Ataerkil toplum düzeni ve ideolojisinin özenle altını çizdiği en temel savların başında, işlerin cinsiyetlere göre ayrımlaşmış olduğu iddiası gelir. Egemen cinsiyetçi zihniyet, kadın ve erkek biyolojik konumlarının mutlak kimlikler olduğunun altını çizer. Bu konumlar, yalnızca var oluş amaçları olan eşeyli üremeye hizmet etmekle kalmaz, bir hükmetme stratejisinin sayısız aracının taşıyıcısı hâline gelirler. Binlerce yıldır yeniden üretilen ataerkil yapı, esas olarak tarım toplumuna geçişle birlikte tam olarak kurumsallaşmıştır. Bununla birlikte, kimi çevrelerde sanıldığı gibi, insanlık tarihinde hiçbir zaman tam anlamıyla anaerkil olarak adlandırılabilecek bir toplum düzeni var olmamıştır. Ancak tarım üretim biçimi; sınıflı toplum, örgütlü siyasi aygıt (devlet), özel mülkiyet, yerleşik düzen, dar alanda yoğun nüfusun bir hukuk ve toplum düzeni (polis, civitas, medine) kurmak zorunda olması itibariyle, katı bir ataerkil düzen içinde kadının mutlak anlamda tâbi kılınmasına yol açmıştır. Kadının tâbi ve ikincil toplumsal konumu, dinin egemen olduğu çağlarda ilahî kelâmın gereğine (dogma), felsefe ve siyasetin ağırlık kazandığı modern çağda bilimsel bilgiye dayandırılmıştır. Ataerkil sistemin en sinsi ideolojik aygıtı ise bu nedenle modern çağda biçimlenmiştir. Buna göre; kadının ikincilliği, biyolojik etkenlerle ilişkilendirilerek, doğasında zayıf, kırılgan, ince, duygulu olmak gibi değişmez niteliklere sahip olduğu iddia edilir. Bir kez ataerkil ideoloji bu biyolojik savı tartışılmaz bir a priori hâline getirince, gündelik hayatın bütün boyutları bu sorgulanmaz yargı ekseninde kurgulanır. Bu kabulün zamanı-mekânı aşan doğallaşmış bir genel ideoloji hâline gelmesini kuşkusuz devlet ideolojik aygıtlarının başında gelen din ve eğitim kurumlarının yeniden üretici işlevi sağlar. Sonuç olarak, kadın cinsiyetinin, doğasında zayıf olduğu, yönetilmesi ve tâbi kılınması gerektiğine ilişkin bir ideoloji, bütün toplum katmanlarına yayılır. Böylece hangi alanların, işlerin, mesleklerin, hatta kimi kültürlerde dillerin, erkeklere hangilerinin kadınlara ait olduğu katı bir şekilde sınırlandırılır. İnsanın yeryüzündeki var oluş serüvenini en iyi taşıyan mecra olan müzik, elbette bu cinsiyetlenmiş ayrışmanın dışında değildir; hatta tam tersine, cinsiyetli ayrışmanın, simgesel gücünü aldığı dayanaklardan birini oluşturur.
Müziğin ataerkil düzen içinde üretiliş ve yeniden üretiliş koşulları, kadın cinsiyetini kategorik olarak belli alanlara doğru yönlendirir; diğer belli bazılarından da özenle uzak tutar. Cinsiyet-temelli iş bölümü, hayatın her alanında olduğu gibi müzikte de içselleştirilmiş anlam ve eylem şemaları sayesinde mümkün olur. Ses sistemlerinin kuruluş mantığından ezgi yapılarındaki güçlü-güçsüz ilişkisine, çalgı icracılığındaki katı ancak görünmez kurallardan bestecilik pratiğinin mutlak eril bir niteliğe sahip olması gibi birçok boyutta cinsiyetli bir dünya tasavvurunun izleri görülebilir. Bu iş bölümünde, kuşkusuz daha az önemli olan rol ve işlevleri üstlenmek, kendisine atfedilmiş doğal özelliklerle uyumlu bir sanat icracılığı yolunu benimsemek, erkek bakışının nesnesi olan bir cezbetme stratejisinin odağında konumlanmak gibi eylem kiplerinin dışında, bir müzikal kadın var oluşu tercih edilmez. İşte o nedenle kadınlar, eğer icracı olacaklarsa, aile çevresinden müzik eğitimi kurumlarına kadar her aşamada, ancak belli çalgılara veya ses icrasına yönlendirilirler. Kadınların müzikal toplumsallaşması bu dar cinsiyetçi koridordan geçerken, özellikle, bir tasarım, yaratım, tez ortaya koyma, dönüştürücü ve sorgulayıcı bir eylem içeren alanlardan uzak durulması telkin edilir. Bu alanların başında elbette müzik dilini kuran ve yenilik getirme iddiasını barındıran bestecilik zanaatı gelir.
Alma Mahler
Besteci, farklı doğa unsurlarını (sesler, tınılar ve onların bileşimlerini) insan iradesiyle buluşturan bir mimari iş yapar; bunun kendisi başlı başına, tekil insanın kendi var oluşunu aklının düşünsel gücüyle sorgulaması anlamına gelir; tehditkârdır; zira doğaya meydan okur. Bundan öte, besteci, inşa ettiği mimariyle toplum düzenine meydan okur. Böyle bir kudret ve iradenin kadınlara emanet edilmesi, ataerkil müesses nizamda bir kâbustur! O nedenle kadınlar tarih boyunca özellikle bestecilik pratiğinden uzak tutulmuşlardır. Her şeye karşın beste yapmakta ısrar edebilmiş kadınlara ataerkil ideoloji, en sinsi tuzağını hazırlar: Adlarını siler! Adı yaşayanların ise eserlerini yok eder. Varlığından haberdar olduğumuz kadın bestecilerin ya eserleri kayıptır ya adları. Örneğin ‘Ioannis Kladis’in Kızı’ olarak kayıtlara geçen kadın bestecinin kim olduğunu, bir eseri dışında başka hangi eserleri bestelediğini veya Reftar Kalfa’nın gerçekten var olmuş bir kişi olup olmadığını bilemiyoruz. Bütün bu ataerkil engelleri aşıp adı ve eserleriyle var olabilen az sayıda kadın besteciyse, müzik tarihi yazıcıları tarafından sistemli bir şekilde önemsizleştirmiştir.
Gustav Mahler
Alma Mahler’in bestelerindeki ton zorlayan ezgi kuruluşları, kendisine müzik yapmayı yasaklayıp ondan evinin kadını olmasını talep eden Gustav Mahler’in dev boyutlu senfonilerindekilerden daha yenilikçi ve sorgulayıcıdır. Ancak egemen müzik tarihçiliği ve eleştirmenliği, bu savın telaffuz edilebilmesini bile olanaksız kılacak ataerkil bir söylem alanı olarak örgütlenir.
Kadının müzikte var olması, beste yapması, çalgısı ve sesiyle bir iddia ortaya koyması, hele bunların hepsini birden yapması, ataerkil düzen için büyük bir tehdit oluşturur. İşte bu nedenle, kadın özgürleşimi mücadelesinin temel taşı niteliğindeki simgesel alan müzikten başkası değildir.
Diğer yandan, müzik yapmak temelde ses çıkarmaktır. İfade Türkçe’de yeterince güçlü tınlamamaktadır; zira Latince’de iki ayrı kavramla (sonus – vox) karşılanan bir farklılık Türkçe’de yalnızca ses sözcüğünde görünmezleşmektedir. Oysa vox (voix, voce, voice…) öncelikle insan sesi anlamına gelir. Ancak bundan öte, vox, sesini çıkarmak, irade göstermek, iradesini beyan etmek, hak aramak anlamlarına da gelir. Nitekim seçimlerde sandığa atılan oy da vox’tur. Kadınlar müzik yaparak yalnızca fizyolojik anlamda ses çıkarmış olmazlar, ses yükseltir, kendilerini özgün bir varlık birimi olarak ifade ederler; özgürleşirler. Enformasyon çağında, teknolojinin yadsınmaz katkısıyla, emek kavramının doğası değişmekte, cinsiyetler arasındaki katı çizgiler silinmektedir. Böyle bir çağda kadınların, erkek tekelindeki, meslek, uğraş, etkinlik ve var oluş biçimlerinde, üstelik erkeklerden daha başarılı olmaya mecbur olarak, özgürleşmeleri, kaçınılmaz bir tarihsel süreç olarak görünüyor. Ancak bu yol çetrefilli ve engellerle doludur; ilerlemek için yalnızca saptamalar yapmak yetmez; müdahale edici bir tutum benimsemek gerekir. Bilimsel çalışmalarını toplumsal sorunlara müdahale etmeye yöneltmiş önemli bir girişim sahibi olan Özlem Doğuş Varlı’nın öncülük ettiği Kadınlar Dünyayı Çalıyor/Söylüyor projesi bu anlamda, Türkiye’de özgün bir girişim olarak kadın özgürleşimine önemli bir katkı sunuyor.
Etnomüzikolog Prof. Dr. Özlem Doğuş Varlı, birçok bilim insanının hissettiği toplumsal sorumluluğu, somut eylemlerle doğrudan olumlu sonuç verecek bir projeye dönüştürmüş. Bilindiği gibi, sosyal bilimlerin birçok alanı gibi, müzikoloji, özellikle etnomüzikoloji, saha verilerinden beslenmeyi gerektirir. Sahadan veri derlemek, bunları tasnif etmek, kavramsal tartışmalar yürütmek, bilimsel yayınlar yapmak her ciddi bilim insanının doğal yönelimidir. Ancak pek azı bu araştırma verilerinden, toplumsal gerçekliğe ilişkin saptamalardan, sorunlara çözüm getirmeyi amaçlayan projeler üretir. Kuşkusuz böyle bir toplumsal alana müdahale biçimi, her disiplin için aynı oranda geçerli olmayabilir; ancak etnomüzikoloji; araştırma, bulgu, kuram ve sorun çözme aşamalarını bir araya getirmeye son derece uygun bir alandır.
Uludağ Üniversitesi Türk Müziği Konservatuarı öğretim üyesi olan Özlem Doğuş Varlı, akademik ve sanatsal alanda değerli eserler veren bir düşün insanıdır. Akademik kariyeri boyunca, etnomüzikoloji çalışmalarında kadın sorunsalını daima öncelemiş, kadın ve müzik ilişkisi üzerine düşünmüş ve yazmıştır. Özlem Doğuş Varlı’nın yüksek lisans ve doktora çalışmaları, ayrıca bilimsel yayınlarının önemli bir kısmı müzik ve kadın ilişkisine odaklanmıştır. Bir bilim insanının, araştırmalar yapması elbette ondan beklenen en doğal etkinliktir; ancak iyi bilim insanı, yalnızca tek tek araştırmalarıyla değil, bunlara epistemolojik temel oluşturan genel bir sorunsala sahip olup olmamakla, bunun için gereken genel bir dünya görüşüne sahip olmasıyla belli olur. Özlem Doğuş Varlı, bu tanıma uygun olarak, yaptığı bütün araştırmalarda toplumsal cinsiyet olgusunu, kadın ve müzik ilişkisini sorgulamayı düstur edinmiş. Bu temel sorunsal, onu, bilimsel üretiminin belli brikime ulaştığı aşamada, varlığını saptadığı toplumsal sorunlara çözüm üretme arayışına sevk etmiş. İşte, Kadınlar Dünyayı Çalıyor/Söylüyor projesi bu anlayışla kurgulanmış. Proje, yalnızca kadın sanatçıları bir araya getiren bir albüm yayınlamayı hedeflemiyor; aynı zamanda, sanat figürü kadınları, onlar gibi olmak isteyen, ancak bunun için yeterli cesareti bulamayan, ataerkil ideolojinin içselleştirilmiş engellerini aşamayan genç kadınlara esin kaynağı oluşturmayı hedefliyor. Projenin parçası olmanın en önemli koşulu bir kadın çalgı icracısı olmak. Özellikle bazı çalgılarda kadın varlığı çok düşük düzeyde seyrettiğinden, çalgı çalan, hatta aynı zamanda şarkı okuyan ve beste yapan kadın sanatçıları bir araya getiren bu proje, rol modeller sunması açısından özel bir işlev yüklenmiş. Özlem Doğuş Varlı, özellikle bu rol model sunma görevini derinden hissederek projeyi 2021 yılında hayata geçirmiş. Bu şekilde bir araya gelen otuz altı kadın sanatçı, üç ayrı albümde, farklı tür ve üslûplardaki sanatlarını icra ederek, hem özerk bir kadın dilinin arayışına girişmiş hem bir araya gelişleri yeni bir dayanışma biçiminin çekirdeğini oluşturmuş. Üstelik proje albüm kaydıyla sınırlı kalmayıp konserlere dönüşmüş. En önemlisi ise, albüm gelirleri, bir burs havuzu oluşturuyor; yeteneği olup maddi olanakları kısıtlı kadın öğrencilere destek sağlıyor. Böylece hem sanatta rol model inşa ediyor hem bundan esinlenecek gençlere yola çıkmak için manevi olduğu kadar maddi destek de veriyor. Kadınlar Dünyayı Çalıyor/Söylüyor projesi, üç albümlük bir hacme ulaşmış. Her bir icradaki ustalık ve zarafetin yanı sıra, albümlerin grafik tasarımında ve adlarında (1. Menekşe, 2 Lavanta, 3. Leylak), gündelik hayattan git gide silinen bir incelik seziliyor. Kadınlar Dünyayı Çalıyor/Söylüyor projesi bir kez yapılıp biten ve ticari yönelimli bir albüm değil; kalıcı ve sürekli olmayı bir çeşit sistem (“El Sistema”) hâline getirmeyi hedefliyor. Türkiye’nin bu, en çok kadınları ezen, baskı ve çölleşme ortamında saygı duyulası bir girişim…
Özlem Doğuş Varlı, İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Konservatuarı kökenli müzikologların, müziğe düşünsel bir derinlik katmayı hedefleyen bir oluşumu olan Türk Müziği Akademik Çevresi’nin (TUMAC) düzenlediği Bilim-Sanat Etkinlikleri’nin 24’üncüsü kapsamında 29 Ocak akşamı bir YouTube yayınında, Kadınlar Dünyayı Çalıyor/Söylüyor projesinin ayrıntılarını anlattı. Bizler de bu çok boyutlu ve Türkiye’nin akademik ortamında nadiren gördüğümüz bu özel projenin varlığından gurur duyduk.
https://www.youtube.com/watch?v=_oH0UOxrOZM
Ataerkil düzenin kökleri çok derinlere gittiği için, doğallaşmış ideolojisi de o ölçüde yaygınlaşmıştır. Kadınların özgürleşim mücadelesi o nedenle hem birçok zorluğa göğüs germeyi hem çok boyutlu bir girişimciliği gerektirir. Ataerkil ideoloji, aslında gerçekliğin tersine çevrilmesine dayalı bir söylemdir.
Kadınlar dünyayı çalıp söylemekle yetinmezler; dünyayı zaten kadınlar çalar, söyler. Kadın uygarlaştırır.
ALİ ERGUR
1 Şubat 2022, Denizli