Her çağın bir hakikat rejimi vardır. Zaten bir çağı diğerinden ayıran çizgiler, her zaman görünür olmasalar, siyasi olayların yanılsama yaratıcı imgelerinin gölgesinde kalsalar da, hakikat rejimleri arasındaki farklarla belirlenirler. Hakikat, çoğu zaman sanıldığının aksine gerçeklik değildir; içinde doğru ve yanlışı birbirinden ayırt etmeye yarayan temel anlamlandırma ölçütleri bulunur. Diğer bir deyişle hakikat, içinde yaşanılan gerçekliği nasıl algıladığımızı, nasıl değerlendirdiğimizi, olgular kadar idealleri (hâttâ belki daha çok onları) nasıl konumlandırdığımızı sınırlandıran anlamlandırma şemasıdır.
Hakikatin içinde, bireysel varoluştan toplumsal yaşayışa geçişi sağlayan, diğer bir deyişle insani olanı kuran temel ölçü olan adalet, iyi ve güzel kavramlarının kavramsal çekirdeği bulunur. Toplumsal yaşamın kuruluşunda gerekli olan bu ayırıcı ölçüler, hep o belli tarihsel ânın gerektirdiği düzen ilkeleridir. Bu nedenle hakikat, doğal olarak ahlâkla iç içe tanımlanır; etiğin biçimlediği bir anlam bağlamıdır. Hakikat aynı zamanda bir verili durumu da varsayar: Hakikatin kaynağı, ilahi veya ülküsel bir ideal öte-varlığa atıfla anlamlı hale gelir. Oysa gerçeklik, sürekli olarak toplumsal olarak inşa edilen bir eylem-anlam-olgu matrisi olarak tanımlanabilir. Toplumsal kurallar, hukuk, kamu kavramı, vb. hep üzerinde durulan hakikat rejiminin türevleridir. Kuşkusuz sanat ve estetik de bu hakikat rejiminden paylarını alırlar.
Tarım toplumları binlerce yıl boyunca hakikatin kaynağını mutlak bir ilahi iradede buldular. İnsanın iradesini kısıtlayan, onu yazgıya tâbi kılan bir varoluş anlayışı, hakikatin, doğal olarak verili, kalın çizgilerle çizili olduğu gerçeğini kabullenmenin erdemini öne çıkaran bu toplum ve dünya tasavvuru, elbette, onu var eden üretim ilişkilerinden bağımsız değildi. Birlikte çalışmanın, kas gücüne dayalı emeğin önemli olduğu tarım toplumu, ayrıca birlikte yaşamanın, yâni cemaat halinde var olmanın gereğini, var oluşun ön koşulu kabul ediyordu. O nedenle tarım toplumunda birey, bireysellik, bunun sonucunda da özgürlük kavramı mevcut değildi; işlevsel ve anlamlı da değildi.
Oysa ticaretin egemen üretim biçimi olmaya başladığı bir dünyada birey olmak, özgür iradeye sahip olmak ahlâki bir zorunluluk haline gelmeye başladı. O yüzden de modern insanın en önemli talebi, adaletten ziyade özgürlük olmaya başladı. Rönesans’ın (renaissance – yeniden doğuş) yeni bir çağ açması, matbaanın icadı ya da Antik Çağ metinlerinin yeninde keşfi nedeniyle değil, öncelikle yeni bir üretim biçimini mümkün kılan koşulların oluşmasıyla ortaya çıkmıştır. Çalışmanın ve biriktirmenin yüceltildiği yeni bir ahlâk, bireyi cemaatin boyunduruğundan kurtarmayı, ona özgürlüğünü kazandırmayı hedefliyordu. Estetiğin çok boyutlu hale gelmesi, bireyselliğin, farklı fikirlerin, fark öznelliklerin çatışıp bütünleştiği yeni bir toplumsallık tasavvurunu harekete geçirmiştir. Resimde perspektif, müzikte çoksesliliğe giden yol; bu yeni üretim biçimi, onun ahlâki çerçevesi ve gerektirdiği hareketlilik sonucu ortaya çıkan yeni bir estetik anlayışının sonucuydu. Yeni bir hakikat rejimi doğmaktaydı.
Ticaretin yönlendirdiği anlamlandırma şeması, çeşitli aşamalardan geçerek sanayi uygarlığını kurdu. Sanatsal ifade de buna koşut olarak çeşitliliği, çok boyutluluğu, karmaşıklığı git gide daha fazla yansıtan bir hâl aldı. Wagner operalarına, Mahler senfonilerine varıldığında, sanayi toplumunun teknik uzmanlaşmaya dayalı karmaşıklığını ifade eden müzikal bir doku ortaya çıkmıştı. Egemen hakikat rejimi, karmaşıklık kadar, onun uyumlulaştırılmasını da gerektiriyordu. Ancak on dokuzuncu yüzyıl sonlarında, doruğa çıkan sanayi kapitalizmi, yarattığı krizlerin doğal bir sonucu olarak yeni bir aşamaya evriliyordu. Bütün dünyayı tek bir pazar haline getirmeyi hedefleyen finans kapitalizmi, beraberinde uyum kavramının merkezde olduğu hakikat rejimini de aşamalı bir şekilde, yirminci yüzyıl boyunca süpürecektir. Yerine belirsizlik, süreksizlik, parçalılığın temel güdüleyici olduğu yeni bir dünya ve yeni bir ahlâk biçimi gelecektir. Finans kapitalizmi, sanayi kapitalizminin aksine, zaman, mekân ve kavramların sağlamlığı üzerine değil, kayganlıkları, uçuculukları, görelilikleri üzerine kurulu bir toplum örgütlenmesi getirmiştir. Hareketin kendisi amaç haline gelmiş, kârın kaynağına dönüşmüştür. Bunca belirsizliğin ve hareketliliğin temel olduğu bir dünyada, olguların ve kavramların bütünlük ve sağlamlılıkları da ciddi oranda aşınmaktadır. O nedenle, olguların kendilerinden ziyade, onlar hakkında kurgulanan söylem, imge ve temsiller çok daha hakiki olarak algılanacaktır. Görselleştirilmemiş hiçbir olgu, artık yeterince anlamlı ve etkili bir ifadeye dönüşememeye mahkûmdur. Günümüzün hakikat rejimi, o yüzden münhasıran görsellik ve söylemselleştirme üzerine kuruludur. Estetik de bu köklü dönüşümden elbette yalıtılmış değildir. Nitekim on dokuzuncu yüzyıl sonlarından itibaren, müzik-dışı unsurların müziğe git gide daha fazla eklemlendiklerini gözlemleyebiliriz.
Saf müzik ya da mutlak müzik kavramı, onun dilinin dışındaki unsurların ağırlığının hissedilmediği bir ezgisel ifadeyi dile getirmek için git gide daha fazla tartışma konusu olmuştur. Bir anlamda, müziğin saf müzik olduğu, başka sanatlar ya da estetik unsurlarla ‘bozulmadığı’ bir hâli imler. Müzikal ifadenin ne kadar saf olduğu ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, böyle bir etkileşimsizliği korumanın olanaksızlığı, belki operanın yükselişi, sözün müziğe hükmettiği şarkı biçiminin (aynı olgu Türk Makam Müziği’nde de gözlemlenmiştir) ağırlık kazanması, ‘program müziği’ ya da senfonik şiir gibi biçimlerin daha soyut olanlara oranla daha çok tercih edilir olmalarında çarpıcı bir şekilde görülüyordu. Zira modernleşme sürecinde, önce Batı Avrupa’da, küreselleşmenin alan kazanmasıyla ise bütün dünyada söz ve müzik-dışı unsurların aşamalı bir şekilde müziğe dâhil olduklarını gördük. Her şeyin her şeye sürekli olarak aktığı günümüz dünyasında ise, ‘saf müzik’, müziği Olympos’un zirvesinden aşağılara indirmeyi pek tercih etmeyen entelektüeller dışında, kimsenin peşinde koştuğu bir ülkü gibi görünmüyor. Tersine, müzik ne denli söylemselleşir, imgeleştirilirse o oranda makbul sayılır olmuştur.
Müzik, toplumsal söylemi taşıyan en önemli ifade kanallarından başında gelir. Duygular kadar bir dönemin ruhu, kavramları, ilişkileri, olguları da müziğin (çoğu zaman ‘istiab haddi’ni aşarak) üzerine yüklenir. Popüler kültürün, genel kültür üretimi içindeki payı büyüdükçe, müzik bu sürecin merkezine yerleşmiştir. Zaten doğası gereği, yüksek derecede ‘sızan’ bir sanat olması hasebiyle her yerde her zaman mevcut olmaya yatkındır. Buna bir de kültür endüstrisinin müziği ciddi anlamda kurgulanmış bir metâ haline dönüştüren stratejisi eklendiğinde, müzik, hiç olmadığı kadar kaçınılmaz bir toplumsal uyaran haline dönüşmüştür. Müziğin görsellik rejiminin araçlarıyla inşa edilir hale gelmesi, yalnızca popüler kültür içinde olagelen bir olgu değildir. Enformasyon toplumunun hareketlilik ve söylemsellik çerçevesi içinde, bütün müzik tür ve biçimleri az ya da çok görselleştirmeden nasiplerini almaktadırlar. Bugün bir popüler müzik şarkıcısını, endüstriyel olarak kurgulanmış imgesinden ayrı tutmamız mümkün değildir. Kimi sanatçılar neredeyse yalnızca bu imgeyle oynayarak kendilerini var etmektedirler. Bunun çarpıcı örneklerinden biri Lady Gaga olsa da, aslında her popüler müzik şarkıcı ya da topluluğu aynı görsellik-ağırlıklı söylemselleştirme rejimine dâhildir. Ancak bu olgu yalnızca popüler müzikçilerle sınırlı değildir. Sanat müziklerinde de artık icracının imgesi, estetik duruşu, hatta özel yaşamı müziğinden ayrı tutulamaz hale gelmektedir. Günümüzde, en azından balıketi sayılabilecek sopranoların sayısı git gide azalmakta, Victoria’s Secret modeli standartları opera şarkıcıları için de geçerli olmaya başlamaktadır.
Özellikle 1980’li yıllarla birlikte müziği görselleştirme yönünde hızlı gelişmeler olmuştur. ‘Klip’ kavramı hızla bir müzikal olgu haline gelmiştir. Bugün öykülenmeyen, imgeleştirilmeyen, görselleştirilmeyen bir popüler müzik örneği neredeyse yoktur. Zira algılama şemalarımız önemli ölçüde imgeden geçer hale gelmiştir. Somut bir imgeye dönüştürülemeyen hiçbir ifadenin varkalma şansı yoktur. Power Point sunumlarında, konuşulanla yazılanın aynı olması, sözün bolca ve mümkünse mizah çeşnisi olan (zira mizah akılda kalıcılığı artırır) imgelerle desteklenmesi hep bu görsellik rejiminin egemenliğine dair işaretlerdir. Belki aynı doz ve şekilde değil, ama benzer bir durumu, sanat müziklerinde de gözlemlemek mümkündür. Müziği, önemli ölçüde görselleştirilmiş kaynaklardan dinliyoruz; You Tube bunların başında geliyor. En ‘seçkin’ olarak tanımlanan müzik biçimleri bile, icralarda, kayıtlarda, arşivlemede yaygın olarak reklâmcılığın araçlarını git gide daha fazla ödünç almaktadırlar. Konserinde gişelere (artık daha ziyade sanal gişelere) hücum yaşanan starların, sanatsal ustalıkları, Adorno’nun ‘kültür tüketiri’ adını verdiği dinleyici tipinin nezdinde pek önem arz etmez. Onun yerine, o sanatçı hakkında, mümkün olduğu kadar popüler mecralardan akan söylemin ikna ediciliği ve cezbediciliği öne geçer. Hatta mümkünse bu kamusal ve reklâm destekli imgenin kuruluşunda bir miktar dedikodu, magazin haberi de bulunursa iyi olur. Bu boyut mutlaka sanatçının özel yaşamının ayrıntılarıyla ilgili olmayabilir. Onun ne kadar titiz bir sanatçı olduğu, filanca konserde seyircinin tepkisini beğenmediği için sahneyi terk etmiş olduğu, fısıltıyla karışık bir gizem bulutu olarak konser öncesi ve sırasında, kendini üst-düzey sanatsever olarak tanımlayan dinleyicinin aklında dolaşır durur. Bütün ana akım sanat biçimlerinden uzakta durup kendini ‘alternatif’ etiketinin yeterince büyüleyici ve muğlak şemsiyesi altında tutanlar bile, ister istemez aynı görselleştirme sürecinden etkilenirler. En azından sosyal medyada gizemli ve ‘cool’ imgelerle var olmanın önkoşul olduğu bir dünyada, bundan en az kaçınabilenler, ironik bir şekilde sistemin kıyısında kalmak için çabalayanlardır.
Enformasyon toplumunun hakikat rejimi, aşırı vurgulanmış ve yükseltilmiş bir görsellik üzerine kurulu görünüyor. Müzik, doğası gereği görselliği en çok dışlayan sanat, günümüzde onun boyunduruğuna girmiş, kendi özünden (titreşimler, tınılar) başka her şeyle yüklenmiş bir ifade biçimine dönüşmüştür. Müziğin bir ‘saf’ hali olup olmadığını tartışmak ayrı bir mesele, ama bugün müziğin toplumsal algılanışında ve kullanılışında, onun kendi dilinin özelliklerinden başka daha ikna edici, sarıcı, kapsayıcı unsurların bulunduğu bir gerçektir. Bu unsurların görsellikten geçmemesi ise mümkün görünmüyor. Enformasyon işleyen bir toplumun, üretimiyle kurduğu son derece soyut ve uçucu ilişki, ancak bu kadar abartılı bir görselleştirmeyle telafi edilmeye çalışılıyor olmasın sakın?