Kültür çölünde vaha: Eskişehir'de Küçük Prens konseri
Her geçen gün daha fazla kültür ivmesi azalan Türkiye'de, nadir umut ışıklarından birini yakan Eskişehir, bir sanat etkinlikleri bolluğu içinde, hemşehrilerine birçok seçenek sunan istisnai bir medeniyet adası olarak daima küçük sürprizler hazırlıyor. Kültür hayatının canlılığı, Eskişehir'de her alanda kendini hissettiren, ileri görüşlü bir toplumsal sorumluluk anlayışına yakından bağlı görünüyor. Neo-liberal 'kalite güvence sistemleri' zırvalarının, bol keseden kullanmaya, telaffuz etmeye önem verdiği içi boş, dostlar alış-verişte görsün türünden kavramların başında gelen 'vizyon', Eskişehir'de tam ve sahici anlamıyla mevcut. Her ne kadar bu ileri görüşlülük ve çok boyutlu tasarlama yetisi tek bir kişinin eserine indirgenemezse de, esasında tek bir kişinin ciddi anlamda belirleyici iradesine dayanıyor: Yılmaz Büyükerşen. 'Hoca'nın Eskişehir'e yaptığı katkıların nicelik ve niteliği tartışma götürmezdir. Uygulamaları ve politikaları elbette eleştirilmez değildir; ancak, eleştirenlerin birçoğunun, somut pratikleriyle ortaya çıkmaktan ziyade, müzmin ve salt kendisi için muhalif bir tavrı yeniden üretmenin dayanılmaz cazibesine kapılmayı tercih edenler olduğu görülebilir. "Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz." Hele günümüz Türkiye'sinde betona, binaya, tünele, cümle kitsch kent mobilyasına kolaylıkla 'eser' adı verilebildiği düşünülürse...
Eskişehir'in kültür üreten, medeniyet büyüten bir şehir olduğu yalnızca sanat etkinlikleriyle değil, gündelik hayatın birçok alanında rahatlıkla hissediliyor. İş olsun, yandaş zengin olsun diye, fevkalâde basmakalıp biçimlerde, acınası derecede yüzeysel bilgi kırıntılarıyla kültürel etkinlik düzenleyen kasaba zihniyetli belediyeciliğin fersah fersah ötesine geçmiş bir anlayıştan bahsediyoruz. Kültürün hayata bir 'zeyl' değil de, onun ta kendisi haline geldiği toplumsal ortamlarda, üretici güçler teşvik edilir. Bunun sonucunda da yeniliğe, yenilenmeye, genç düşünceye önem verilir. Bir toplumun gelişmişliği, gençleri ve çocukları ne kadar el üstünde tuttuğuyla da ölçülebilir. Eskişehir, çocukları el üstünde tutan, onlara taze nefes alma olanağı, hatta bütün bir gökyüzü sunan bir toplumsal ortam oluşturuyor. Bu açıdan Eskişehir, taassubu taçlandırıp ölümü kutsayan toplumların aksine, yenilenmeyi ve özgürlüğü temsil ediyor. Eskişehir tam bir m(M)edine olarak, Türkiye'nin uzaya kaçan atmosferinin ters yönünde mucizevi bir kültür kaynağı oluşturuyor. Toplumların ne beton dökerek ne ağaç katlederek medeni olabileceklerini, tersine ancak kültür üreterek var kalabileceklerini bize ibretlik bir ders gibi hatırlatıyor.
Eskişehir'de çocukların toplum hayatı içindeki ve kültür üreten organik ortamın vazgeçilmez parçası olarak önemlerinin altının çizildiği bir etkinlik, telif süresi sona erdiği için her yerde bir çeşit yayın patlamasına konu olan Küçük Prens öyküsünün, senfoni orkestrası ve Antoine de Saint-Exupéry'nin kendi özgün görselleri eşliğinde sergilendiği gösteri oldu. 26 Mayıs Cuma akşamı Opera binasında (evet Türkiye'nin bir şehrinde "Opera" binası var!) sergilenen gösteride Eskişehir Büyükşehir Belediye Senfoni Orkestrası'nı Aytuğ Ülgen yönetti (evet, Türkiye'de bir belediye senfoni orkestrası var!) Maurice Ravel, Claude Debussy ve Camille Saint-Saëns'ın çeşitli eserleri (Pavane, Prélude à l'après-midi d'un faune, La Valse vb.), öykünün farklı sahnelerine uygun birer eşlikçi olarak başarıyla kullanılmış. Şef Ülgen'in tempoya hâkim yönetimi, orkestranın temiz entonasyonlu yorumuyla birleşince ortaya ayakta alkışı hak eden bir yorum çıktı. Özellikle bakır üflemeli çalgıların saydamcasına net tınıları dikkat çekiciydi. Orkestranın bir bütün olarak yumuşak ve etkileyici bir tını damıtmayı başardığını ifade edebiliriz.
Çocuk dinleyiciler hedeflenerek sahneye taşınan Küçük Prens, doğal olarak özgün metnin hacmine sahip değil. Şef Aytuğ Ülgen, aynı zamanda Saint-Exupéry'nin metnini yaklaşık elli dakikalık bir sürüme dönüştüren uyarlamayı gerçekleştirmiş. Öykünün en önemli ve anlamlı karakterlerinden biri olan Tilki'ye vurgu yapması olumlu bir tercih olmakla birlikte örneğin Kral'a hiç değinilmemiş olmasını önemli bir eksiklik olarak not ettik. Ancak böyle kısıtlı bir çerçeveyi oluştururken zorunlu olarak bazı temalardan vazgeçmek gerektiğini de anlayabiliyoruz. Sonuçta Küçük Prens'in özündeki naif sorgulayıcılığa halel getirmeden, o hınzır lezzetinden ödün vermeden başarılı bir indirgeme (bir senfoninin piyano transkripsiyonu gibi), çocuk düşü gibi masum pamuksu ama hafifçe hüzünlü dokusunu bozmadan Küçük Prens'i müzikal bir anlatıya dönüştüren Aytuğ Ülgen'i kutlamak gerekiyor. Diğer yandan, metni dramatikleştirerek okuyan/oynayan tiyatro sanatçısı Berkay Akın'a da özel bir kutlama göndermemiz gerekiyor. Yılanın vurguları tam yerine oturmuşken, Tilki'ye kattığı yorum, o karakterin kurnazlık ile sevimlilik arasında gidip gelen ruh halini belki daha iyi anlaşılır bir konuşma üslûbuyla biçimlenebilirdi. Bununla birlikte, yorumun genelini başarılı olarak nitelendirebiliriz. Gösteri sırasında sahnenin solundaki perdeye, yazarın meşhur özgün resimlerinden bazıları ile birlikte yeniden çizimler de yansıtıldı. Daha fazla görsel kullanılabileceği hissine kapıldık; ancak bu hali asla sıkıcı ya da anlatımın gücünü düşüren nitelikte değildi. Görsellerin düzenlenmesi görevini ise Can Dağlı üstlenmişti.
Salon, bir senfoni orkestrası konserinde (çocuklar için bir içerik bile olsa) görmeye alışmadığımız oranda çocuk nüfusunu barındırıyordu. Kuşkusuz hepsinin senfonik müzik terbiyesinin doğal itkisiyle konsere geldiklerini söyleyemeyiz. Kimisi ailesinin ya da öğretmeninin yönlendirmesiyle, kimisi Küçük Prens'i okumuş olmasının tanıdıklığıyla, kimisi müzikli bir gösteriye gelme isteğiyle, kimisi ise yalnızca Cuma akşamı bir kültür etkinliğine gitme davranışını içselleştirmeye başladığı için oradaydı. Ancak sonuçta bu da bir öğrenme biçimi; Eskişehir'de bu pedagojinin belli bir yer edinmiş olduğunu iddia etmek sanırız yanlış olmaz. Nitekim onca karışık yaş ve sosyo-kültürel katmandan çocuğun bir arda olduğu salonda pek de ciddi bir 'asayiş' sorunu yaşanmadığını hayretle ve takdirle fark ettik.
Çölde vaha olmanın ayrıcalığı, örneğin çok değil 80 kilometre güneydeki Kütahya'da neden böyle bir etkinliğin hayal dahi edilmeyeceği düşünülürse, Eskişehir'in özgünlüğünü böyle vurguluyor. Yalnızca sanat etkinlikleri düzenlemek değil, gündelik hayatın içine nüfuz eden bir kültür üretimini şehrin nabzı haline getirebilmek Eskişehir'i eşsiz kılan özelliğidir; "bunlar bizim öz kültürümüze yabancı şeyler" hamasetinin balonunu söndürebilmesidir. Büyükerşen Hoca asıl bu nedenle ayakta alkışı hak ediyor. Tek başına kurduğu hayale bütün bir şehri ortak edebilmek çok özel bir yetenek gerektiriyor. Ancak Yılmaz Büyükerşen'in yanı sıra, bu vahayı özenle yeşerten Eskişehirliler de özel bir takdiri hak ediyorlar.
Küçük Prens, tam anlamıyla evrensel olabilmiş benzersiz bir öyküdür. Antoine de Sanit-Exupéry'nin o yalın, süssüz, doğrudan anlatımı, hangi dile çevrilirse çevrilsin, öykünün ana fikrini ve üslûbundaki sade çarpıcılığı değiştirmemiştir. Küçük Prens koleksiyonerlerinin her dilde basılmış Küçük Prens kitabını biriktirme arzusu, belki böyle bir küresel kültür zihniyetine yakın evrensel çağrısını simgeleme özelliğinden ateşleniyordur. Dilini anlamadığı, alfabesini bile okuyamadığı kitapları büyük bir iştiyakla toplama şevki, ancak öykünün barışçı çağrısına kulak vermenin gereğini hissedenlerin bir ayrıcalığı oluyor.
Küçük Prens, araçsal aklın mekanikleştirdiği dünyada, insanın insana mesafelenmesi, doğaya ve aslında kendine yabancılaşmasının hem duygusal hem düşünsel anlamda gelişmiş bir anlatımıdır. Sevgiyi emeğin bir sonucu değil de, kendinde soyut bir kavram olarak ve değişim değeri cinsinden ifade etmeye çalışıp çıkmazlarda kaybolduğumuz bu "sıvı modernlik" halinde Küçük Prens'in çağrısını duymamız gerekiyor. Hele Türkiye'de, genel çölleşmeye, sanatı ve kültürü 'iktidar olma' meselesiyle özdeş tutan yüzeyselleşmeye direnmek için dönüp Küçük Prens'i yeniden okumamız gerekiyor. Eskişehir'in çocukları bu açıdan bir vahada yaşadıkları için çok şanslılar!
"Dessine-moi un mouton!"1
ALİ ERGUR