki Türkiye'sinde yankı bulmuş, popüler müzikte Anadolu-pop ve Anadolu-rock akımlarında şekillenmiştir. Bununla birlikte, bu göreli anakronizmin her devrimde gözlemlenen önceleme arzusunun bir yansıması olduğu belirtilmelidir. Diğer yandan, Cumhuriyet'in eğitim ve kültür politikalarının yeni emperyalizmin saldırısıyla tasfiye edilmeye başlanması, bu kültür bileşimi yapmaya çalışan deneysel çabaların önünü tıkamıştır.
Eğitim politikaları, kırda da olsa, eğitimli insan biçimlendirmeyi hedeflemişti. 1950'lerden 2000'lere gelindiğinde ise genel anlamda Dünya'dan kopuk, temel mefhumlardan yoksun, yöntemsiz ve sistemsiz bir varoluştan başka bir kerterize sahip olmayan, derin bir cehaletin ürünü olan bir insan tipi ortaya çıkmış görünüyor. Böyle bir insan tipine kanıtlı, yanlışlanabilir bilimsel düşünceyle değil, ancak basmakalıp, basitleştirilmiş, mümkün olduğu kadar dinsel söylemle güdülenen bir koşullamayla hitap edilebilir; bu da onu yönlendirmeyi fevkalâde kolay hale getirir. Böylece Cumhuriyet reddiyesi, herhangi bir somut ve aklî kanıta gereksinim duymadan, sorgulamayı bilmeyen kitleler nezdinde revaç bulur. Tarih bilincinden âzâde, bilimsel yöntemden bihaber şekilde Cumhuriyet'e küfredip onu, tam olarak ne olduğunu bilmediği bir 'Osmanlı' imgesinin karşı kutbunda şeytanileştiren zihniyet, müzik konusunda da aynı kafa karışıklığına sahip görünüyor. Bu zihniyet yalnızca sıradan insanı değil, onu yönlendiren liberal 'seçkin'leri de sarıyor. Farklı çağların kodlarını aynı tasavvur içinde bir araya getirmekte beis görmeyen liberal muhafazakârlık, vaktiyle aynı Cumhuriyet reddiyesi projesini inşa eden sol esinli liberallikle bileşik kapları oluşturuyor.
Oysa günümüzün dünyası, artık son derece etkileşimsel, hızla dönüşen, bireyler arasında kurulan bağlarla gelişen, küresel ölçekte çalışan bir kültür alanında sürekli yeni bileşimler yapmayı gerektiriyor. Reddiyelerin, büyük iddiaların, işaret ettiğinden çok daha fazlasına kanıt sayılan basmakalıp malzemelerden türetilen tepkici tavırların bu sürekli kaynayan küresel kültür kazanında yeri yok. Eleştiri, eğer bilimsel yöntem ve ölçütlerle, önyargısız, duygusal tepkiselliklerle ve ideolojik sâiklerin güdümünde olmadan yapılırsa değerlidir. Cumhuriyet'i sahici anlamda eleştirel bir mercekle değerlendirmek, ancak geleceğe yönelik, küresel kültür bileşimiyle uyumlu bir anlayışla anlam kazanabilir. Geçmişe sövmek ise olsa olsa, Türk aydınlarının müzmin hastalığı olan 'babayı öldürememiş olma'nın yükünü boşaltmaktan başka bir işe yaramaz; Cumhuriyet kazanımlarının kişilikli bir anti-emperyalist kültür dokusu oluşturmasından rahatsız olan liberalizmin ideolojisini meşrulaştırır.
Cumhuriyet'in sesi bir arayış ve bileşim müziğidir; sanıldığı kadar (örneğin Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi) estetik bütünlüğü, kavramsal tartışmaları olan ve kuramsal bağlamı iyi çatılmış bir politikaya sahip değildir. Onu kutsallaştıranlar kadar toptan reddedenler de aynı hataya düşerek, Cumhuriyet'in müzik politikalarını bütünlüklü bir estetik bağlamı olarak varsayarlar. Ona atfettikleri anakronizm ve despotluk, tarihin diyalektik akışını görmezden gelen gizli bir otantisizmin göstergesidir. Otantisizm söylemi ise, daima kendi düşünsel katılığını işaret eder.
Dünya'nın kültür manzarası artık çoğulcu, etkileşimsel ve bileşimsel bir şekilde kapsayıcılığını içeriyor. Kimilerine göre çoktan aşıldığı hatta kadük kaldığı iddia edilen bir müzikal arayış, zamanından önce tomurcuk vermiş bir bitkiye benziyor: Bugünün Türkiye'sinin bileşimci müzik denemeleri, aslında bu erken gelişen tomurcuğun çiçeklenmiş halleridir.
Cumhuriyet, katı bir müzik reçetesi getirmedi; daha ziyade bir bileştirme çabasına dayandı. Bütün olumlu ve olumsuz yönleriyle belli bir tarihsel bağlamın sonucu olarak ortaya çıktı. Bileşimciliğin ulusal değil küresel ölçekte yeniden yorumlanmakta olduğu günümüzde, Cumhuriyet'in kültür ivmesi, bütün umutsuzluk yaratıcı siyasi ortama rağmen, Türkiye'nin nabzında derinden atmaya devam ediyor.
Cumhuriyet'in müziği... Belki asıl şimdi...
ALİ ERGUR
1 Kasım 2017