Osmanlı tarih yazımının kalıplaşmış anlatısında, bu görece uzun geçmiş, hem homojen hem yapay dönemlendirmelerle sunulur. Bu dönemler, siyasi-askeri olayların belirleyiciliğiyle oluşan kırılma noktalarıyla ayrıştırılmıştır. Bu doğrultuda ‘kuruluş’, ‘yükseliş’, duraklama’, ‘gerileme’ dönemleri olarak sınıflandırılan tarih anlatısı, yalnızca siyasi-askeri tarihi eksen olarak kabul etmekle kalmaz, aynı zamanda bu kavramsallaştırmayı ideolojik bir vurguyla yeniden yapılandırır. Bu suretle tarihsel dönemler arasında bir önem sıralaması yaparak geçmişi, şimdiki zamanın siyasi temaları cinsinden hiyerarşikleştirir. Böyle bakıldığında, öncelikle tarih ya hayran olunup kutsanacak ya nefret edilecek, kısaca duygusal tepkilerle algılanacak muğlak bir dekora dönüşür. Bugünün siyasi sorun ve çatışmaları, geçmişin stilize edilmiş perdesine iki boyutlu olarak yansıtılır. Böylece popüler kültür kurgularının müşterilerinden akademik tarih bilgisi üreticilerine kadar geniş bir yelpazede konumlanan aktörler, tarihi, bugünün siyasi simgeselliğinin taşıyıcısı olarak benimsemeye eğilimli olurlar. Bunun sonucunda, tarihi okurken onda ne bulduğumuz değil ne bulmak istediğimiz daha önemli hâle gelir. Geçmişin birikiminde bir görkem, siyasi güç, üstünlük kaynağı bulmak isteyen muhafazakâr tarih yazıcılığı, bu nedenle ‘Osmanlı’ kavramı altında büyük ölçüde seçme altın çağlar inşa etme eğilimindedir. Ancak bu parlak dönemler, fetihçi-cihatçı ideoloji çerçevesinde yalnızca kronolojik bir zaman dilimini kapsamazlar; bu tür tarih anlatısının hâkim teması askeri güç ve zafer olayları olduğu için, yüceltilen hükümdarlar ya da bunların dönemlerindeki olaylar hep bir seçilim konusu teşkil ederler. Örneğin idolleştirilen padişahlar genellikle Fatih Sultan Mehmet’le başlayan silsile içinde yaklaşık yüz yıllık bir dönemde yaşamışlardır; ancak, devletin bir yapılanma ve kurumsallaşma döneminin hükümdarı olan II. Bayezid, genellikle gölgede bırakılan bir figür olarak atlanır (Fatih-Yavuz-Kanûni). Bunların dışında öne çıkarılan birkaç padişah da dönemlerinin koşulları içinde değil, bugünün siyaset sahnesinde anlam yüklenebilme potansiyelleri açısından makbul kılınırlar (IV. Murad, III. Ahmed, II. Abdülhamid, Vahdeddin gibi). Aynı şekilde Kıbrıs’ın 1571 yılında fethi vurgulanırken, iki ay sonra donanmanın imha edildiği İnebahtı yenilgisi gölgede bırakılır; zira amaç tarihsel olayların koşullarını incelemekten ziyade, bunlara iyi-kötü ikiliğinde ve bugünün siyasi çatışmaları cinsinden anlam vermektir. İşte bu anlayış çerçevesinde, on altıncı yüzyıl ‘muhteşem’ bir Osmanlı ideali olarak yüceltilirken, on yedinci yüzyıl, bir gerileyiş dönemi olarak anlatıdaki yerini alır; hatta mizojin tarih yazıcılığının icadıyla, bu dönem bir kadınlar sultası olarak tasnif edilecek, ‘valide sultanların fesat iktidarı’ nedeniyle devletin kargaşa ve çöküşe sürüklendiği vurgulanacaktır.
Osmanlı on yedinci yüzyılı, yönetim sisteminin gerilemesi, iktidar belirsizliği durumları, toplumsal kargaşa olayları ve isyanlarla dolu bir siyasi istikrarsızlık sahnesi oluşturur. Ancak, bu çöküş manzarasının ters yönünde bir oluşum da göze çarpar; hâkim tarih yazıcılığının genellikle görmezden gelmesine rağmen, on yedinci yüzyıl bir kültürel canlanma dönemidir. Türk Makam Müziği’nin referans bestekârı olan Buhûrîzâde Mustafa Itrî (1633-1711), coğrafyacı, kütüphaneci, biyografi yazarı, çok yönlü aydın Kâtip Çelebi (1609-1657), vak’anüvis Nâimâ (1655-1716), siyaset analisti Koçi Bey (?-1650) gibi birçok özgün kültür insanının on yedinci yüzyıl boyunca ortaya çıktığını görürüz. Bunlar arasında en ilginç şahsiyetlerden biri kuşkusuz Evliyâ Çelebi’dir (1611-1682). Gezgin tiplerinin belirmesi, yalnızca maceracı istisnai karakterlerin tesadüfi varlığıyla açıklanamaz; gezgin, aynı zamanda bir toplumun dışa açılma isteğini, ticaret ve alış-verişlerin artışını, ulaştırma ağlarının gelişmesini ve bunların sonucundaki kültür canlanmasının izdüşümü olan bir keşfetme itkisinin izdüşümüdür. Kuşkusuz, seyahatin çağımızda olduğu kadar kolay olmadığı (hatta çok zor olduğu) dönemlerde bir gezgin olmak, meraklı bir mizaç kadar bugünden bakınca akıl hanesindeki kayda değer eksikle ilişkili bulunabilir. Bununla birlikte, gezgin tipi, yeniliğe ve farklılığa açıklığın uç verdiği toplumsal koşullarda var olabilir. Nitekim on yedinci yüzyıl Osmanlı kültür dünyası, eski görkemini yitirmiş, yenilgiler almaya başlamış bir devletin artık dünyaya kafa tutup ona bigâne kalamadığı bir dönemdi; Evliyâ Çelebi, dışa açılma, gözlem yapma, yenilik arayışı, kayda geçirme, belgeleme gibi eylemleri içeren gezilerinde, aynı zamanda bir dünya resmi (imago mundi) çizmiştir. Evliyâ Çelebi’nin sistemli ve ayrıntılı kayda geçirme işi, kendi içine kapalı ve dar yerelliklerin cinsinden dünyayı tasavvur eden bir toplumu değil, artık dışarıyı merak eden, böylece geniş ufuklu bir imago mundi çizmeye eğilim gösteren bir dönüşüm arzusunu ortaya çıkarabileceği bir tiptir. Aynı şekilde, Hezârıfen Ahmed Çelebi ya da Lâgarî Hasan Çelebi gibi yarı-mitolojik şahsiyetlerin de bu dönemde tarih sahnesinde göründüklerini, en azından anlatılaştırıldıklarını biliyoruz. Birincisinin kanat takıp ikincisinin roketle uçtuğu rivayet edilir. Gerçekten yaşamış olsunlar ya da olmasınlar, bu sıra dışı tiplerin ya da onlar hakkındaki söylemin çoğalması bir değişme arzusunun nüvesinin varlığını işaret eder. Merak etmek, tutkuyla merakının peşinden gitmek, deney yapmak, doğaya meydan okumak, keşfetmek, özünde bir modern karakterin doğuşunu duyurur. Gezmek, seyahat etmek ve gözlemleri yazıya dökmek, aynı modern eğilimin öncüllerinden biri olarak kabul edilebilir. Hatta Evliyâ Çelebi’nin meşhur ‘bir dil sürçmesi kurbanı olarak zorâki gezgin’ olma hikâyesi bile, bireyin yeryüzündeki amacının artık yalnızca Tanrı’nın şefaatini arayan uhrevî bir var oluş değil, yeryüzünün nimetlerinden yararlanmayı da talep eden bir dünyevî anlayışı simgeler (Freud, hiçbir lapsus’un mâsum olmadığını belirtmez mi?).
Evliyâ Çelebi’nin gezilerinin tek düzlemi coğrafya değildir; o aynı zamanda bir ses kâşifidir. Gezip gözlemlediği yerlerin çeşitli kültür özelliklerini kayda geçirirken, özellikle seslerin dünyasına ayrıcalıklı bir yer verir; zira, iyi bir kültür insanı olarak, zamanda, mekânda en iyi kodlayıcı ve iletişim düzleminin müzik olduğunu bilir. O nedenle, Evliyâ Çelebi’ye aynı zamanda ‘seslerin seyyâhı’ nitelemesi de yakıştırılmıştır. Kuşkusuz müziğin estetik bağlamı, icra araçları ve toplumsal anlamları çağdan çağa değiştiği gibi, aynı dönemin içinde farklı coğrafi alanlarda da ayrışır. Makam müziğinin evriminde üslûp ve biçimler doğal olarak zaman içinde değişmiştir; bu değişme makbul tınıları yeniden tanımlama anlamına gelir. Tınıların değişmesi ise kuşkusuz çalgıların değişmesidir. Farklı kültür alış-verişleri, Devlet-i Aliyye genişledikçe değişik bileşimlerin ortaya çıkması, tercih edilen ve revaç bulan çalgıların da değişmesi anlamına gelmiştir. Modernleşmenin müzikteki en önemli belirtilerinden biri, görece zayıf hacimli sese sahip çalgıların yerini, aynı aileden olan daha güçlü olanların almasıdır. Evliyâ Çelebi’nin müzik kartografyasında bu kaçınılmaz evrim sırasında bazen adları bazen cisimleri bazen ikisi birden unutulmuş olan çalgıların izleri sürülebilir. Bu açıdan bakıldığında, Evliyâ Çelebi, yine aynı çağda İstanbul’daki müzik dağarını ilk kez sistemli olarak yazıya geçiren Ali Ufkî’nin (Wojciech Bobowski, 1610-1675) derlemesine (Mecmuâ-i Sâz-ü Söz) benzer bir kayıt bırakmıştır. Sözlü aktarıma dayalı bir kültür dünyasından bu belgeleme çalışmalarının paha biçilmez değeri vardır. Bunca tutkulu keşfetme ve kaydetme isteği, bir sonraki yüzyılda çok daha belirgin bir şekilde gündelik hayata ve sanata yansıyacak olan modern tutumun ilk işaretleridir. Bir ‘ses seyyâhı’ olarak Evliyâ Çelebi’yi ve onun kayda geçirdiği kayıp çalgılarının hikâyelerini yine bir çeşit arşiv gezgini olan Gökçe Güneygül’ün özgün eserinde buluyoruz. Güneygül’ün Doğu Kütüphanesi’nde yayınlanan Seslerin Seyyâhı Evliyâ Çelebi’nin Kayıp Sazları adlı kitabı, Türkiye’de müzikoloji, özelde organoloji yazınına çok değerli bir katkı sağlıyor. Güneygül’ün titizlikle ve türlü zorlukla mücadele ederek bir araya getirdiği arşiv bulguları, uzmanı olmayanların adını bile bilmediği Barbut, Çağana, Çeşde, Dinkef, Kerrenay, Ravza, Yelteme, Yonkar gibi çalgıların tarih sahnesindeki yerleri ve dönemlerindeki toplumsal anlamlarına özenli bir çalışmayla açıklık getiriyor. Böylece, heyecanlı bir macera romanı okur gibi, Evliyâ Çelebi’nin kayıp sazlarının izlerini sürmek mümkün oluyor. Gökçe Güneygül, ayrıntılara önem veren bir bilimsel disiplinle çalıştığı gibi, dikkate değer bir vefa örneği sunarak, yetişmesinde ve bu çalışmayı yapmasında kendisine destek olan kişilere uzun bir listede teşekkürünü ifade ediyor. Gökçe Güneygül, bu saygın araştırma emeği için kutlanmayı fazlasıyla hak ediyor.
Gezginlik, çağımızda (en azından küresel salgın öncesine kadar) artık kitle turizmi biçimini alarak sıradanlaşmış durumda. Ancak sahici gezginlik, Evliyâ Çelebi’yi yollara düşüren keşfetme tutkusu, kültür derlemeye açıklık ve ziyaret edilen yerlerin anlam dünyalarına nüfuz etme güdüsüyle kendini belli eder; sonuçta gezginin bir düşünsel amacı olmalıdır. Bu amaç bazen kendini aşma arzusu, bazen insanın özüne erişme çabası, bazen daha ulvî hatta uhrevî güdüler olabilir. Ancak her durumda gezginlik, amaçsızca yerleri tüketmek değildir. Mekânın deneyimlenmesi üzerine incelemeler yapan toplumbilimci John Urry, çağımıza hâkim olan bir ‘turist bakışı’ndan bahseder. Mekânlar, artık birer anlam haritası değil, mümkün olduğu kadar hızlı tüketilmesi gereken metâlardır. Bu tüketim eylemine günümüzde görselleştirme politikası da eklenmiş durumdadır. Bir yere gitmekten ziyade oraya gitmiş olmanın anlatısı, estetikleştirilmiş bir görsellik politikası olarak sürekli bir akış hâlinde sanal gerçeklikten akıp gitmektedir. Bu görsellik gösterisi bu şekilde bir kimlik stratejisine dönüşmüş durumdadır. Oysa gezgin, tüketmek için değil, üretmek, biriktirmek, çoğaltmak, bağlantılar kurmak isteyen, arıların yaptığı gibi sayısız çiçekten polen toplayıp özgün bir bal elde etmeye çalışan kişidir; hayatın özünü damıtır. Müzik, bu gezginlik hâlinin en vazgeçilmez kılavuz hattı olarak düşünülebilir. Üstelik gezginlik, konforlu ve steril bir dolaşma değildir; yollarda, birçok kez belirsizlikle mücadele ederek, kendini tesadüflere bırakarak, hayatın kılcal damarlarına gizlenmiş küçük hazineleri keşfetmek için çaba sarf ederek çıkılan bir yolculuktur; bütün dünyayı kucaklamak isteyecek kadar geniş ve somutken, aynı zamanda sarmal bir merdivenle kendi ruhunun derinliklerine inme mücadelesidir. O nedenle sahici gezgini ana yollarda değil, küçük patikalarda buluruz. Buna karşın, o aynı zamanda herkesin bulunduğu kamusal alanda hem hiç kimse gibidir hem mekânın efendisidir; gezer olma hâli onun var oluş kipidir. Sokak müzisyeni, bu gezginlik rolünün en temsil edici tipi olarak nitelendirilebilir. Kentin kamusal alanlarında müzik icra ederken önünden geçip gittiğimiz, bazen biraz durup dinlediğimiz, kimilerimizin cebindeki bozukluklardan birkaçını önündeki kutuya attığı müzisyen, gezginliği bir hayat felsefesi olarak benimsemiş kişidir; ele avuca gelmez, kurumsal çerçevelere sığmaz. Ancak biz, o gezginin gezginliğine ilişkin pek bilgiye sahip değilizdir; zira bize bir dekor sunar. Üstelik o dekor da geçici ve kolay yapılıp bozulan türdedir. Sokak müzisyenliğini bir geçim kaynağı olarak benimseyen kişi, istemese de gezgin bir hayat sürmek zorunda kalır; ancak çoğu zaman bu yolu isteyerek seçer.
Sokak müzisyeninin gezginlik serüveninin ayrıntılı betimlemesi ya da ‘seyahatnâme’si, bir sosyal bilimcinin en çok erişmek isteyeceği ancak elde etmesi en zor bulgulardan biridir. Derinlemesine etnografik bir çalışmanın yanı sıra belirsiz bir akışın içinde sürüklenmeyi gerektirir. O nedenle nesnesi hareketli olan bir araştırma konusunu kayda geçirmek, en deneyimli etnograf için bile zorlu bir sınavdır. Oysa yıllarca sokak müzisyenliğiyle geçinen santurî Sedat Anar, Sokaknâme adlı kitabında bu notları fazlasıyla ayrıntılı bir şekilde okuyucuya sunuyor. Halfeti’nin Arğıl köyünde başlayan müzisyenlik serüveniyle Ankara’nın sokaklarına, oradan santur çalgısında ustalaşmak için İran’a sürüklenen Sedat Anar, bir çeşit çağdaş derviş olarak, kendini aşmak amacıyla, bilginin kaynağına giderek insanlar, mekânlar ve zamanlar arasında bağlantılar kuruyor. Bu yolda hangi bilgiye ulaşmak istiyorsa onun ustalarını buluyor; bu arada sürekli olarak bu kapitalist dünyada var kalmaya çalışıyor. Maddî anlamda kendini asgari ölçüde var etmek için olduğu kadar, manevî anlamda bir yolculuk yapmak için de müzik yapıyor. Sedat Anar, kitabın girişinde, okuyucudan bir ricada bulunarak, kendisinden akademik bir üslûp beklenmemesini, ancak samimiyet aranmasını istiyor. Sokaknâme, samimiyeti, belki bazen beklenenden fazla bile denilecek şekilde başarıyla veriyor. Kitap boyunca, okuyucuya bütün içtenliğiyle hitap ederek, biriktirdiği anılarını paylaşıyor. En güzeli, yazarın samimiyeti, bizim bu olağanüstü yolculukta ona duyguları paylaşarak eşlik etmemizi sağlıyor.
Siyaset ve kültür birçok durumda ters yönlü bir ilişki içindedir; birinin güçlü olduğu yerde diğeri cılız kalır. Kültür, ancak toplum hayatının siyasetçe esir alınmadığı dönemlerde ve ortamlarda gelişir. Osmanlı Devleti’nin muhteşem yüzyılı, siyasi başarılarla taçlandırılmış ancak kültür hayatı, toplum daha fazla dışarıyla alış-veriş içine girdiği ve siyasetin tahakkümünün görece azaldığı sonraki dönemlerde incelip çeşitlenmiştir. Etkileşim kanalları arttıkça kültür dünyası zenginleşir. Kültür havzaları arasındaki bağlantıları ise gezginler kurar. Etkileşimi en iyi taşıyabilen mecra müzik olduğu için, Evliyâ Çelebi’den Sedat Anar’a kadar bütün sahici gezginler, coğrafyayı müziğin izlerini sürerek keşfetmişlerdir.
Yalnızca mekân tüketme üzerine kurulu turist bakışımızın ders alması gereken bir keşif…
ALİ ERGUR
1 Mart 2022, Denizli