Eskişehir, şehircilik ve kültür alanlarında birçok öncü girişimin başarıyla uygulandığı bir yerdir. Türkiye'nin hâl-i hazırdaki hızla kuruyan ve dağılan toplumsal dokusunun içinde bir kültür vahası olarak direnen bu sıra dışı oluşumun, kuşkusuz ekonomik kökleri mevcuttur. Dikkate değer bir sanayinin varlığı, havacılık tarihinde önemli bir konum işgal ediyor olması, demiryolları kavşağında bulunması, önemli bir ticari etkinlik hareketine sahne olması vb. Eskişehir'i Türkiye ekonomisi içinde dikkate değer bir konuma taşımıştır. Ekonomik gelişme ya da hareketlilik kültür alanında ilerlemeler kaydetmek için vazgeçilmez önemdedir; ancak her zaman yeterli değildir. Bir şehrin kültür üreten, yerelden küresele doğru uzanan eklemlenme düzleminin parçası olacak kadar özgün bileşimler yaratabilen bir toplumsal ortam haline gelmesi, ekonominin yanı sıra ciddi, uzun vadeli bir ileri görüşlülük, planlı ve ilerici bir dönüştürme iradesiyle mümkün olabilir. Johannes Brahms 1880 yılında Amsterdam'a konser vermek amacıyla geldiğinde, "ne biçim bir şehir bu; doğru düzgün bir konser salonu yok" diyerek sert bir eleştiride bulunduğu zaman, yükselmekte olan burjuva kesimi, bu yaklaşıma tepkisel bir şekilde kapanmacı bir refleksle karşılık vermek yerine ("ukala Alman, sen kendi işine bak!", "bizim öz-kültürümüz bize yeter!", "Ey Brahms, sen kim oluyorsun da soylu Hollanda'yı eleştiriyorsun?!", "ceddimiz, atamız, öz-mûsıkimiz..." vb.), kolları sıvayıp görkemli Amsterdam Concertgebouw salonunu inşa ettirmişti. O salonunun başlıca sahibi orkestra ise, kısa sürede Dünya çapında bir saygınlığa ulaşmıştır. Bunun için elbette kültür üretmeye meyyal, kültür aktörlerini desteklemek için hevesli bir burjuvazinin gelişmiş olması gerekiyordu. Bu toplumsal tabanın mevcut ya da yeterince gelişkin olmadığı kimi örneklerde, bu kez aydınlanmacı bir devlet yönetimi işe müdahale edip ilerlemeci bir kültür mayası çalmayı kendine vazife edinmiştir. Türkiye'de Cumhuriyet'le birlikte gelen de böyle geniş görüşlü bir kültür hamlesidir. Zaman içinde gelişen bir burjuvazi, kültür etkinliklerini destekler, hatta kurumsallaşmış bir şekilde düzenler hale gelmiştir. Beri yanda, yine yıllar içinde devletin, kültürü bir toplumsal hizmet şeklinde algılayan bakışı, aşamalı bir şekilde törpülenmiş, sonunda, günümüzde olduğu gibi, onu bir yandan baştan atılması gereken bir yük, beteri bir bela olarak algılamaya başlamış, diğer yandan indirgenmiş, her durumda fevkalâde yüzeysel bir şekilde stilize bir anlayış çerçevesinde kaba bir ideolojikleştirmenin aracı haline getirmiştir. Eskişehir, böyle bir kültür ikilemi içinde ayrıcalıklı ve öncü rolünü koruyan nadir kültür ortamlarından birini sunuyor. Tam anlamıyla bir kamu hizmeti olarak tasavvur edilen kültür etkinlikleri, Eskişehir'in ayrıcalıklı sâkinleri için, her şeyin cingöz bir piyasa zihniyeti içinde fiyatlandırıldığı günümüzde, inanılmaz derecede ucuz (konser biletleri tam 5TL, indirimli 2TL!), erişilebilir ve en önemlisi çeşitlidir. Zannedildiğinin aksine, Eskişehir'in kültür dünyası, yalnızca kimilerinin basmakalıp düşüncelere hâlâ prim vererek adlandırdığı şekilde 'seçkinci' etkinliklere odaklanmamıştır. Her toplum kesimi, her beğeni düzeyi, her farklı yönelim için değişik kültür etkinlikleri, Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde düzenlenmektedir. Bu kültür vahasının önemli bir bileşeni de kuşkusuz Anadolu Üniversitesi'dir.
Anadolu şehirlerinin çok büyük bir çoğunluğunda üniversitenin hem fiziki hem manevi anlamda şehir hayatından kopuk, ondan yalıtılmış olduğunu kolaylıkla gözlemleyebiliriz. Yöneticilerimiz, nicelik fetişizmine boğulmuş zehaplarla, her kasabaya bir üniversite açmanın bir gelişmişlik anlamına geldiğini sanmaya devam ededursunlar, Eskişehir, üniversiteyle bağını çok gelişkin bir düzeye taşıyabilmiş, onun sayesinde dönüşen, ancak karşılığında onu da dönüştüren, kısaca etkileşimsel bir ilişki kurabilen belki yegâne örnektir. Birçok konuda öncü olan Anadolu Üniversitesi (örneğin Engelliler Entegre Yüksek Okulu, Sivil Havacılık Yüksek Okulu, Açıköğretim, Senfoni Orkestrası, vb.), şehir hayatına ve kültürüne sürekli katkıda bulunurken, onun talep ve gereksinimlerine de daima açık politikalar benimsiyor. En düşünülmeyeni akıl ederek, en olmaz denileni oldurarak öncü konumunu, nice düşmanlıklar çekme, nice saldırılara mâruz kalma (örneğin içinden parçalar kopartılarak yeni üniversitelere bölünmesi, Açıköğretim Fakültesi gelirlerine göz dikilerek) pahasına sürdürüyor. Türkiye'nin müzik tarihinde ayrıksı bir konum işgal eden ve çoğu zaman az ya da yanlış anlaşılmış olan büyük besteci Ferid Alnar'ın1 anılmasında, önemli bir sempozyum düzenleyerek, öncülük etmesinde olduğu gibi...
Ferid Alnar, resmi formülde "Türk Beşleri"nin bir üyesi olarak anılsa da fiilen, çeşitli nedenlerle, yakın müzik tarihinin merkezinden uzağa mahkûm edilmiş, kavramsal, siyasi ve maddi sürgüne gönderilmiş bir bestecimizdir. Mutlu sayılamayacak bir ömür süren Alnar, tozlu bir tavan arasında unutulmaya bırakılmış, her biri mücevher değerinde eserler bırakmış benzersiz bir sanatçımızdır. Unutulmuşluğunu, ideolojik, duygusal, rövanşçı bir sığlıkla değil, soğukkanlı bir bilimsellikle ele alacakbir akademik etkinlik çerçevesinde incelemeyi hedefleyen Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı, Müzikoloji ve Türk Müziği Bölümleri'nin işbirliğiyle "40. Vefat Yılında Hasan Ferid Alnar Sempozyumu"nu düzenleme dirayeti gösterdi. Yalnızca bu girişim bile başlı başına kutlanacak bir davranıştır. Nitekim sempozyumun tamamının yüksek verimli bir etkinlik olması, bu girişimin ne denli doğru ve donanımlı bir düşüncenin ürünü olduğunu göstermektedir.
Ferid Alnar Sempozyumu, 24-25 Ekim günlerinde, Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Yerleşkesi'ndeki Öğrenci Merkezi'nde yapıldı. İki gün boyunca özgün çözümlemeler, ilginç saptamalar, müzikolojiden siyaset bilimine, sosyolojiden müzik kuramına kadar değişik alanlarda birbirlerini tamamladılar. Bildik basmakalıp ifadelerin yerine, sözcüğün geniş ve bilimsel anlamıyla 'eleştirel' nitelikli bildiri ve konuşmalar içeriği zenginleştirdi. 24 Ekim Çarşamba sabahı, etkinliğin emektarları Prof. Erol İpekli (Konservatuar Müdürü), Prof. Serla Balkarlı (Müzik Bölümü, Piyano Anasanat Dalı öğretim üyesi, Konservatuar Müdür Yardımcısı) ve Doç. Esra Berkman'ın (Türk Müziği Bölüm Başkanı) açılış konuşmalarıyla başlayan sempozyum, 1973 yılında TRT'de yayınlanmış olan "Sanatçının Dünyası-Ferid Alnar" belgeselinin gösterimiyle sürdü. Bir zamanlar TRT'nin ne denli yetkin ve nitelikli işler yaptığını görme fırsatını bulduk. Bu durum, yaşı o dönemleri ("Eski Türkiye") hatırlamaya yetebilenler için güzel bir anı, daha genç kuşaklar için ise inanılması güç bir sürpriz oldu. Sempozyumun asıl incisi, belgeseli çok güzel bir şekilde tamamlayan, değerli besteci Yalçın Tura'nın sağlam ve düşünsel özü yoğun konuşmasıydı. Tura, Alnar'ın tarihsel ve müzikolojik önemini, sözü eğip bükmeden, Türkiye'nin sahip olduğu nadir çok boyutlu aydınlardan birine yakışır şekilde kavramsal derinliğiyle ve sistemli bir şekilde ortaya koydu. Başlangıç etkinlikleri, tadı damakta kalan, bunca pürüzlü zihinle mâlul kültür ortamında akıl paslarımızı gideren bu konuşmayla sona erdi. Öğleden sonra oturumları, kanuni Safinaz Rizeli'nin icra ettiği Alnar'ın On Saz Semaisi'nden beşi (Yegâh, Nihavend, Mâhur, Şerefnümâ, Nikriz) ile yeniden başladı. Safinaz Rizeli hem hayran kalınacak bir virtüozite örneği sergileyerek Alnar'ın yalnızca müziğine değil onun ruhuna da nüfuz etmeyi başardı, hem besteciye ve kendisinin yetişmesinde katkısı olan hocalarına saygı sunarak gıpta edilecek bir tevazu gösterdi. Bu küçük dinletinin ardından, Prof. Bülent Alaner'in yöneticiliğindeki ilk oturum başladı.
Bu oturumda Prof. Dr. Ayhan Aktar "Üç Bahtsız İnsanın Hikâyesi: Besteci Koca, Kocasını Terk Eden Güzel Soprano ve Bir Âşık Başbakan" başlıklı bildirisiyle, herkesin bildiği ama derin bir tabuymuş ve sanki konuşulduğu zaman Alnar'ın besteciliğine halel gelecekmiş gibi düşünülerek kimsenin dillendirmediği Ayhan Aydan-Adnan Menderes aşkının her üç insanın, ama aslında en derinde Alnar'ın hayatını nasıl alt-üst ettiğini açığa çıkardı. Fona siyasi ortamı, Türkiye'nin ve Dünya'nın genel konjonktürünü yerleştiren Aktar, kendi deyişiyle, bu yok sayılan konuyu, muhafazakâr cenahta ise herhangi bir ahlâki kaygıdan âzâde bir şekilde çarpıtılan (Menderes'i evliyalaştırmak, Alnar'ı şeytanileştirmek) konuyu, bütün nesnelliğiyle, yargı belirtmeden sergiledi. Biyografi, salt dedikoduya indirgenmediği sürece, önemli kişilerin hayat hikâyelerinin önemli bir katmanındır. Alnar'ın, 48 opus numaralı eserinden 41'ini 1950'ye kadar bestelemesini, sonra birden derin bir sessizlik ve üretimsizlik dönemine girmesini, 1978'teki ölümüne dek ise, ikisi ısmarlama toplam yedi eser verdiğini tespit etmek, kuşkusuz altta yatan biyografik ve hatta siyasi nedenlerin açığa çıkarılmasını gerektirir. Bu aşamada, bestecinin hayatı, gizlenmesi gereken bir 'özel' konu değildir. Aktar, bu olguyu çarpıcı bir şekilde belirtti. Sempozyum boyunca bu konu, aradaki tartışmalar dışında, bir bildiriye konu olmadığı, konuşmalarda "bu kısmı da gizli kalsın", "bazı nedenlerle", "burası Alnar'ın özel hayatıyla ilgili" vb. ifadelerle geçiştirilen bir mevzu olmayı sürdürdü. Ancak tartışmalarda, Alnar'ın suskunluğu ve dışlanmasının, onun sanat yaratımından ayrı ele alınmaması yönünde bir kanaat de oluştu. Aktar, bu nedenle, kendisini "köyün delisi" ilan ederek, önemli bir konuyu, ilk kez gazetecilik ve sansasyon arayışlarının dışında, Aydan-Menderes-Alnar üçgeninin sonuçlarını irdelemiş oldu.
Aynı oturumda bu satırların yazarı, "Melez Doku, Örtük Hüzün: Ferid Alnar'ın Müzik İmgeleminin Bileşenleri" başlıklı bildiriyle, Alnar'ın müziğindeki dilsel özellikleri sosyoloji ve müzikolojinin kavramsal araçlarından yararlanarak ortaya koymaya çalıştı. Doç. Dr. Onur Güneş Ayas, Alnar'ı, dönemin önemli bir tartışma ekseninin içine yerleştirerek inceledi ("Hasan Ferid Alnar ve Alaturka-Alafranga Kamplaşmasının Dışlayıcı Dilinin Eleştirisi"). Doç. Dr. Elif Damla Yavuz ise "Türk Beşleri Histografyasının Ortak Anlatısı İçinde Bir Özne: Ferid Alnar" başlıklı bildiriyle, Alnar'ı tartışmalı "Beşler" konusunun bir unsuru olarak değerlendirdi.
Daha sonra piyanist Lilian Tonella Tüzün, Alnar'ın Solo Piyano İçin Oyun Havaları başlıklı eserini seslendirdi (Köçek Havası, Zeybek Havası, Karadeniz (Laz) Havası). Bu minik konserden sonra, Alnar'ın eserlerinin müzik tekniği açısından irdelendiği beş sunuşta, Doç. Özgür Ünaldı, Dr. Halil Altınköprü, Onur Karabiber, Doç. Dr. Berkant Gençkal ve Mine İpek Güzey konuştular. Gün, A Capella Ayangil topluluğunun seslendirdiği 10 Yunus Emre İlahisi Koro Süiti, Duo Blanc et Noir'ın seslendirdiği Dört El İçin "Köçekçe", Ilgın ve Metin Ülkü'nün seslendirdiği Keman-Piyano için Süit ve Bosphorus Trio'nun seslendirdiği Keman, Çello ve Piyano için Trio eserlerini dinleme fırsatını bulduğumuz konserle sona erdi.
25 Ekim Perşembe günü sabah oturumunda ise Prof. Ruhi Ayangil, yakında yayınlanma müjdesini verdiği, Alnar'ın gençlik dönemi günlüklerinin tanıtımını yaptı. Çok ilginç ve Alnar'ın hem müziğine hem hayatına ışık tutacak saptamalar yaptı. Doç. Dr. İlke Boran Alnar'ın şefliğine ağırlık vererek, bir zaman şeridi üzerinden, onun verimi ile dönemsel koşullar arasındaki ilişkiyi tartıştı. Nihayet, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası Şef Yardımcısı Hasan Niyazi Tura, Alnar'ı çok yönlü bir sanatçı olarak inceleyerek onun sanatsal değerini ortaya koydu. Oturumun sonunda kanuni Halil Altınköprü Alnar'ın Hicazkâr Saz Semaisi'ni seslendirdi.
Öğleden sonra, tanıklıkların ışığında, Alnar'ı tanımış, onun öğrencisi olmuş, onun yakından gözlemlemiş kişilerin (Prof. Koral Çalgan, Prof. Hazar Alapınar, Çetin Işıközlü, Tuncer Olcay ve Şefik Kahramankaptan) duygu ve düşüncelerini dinleme fırsatını bulduk. Bir sanatçının biyografisinin yazımında bu tür tanıklıkların çok hayati bir konumu olduğunun altını çizmek gerekir. Bu vesileyle, Ferid Alnar'ın, ilk kuşak besteciler ve onların öğrencileri içinde kapsamlı biyografisi yazılmamış tek besteci olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Sempozyum, bu boşluğun fark edilmesine ve bu yönde girişimde bulunmak gereğine de dikkat çekme olanağı sundu.
Sempozyum, bu dolu ve nitelikli içeriğe yaraşır bir konserle taçlandırıldı: Anadolu Üniversitesi Senfoni Orkestrası, coşkulu ve enerjik şef Erdem Çöloğlu yönetiminde, Alnar'ın en bilinen ve güçlü eserlerini seslendirdi. İlk eser yalnızca iki bölümü çalınan İstanbul Süiti oldu. Ardından her bölümü ayrı bir kadın kanuni (Güniz Alkaç, Ayşegül Kostak Toksoy, Esra Berkman) tarafından icra edilen ünlü Kanun Konçertosu'nu dinledik.
İkinci yarı Melih Kara'nın solistliğinde, kanımızca Alnar'ın en yetkin eserlerinin başında gelebilecek kudretteki Viyolonsel Konçertosu icra edildi. Melih Kara, bu son derece güçlü armonik dokuya sahip eserin, soliste virtüozite sunma olanağını fazlasıyla veren pasajlarında baş döndürücü bir performans sergiledi; hem kendisinin hem eserin Dünya birinci ligine eşdeğer bir düzeyde olduğunu kanıtladı. Konser, Alnar'ın en çok bilinen ve çalınan Prelüd ve İki Dans adlı eseriyle son buldu. Anadolu Üniversitesi Senfoni Orkestrası, yumuşak ve kararlı tınısı, takdire şayan entonasyonu, özellikle bakır üflemelilerdeki temiz icrasıyla büyük bir alkışı hak etti.
Ferid Alnar, bütün bu bilimsel ve sanatsal etkinlikler bileşimiyle başarılı bir organizasyon içinde, hakettiği şekilde hem anıldı hem tartışıldı. Bunca trajik bir hayat yaşamış olan, sayısız haksızlığa uğramış, kişisel husumet, müzik anlayışı farklılığı, ideolojik ayrışmalar, siyasi güç baskısı vb. nedenlerle dışlanmış, dâhi olarak nitelendirilebilecek karattaki bir besteciye küçük bir saygı duruşu olarak, bu sempozyum çok önemli ve değerli bir etkinlik oldu. Alnar'ın anılması, kuru bir övgü yığını olmaması hasebiyle de çok üretici fikirlerin doğmasına yol açtı. Bir sanatçının sanatının anlaşılmasında, içinde yaşadığı toplumsal-kültürel ortam, tarihsel koşullar, siyaset kadar, bireysel deneyimleri, travmaları, acıları ve sevinçlerinin de dikkate alınması, daha doğrusu hepsinin paralel okunması önemlidir. Alnar sempozyumu bize en azından bu temel olguyu hatırlattı. Sanatçılara dair tabuların bol olduğu bir ülkede bu gerçeğin idrak edilmesi az kazanım değildir. Bu verimli ortamı da bize, Eskişehir ve Anadolu Üniversitesi sundu. Konservatuar müdüründen lisans öğrencisine kadar bütün düzenleyicilerde gözlemlediğimiz heyecan, Eskişehir'in bir kültür odağı olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Ferid Alnar'ın 1978'de yalnız ve küskün öldüğünü sanıyorduk. 2018'de Eskişehir'de yeniden doğdu.
ALİ ERGUR
1 Kasım 2018
1 Hasan Ferid Alnar'ın (1906-1978), "Hasan" adından hiç hoşlanmadığı, hem tanıkların beyanları hem kendisinin ifadelerinden bilinen bir gerçektir. Adındaki "Hasan"a bu tepkiselliğinin nedenini, bildiğimiz kadarıyla, hiç açıklamamış, ancak kullanılmasından duyduğu rahatsızlığı vurgulayarak kendisine "Ferid Alnar" denmesini istemiştir. Biz de onun bu hassasiyetine saygı duyarak adını bu şekilde anıyoruz.