COVID-19 kapanması dünyamızı her anlamda değiştirdi. Bildiğimiz kurallar, normlar, eylem mantığı, toplumsallaşma biçimleri, hattâ değerler ve duyguların doğası bile önemli oranda değişti. Bu edinilmiş toplumsal kerterizler tamamen yok olmadılar; ancak çok âni ve beklenmedik bir şekilde askıya alındılar. Pandemi-sonrası çağda bu toplumsal donanımımızın olduğu gibi geri gelip gelmeyeceğini bilemiyoruz. Doğrusu belki birçoğu geri gelmese çok isabetli olur. Yeni küresele kapitalizmin zihinlerimize kazıdığı değerlere ve ilişkilenme biçimlerine hiç gereksinimimiz yok; zira bize yalıtılmış ve yalnız kalmamızı, başkalarını düşman olarak görmemizi, ölümcül bir rekabet düzeninin parçası olmamızı, doğayı gözü dönmüş bir ‘hân-ı iştihâyla’ tüketmemizi tahrik eden değer ve eylem kalıplarını, bedenimize yapışmış zehirli bir deri katmanını sıyırır gibi soyup atmamız gerekiyor. Üstelik bu bizi kendi içimize kapayan hesaplaşmayı, ironik bir şekilde, topluca içeriye kapanarak yapıyoruz.
Pandemiden çıkışta epeyce hasarlanmış bir sosyal ve ekonomik doku bizi bekliyor. Bazıları bu süreci, sanki bir film oynarken birisi pause düğmesine basmış, biraz sonra tekrar play’e basacakmış, dolayısıyla her şey olduğu gibi donduğu andan başlayarak devam edecekmiş gibi düşünebilir. Ancak öyle olmayacak! Pandemi, ardında büyük yıkımlar bırakarak giden bir hortumun etkisini yaparak sönümlenecek. Küreselleşmenin birçok olumsuzluğuna mâruz kalmamızın yanı sıra birçok nimetinden de yararlandık. COVID-19, küreselleşmenin hem olumsuz hem olumlu bir sonucudur; ortaya çıkışı, yayılımı, hızı ve zincirleme etkileri küreselleşmenin her şeyi ve herkesi birbirine bağımlı hâle getirmiş olmasının kaçınılmaz sonucudur. Diğer yandan pandemiyle mücadele de küreselleşmenin araçlarıyla donanarak mümkün olabilmektedir. Ancak bu süreçten en az olumsuz etkilenmek için ulusal ölçekte sağlam kalmak gerekiyor; bu ise bize üretmenin, kendine yeter olmanın ve krize borçlu yakalanmamanın ne kadar önemli olduğunu acı bir şekilde öğretti. Bu olağanüstü durum, bütün olumsuz ve yıkıcı sonuçlarının yanı sıra, bize kendimiz hakkında düşünme fırsatı verdi. Hız ve tüketme tutkusunun parçaladığı zamanın içinde kaybolma hâline bir son vermek için önemli bir dönüm noktasına geldik. Bu askıda kalma halinde kapanma, bir yandan dramatik sosyoekonomik sonuçlar doğuran ceza olurken, diğer yandan, en azından evde kalma lüksüne sahip olabilenler için, aynı zamanda dingin bir iç yolculuk hediyesi oldu. Elbette bunun farkına varabilenler için…
Kapanma hâli, ihmal ettiğimiz etkinliklere yoğunlaştığımız, okuyamadığımız kitapları okuduğumuz, düşünsel bir odaklanmaya girdiğimiz bir süreç oldu. Yalnızca daha çok kitap okumakla kalmadık; okuduğumuz kitapların derinliğine daha fazla dalabildik. Tüketim eksenindeki kitap okuma (belki yalnızca satın alma) eğilimleri, en çok vitrine yerleştirilen, farklı mecrâlarda reklâmı bolca yapılan çok-satar kitapları önemsediği için, birçok değerli kitap, böyle bir perdeleme etkisi altında gözden yitip gidebiliyor. Bunlardan, kapanma günlerimize ışık olan birkaçını ele almak yerinde olacaktır.
CİNSİYETÇİ İKİYÜZLÜLÜK
Ayşegül Yaraman’ın Ağustos 2020’de yayınlanan kitabı Cinsiyetçi İkiyüzlülük (Bağlam Yayınları), kadın araştırmaları alanında kendine özgü üslûp ve iddialarıyla özgün bir yer işgal ediyor. Hattâ bu kitabı daha ziyade cinsiyet araştırmaları başlığı altında tanımlamak doğru olacaktır; zira Yaraman, öncelikli olarak kadınlık deneyiminden yola çıkan bir çözümleme yapsa da bu tür çalışmaların düşünsel zemininin daha derinine inip konuyu bir cinsiyet sorunu olarak ele alıyor. Ayşegül Yaraman, 1992’de yayınlanan ilk kitabı Elinin Hamuruyla Özgürlük’ten bu yana Türkiye’de kadın hakları mücadelesinin tarihini (bu alanda bir ilk olan bu eserle) Halide Edip Adıvar figürü ekseninde anlatmıştı. Yaraman’ın diğer kitaplarında da kadınların siyasi temsili ve kadınlık durumuna dair çeşitli araştırmaların sonuçlarını okuma olanağı bulmuştuk. Cinsiyetçi İkiyüzlülük’te ise, bütün bu düşünümünün ötesine geçerek, ataerkil ideolojinin görünüm ve araçları kadar, kadın araştırmaları alanına hâkim önkabulleri de köktenci bir şekilde sorguluyor. Kitabın çıkış noktasının, kadınlık deneyimi ve araştırmalarına esas olan şekilde, öznel bir yerden hareket ettiğini belirtmeliyiz. Aslında her sosyal bilimci (hattâ her bilim insanı) araştırma konusuna yöneliminde öznel bir deneyimden yola çıktığında, çok daha coşkuyla çalışacağı bir araştırma pratiğine ulaşabilir. Böyle bir öznellik-çıkışlı bilimsel üretimin temel koşulu, orada kalmamaktır; öznel deneyim ya da gözlem, bilimsel araştırmaya teşvik edici olmalı, ama bizi duygular, önyargılar, basmakalıp düşünceler ve nihayetinde a priori çıkarsamaları bilimsel bilgi sanma yanılsamasına götürmemelidir. Coşkunun ateşleyiciliği, bilimsel dile sinebilen mekanik anlatım ve yüzeysel çıkarsamaları aşmak için önemli bir itki sağlar. Günümüzde yaygınlıkla olduğu gibi, bilimsel üretimi bir zorunluluk, puan toplama yarışı, en kısa sürede unvan kapma parkuru gibi tasavvur etmenin ne denli sığ bir üretime yol açtığını her gün akademik çevremizde gözlemliyoruz.
Ayşegül Yaraman’ın çalışması, öznellikten yola çıkmanın önemi düşünüldüğünde, sosyal bilim yöntemi açısından da dikkat çekici nitelik arz ediyor. Yaraman, bu kitabına esas olan araştırma ve düşünümü kendi travma deneyiminden yola çıkarak kaleme almış. Yaşadığı şiddet olayının kendisi, ama daha ziyade onun ardından gelen hukuki sürecin içerdiği cinsiyetçi kalıplar böyle bir eser ortaya çıkarmasına neden olmuş. Ancak asıl yaralayıcı olan, tartışmasız bir şekilde ‘şiddet’ (fiziki ve simgesel) olan olayın ardından, kendini her türlü aktivizm, sol düşünce, feminizm, çevrecilik, muhalif kimlik, insan hakları savunuculuğu içinde tanımlayan, her fırsatta bu özelliğiyle kamuoyunda otorite figürü olarak beyanat veren, benzer davalarda bilirkişi konumunda olabilen, kuramsal düzeyde bolca iktidar, hükmetme, ataerkillik, biyo-politika, otorite, vb. kavramları içeren basmakalıp cümleler kuran kişilerin, fail kendi cemaatlerinden bir kişi olduğu zaman ne denli çelişkili davranabildiklerini görmektir. Bu özel olaydan yola çıkan Yaraman, buradan, öznelliğinin reklâmını yapma ucuzluğuna düşmeden (maalesef birçok ‘feminist’ etiketli çalışma bu özelliğe sahiptir), genel ve toplumbilimsel bir olguyu çözümleme yoluna giriyor. Kitabın başında kadın mücadelesinin ve feminist eleştirinin kazanımlarından görece kısa bir şekilde bahsediliyor. Ancak Yaraman, asıl sorunsalının kadın ve erkek ikiliğinin (“dikotomik cinsiyet kurgusu kısır döngüsü”) kendisi olduğunu, kadın mücadelesinin gerekli ama çoğu zaman bizi bir çıkmaza da götüren temel bir kavramsal zemin olduğunun altını çiziyor. Bu açıdan bakarak, kadına yönelik şiddetin yalnızca sarih ve kutuplaşmış bir şekilde tezahür etmediğini belirtiyor. Buna göre, toplum hayatına hâkim olan cinsiyetçi hegemonyaya içkin ataerkil araçların yalnızca baskıya, aşağılamaya, şiddete, kategorik bir ikinci sınıflaştırma politikasına bağlı olanlar olmadığına dair önemli bir uyarı yapıyor. Gündelik hayatın içinde, kadın mücadelesinin haklı kazanımları olan, ancak kadın aleyhine de işlev görebilen pratik ve değerlerin nasıl tuzak niteliğine bürünebileceğini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Ayşegül Yaraman, böylece düşmanca cinsiyetçilik karşısında konumlandığını düşündüğümüz yardımsever cinsiyetçiliğin de (pozitif ayrımcılık, kadını korumaya yönelik yaklaşımlar, vb.) dolaylı yoldan, genel ataerkil sistemini yeniden üretimini mümkün kılabildiğini iddia ediyor. Yaraman’ın bu keskin dilli eleştirisi (hegemonya bozan düşünceler çoğu zaman böyle olmak zorunda kalırlar), bütün bu gündelik hayatta gözlemlenen gizil cinsiyetçi davranış örüntülerinin çözümleneceği kertenin kadınların özgürleşimiyle son bulamayacağını, ikiyüzlü cinsiyetçiliğin de aşılması gerektiğini vurguluyor. Böyle bir köktenci dönüşüm ise bizatihi cinsiyet kavramının (isteyen toplumsal cinsiyet de diyebilir; ama burada asıl vurgulanması gereken gender’dan öte sex kavramıdır) kendisi olduğunun üzerinde duruyor. Gen araştırmaları bir yandan, heteronormatif düzenin (toplum, hukuk, ekonomi) içerdiği ayrımcılığın eleştirisi bir yandan bir dönüşüm getirirken, insanın özgürlüğüne giden yolda cinsiyetçi ikiyüzlülüğün ifşa edilmesi politik bir mücadele alanı açıyor. Ayşegül Yaraman’ın bu benzersiz kitabı, bu yolda önemli bir kilometre taşı olacak gibi görünüyor.
KİMSENİN GİDEMEDİĞİ YERE
Bir toplumun kültür dünyası elbette sürekli bir dönüşüm içindedir. Edebiyat, dille doğrudan bir ilişki kurduğu için, bu dönüşümün en önemli izdüşüm düzlemi olarak kabul edilebilir. Türkiye’nin 1980’lerden beri gelişen edebiyat estetiğinde kuşkusuz birbirinden farklı üslûp anlayışları varlık gösteriyorlar. Ancak genel anlamda, toplumsal gerçeklikten ziyade anlatmanın kendisinin daha fazla vurgulandığı bir edebi bağlama geçildiğini ifade etmek sanırız fazla iddialı olmayacaktır. Edebiyat dünyasına hâkim olan ve beğenileri şekillendiren bir diğer önemli etken ise yayıncılığın bir çok-satar ekonomisine indirgenmesidir. İletişim teknolojisi, parçalanmış zaman kullanımı, tüketim-odaklı bir var oluş, küresel finans kapitalizminin acımasız rekabetçi düzeni, ama aslında hepsinden öte, 1980’li yıllardan beri aşamalı olarak niteliği düşürülmüş bir Milli Eğitim düzeni, günümüzde geldiğimiz aşamada edebiyat üretimi (yazar, yayıncı, dağıtıcı, ödüller, vb.) ve talebini (okuyucu beklentileri, estetik anlayışı, vb.) doğrudan belirleyen etkenler olmuştur. Bununla birlikte hâkim edebiyat ölçülerinin dışında bir üretim hâlâ direnmektedir. Üstelik belki ondan daha cılız bir nitelikli edebiyat beklentisi içinde olan okur grubu da var. Kitap yayıncılığının artık bir piyasa tekeli oluşturma meselesine dönüştüğü günümüz ortamında, idealist diyebileceğimiz bir çizgide yayıncılığa devam etme azmini gösteren birçok küçük yayınevi, bütün zorluklara rağmen var kalmaya çalışıyor. Onlardan biri de, dümeninde naif bir mücadeleci ruha sahip Barış Kapukıran’ın bulunduğu, yayın hayatına yeni katılan Mantis Kitap’tır. Yayınevi, son aylarda gölgede kalmış, ancak hâkim edebiyat anlayışıyla her zaman uyumlu olmayan eserleri gün yüzüne çıkaran bir çizgi izliyor.
Mehmet Ali Çelikel’in Kimsenin Gidemediği Yere başlıklı kitabı da bunlardan biri. Kitap, Çelikel’in çeşitli zamanlarda yazmış olduğu, kimileri farklı mecrâlarda yayınlanmış öykülerinden oluşuyor. Mehmet Ali Çelikel anlatım bakımından duru, dile özenli, okuyucuyu mütevazı köşkünün kapısında karşılayan bir yazar. Ancak bu köşk, dışarıdan ne kadar sade, süssüz, ağır teşbihlerle döşenmemiş gibi görünse de, içine girdiğiniz andan itibaren sizi bazen gotik bir karanlığa, bazen ironik bir düzlüğe götürüyor. Karanlığın göründüğü kadar koyu, düzlüğün göründüğü kadar engelsiz olmadığını bize Çelikel’in edebiyat emeği gösteriyor. Çelikel’in kişileri, sıradan dünyanın vukuatsız gibi görünen figürleridir. Ancak metnin jeolojik katmanlarını keşfetmeye başladığınız zaman, bu figürlerin, bir gölge tiyatrosunun sahne gerisinde, zamanı geldiğinde çubuklarla ışığın önünde oynatılmak üzere duvardaki çivilere asılmış kalıp suretler olduğunu anlıyoruz. Yazar zamanın diyalektik akışını, ucu belki parçacıklar fiziğine kadar ulaşabilecek bir kuantum var oluşu, sanki yeryüzünde zaten var olan öykü örüntülerinin anlatılmasına vesile olmak için duvardaki hareketsizliklerinden gölge perdesine yansıyan figürlerin devinimini, karmaşık olmayan bir dille anlatıyor. Bununla birlikte, var oluşun, dünya dediğimiz (“Âzâde ser olurdum âsîb-i derd ü gamdan / Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı”, Ziya Paşa) fiziki düzleme yansımasının, görünenin ardında ve uç vermiş var olma biçimlerini de barındırdığını, bu usta işi anlatımın satır aralarından anlıyoruz. Bu açıdan bakıldığında, Mehmet Ali Çelikel’in, postmodern bir dile yakın olduğu düşünülebilir; oysa o, bu basit kestirme yolu reddeden bir yazar. Çelikel, olguların sıradanlaşmış dünyasını anlatırken görüngülerin bu gerçeklik düzleminin nasıl ayrılmaz bir parçası olduğunu da vurguluyor (“Yaprağının altında yaprak / Göründü görünecek ucu”, Melih Cevdet Anday). Ancak bu iç içeliğin sahnesini betimlerken ne anlatının kendine dönük kapalılığından tekrar estetiğine dayalı bir dil türetiyor, ne salt fantastik izlekler galerisinde kaybolmanın kendisini yücelten çıkışsız bir tükeniş söylemi kurguluyor. Öykülerdeki gizli metafiziğin varacağı yer, tüketim-odaklı küresel kapitalizmin hegemonyasıyla uyumlu bir eylemsizlik ideolojisi değil, okuyucunun gördüğü dünyaya başka bir gözle bakabilmesini sağlayan bir yenilenme tasavvurudur. Böylece Çelikel, postmodernizmin sinsi tuzaklarına düşmeden olgu-görüngü diyalektiğini sade bir dille anlatıyor; çağdaş ve toplumsal sorumluluk hisseden bir yazarın yapması gerektiği gibi. Aynı şekilde, Çelikel, gerçekliği salt öznelliğe indirgemeden, deneyimin çok katmanlılığı ve olguların yanı başındaki belirleyiciliğini ustaca vurguluyor. Bütün bunları postmodern kartonlardan oluşan bir dekordan kaçınarak yapmak ise asıl ustalığın kanıtı.
SÜMERCE VE TÜRKÇE, BİR ALTAY DİLİ TARTIŞMASI
Türkiye’de bazı konuların tartışılması akademik tabu olarak nitelendirebileceğimiz bir niteliğe bürünmüştür. Bazı konular, bazı çalışma alanları, ya bilim insanlarının yeterince önem vermemesinden ya belli güncel-siyasi bağlamların boğucu cenderesinde sıkışmaktan tam bir boşluk hâli olmakla aşırı söylemselleşmek arasında askıda kalırlar. Bu askıda kalma hâli, özünde şu veya bu yönde bir ideolojik içeriğe ister istemez sahiptir. Türkiye’de dil çalışmaları, özelde Türkoloji araştırmaları, çeşitli nedenlerle fazla ideolojikleşmiş izlekleri içermeye eğilimli olmalarından dolayı, ya birçok araştırmacı tarafından görmezden gelinirler ya siyasi hedefleri olan yetersiz akademik insanların polemik malzemesine dönüşürler. İkinci olasılık, o konuya hâkim siyasi yorumların tam tersi kutupta konumlananların ise bu alanın kendini toptan belli bir ideolojinin aracı gibi görmelerine yol açan tepkisel bir tutuma yol açar. Türkçe, Türklerle ilgili çalışmalar, Türk kültürünün geçmiş bağlantılarına ilişkin araştırma alanları hep bu şekilde bir kesim tarafından ideolojik olarak çerçevelenmiş addedilmiş, bu konular böylece liyakatsiz ve siyasi-güdümlü akademik figürlerin tekeline terk edilmiştir. Ancak garip bir şekilde, bu alanlar içinde üretilen ideolojik öncelikli tezlerin kendileri değil, bizatihi o alanın kendisi dışlanmıştır. Türkiye’de Türkoloji çalışmalarında bunun pek az istisnası vardır. İşte bu katılaşmış ve kalıp yargılarla tahkim edilmiş alan içinde dilbilimci Süleyman Eratalay’ın Sümerce ve Türkçe, Bir Altay Dili Tartışması (Arvana Yayınları) başlıklı kitabı, mevcut bütün ideolojik mevzileri dağıtabilecek güçte bir eser olarak yayınlandı.
Eratalay, Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki dil çalışmaları sırasında Sumer uygarlığıyla Türkler arasında bağlantı kurulmasına yönelik çabaların yarattığı önyargılarla boğuşmak için arenaya peşinen mağlup çıkan bir araştırmacı. Ancak kapsamlı ve sağlam savlarla desteklenmiş, incelikli dilbilimsel çözümlerle nesnel bir şekilde ortaya konmuş, çağdaş bilimsel yazının bütün kaynaklarından yararlanarak tartışılmış veriler üzerinden gerçekleştirdiği inceleme, konunun uzmanı olmayanların bile anlayabileceği şekilde anlatılmış görünüyor. Eratalay’ın başarısının temelinde basit ancak Türkiye’de uzun süredir unuttuğumuz bir olgu yatıyor: Somut verilerden yola çıkan, ideolojik sâiklere teslim olmayı reddeden, kalıp yargılara meydan okuyan ve en önemlisi, Avrupa-merkezliliğin gizil hegemonyasını sorgulama cesaret ve bilincine sahip bir bilim yapma pratiğine duyulan inanç. Süleyman Eratalay, bu tür çetrefilli konularda iddia sahibi olmak için gerekli araçların hepsiyle donanmış bir bilim insanı olduğunu hemen hissettiriyor. Eratalay, köken olarak Alman Dili ve Edebiyatı eğitimi almış, ardından Türk Dili ve Edebiyatı alanında lisans üstü çalışmaları yapmış, Sumerce’nin dilbilgisi konusunda derinleşmiş bir araştırmacıdır. Bu mesleki gelişme çizgisi dahi, onun belli bir düşünsel program dâhilinde ilerlediğinin kanıtı sayılabilir. Önce en temel Hint-Avrupa (bu adlandırmanın daha eski hâlinin Hint-Cermen olduğunu hatırlayalım!) dillerinden birinin eğitimini almış, ardından Türkçe dilbilgisi ve tarihi alanında yetkinleşmiş ve nihayet bir ölü dil olan Sumerce’ye ilgi göstermiş bir akademik kişiden bahsediyoruz. Dilbilimsel çalışmalar içinde Türkiye’de sık rastlamadığımız türden bir karşılaştırmalı yöntem benimseyen Eratalay, Sumerce ve Türkçe’nin bütün özelliklerini (sözcük dağarı, bütün boyutlarıyla yapısal özellikler, bağlamsal yapılanmalar, vb.) masaya yatırıp yan yana getiriyor. Eratalay’ın çalışması her iki yönde yapılan kestirmeci ve yüzeysel savlara karşı çıkıyor. Bir yandan bağlantıları yeterince tarihsel ve dilbilimsel kanıtlarla ortaya koyamadan ileri sürülen “Sumerler aslında Türk’tür” söylem formülünün indirgeyici şemalarından (böylece Türkiye tarihine özgü ideolojik bir kutuplaşmadan), diğer yandan, böyle bir bağlantıyı araştıran herkesi, kanıtsız-mesnetsiz olarak “milliyetçi hezeyanlar içinde” olmakla itham eden ithal-ikâmeci zihniyetlerin yine ideoloji-güdümlü kalıp-söylemlerinden ustaca kaçınarak, ayakları sağlam bir şekilde yere basan son derece özgün bir tez ortaya atıyor. Eratalay’ın filolojik katkılarının yanı sıra, meydan okuduğu daha temel bir düşünsel bağlam var: Mezopotamya ve Anadolu dillerine olan Avrupalı ilgisinin temelinde, aslında on dokuzuncu yüzyılda şekillenen bir uygarlık tasavvuru... Buna göre, üstün sanayi kapitalizminin temsilcisi yüksek Batı Avrupa’nın (kendini ayrıştırmak için ideolojik olarak inşa ettiği ‘Batı’ adlandırmasını bilinçli bir şekilde reddediyoruz!) düşünsel bütünleşmesi, kendisine bir tarih anlatısı kurgulamasıyla yakından ilgilidir. Buna göre Hint-Avrupa olarak tasnif edilen geniş diller ailesi, uygar Avrupa’nın düşünsel kökenini oluşturur. Bunlar içinde Elence, Latince gibi doğrudan köken olarak sahiplenilenler baş rolü oynarlar. Bunların yanı sıra zaman ve mekâna hükmeden bir şekilde Sanskrit’ten Arapça’ya, İbranca’dan Slav dillerine kadar geniş bir yelpazede çeşitli diller bu epeyce muğlak aileye dâhil edilir. Bunlar arasında örneğin Hitit diline gösterilen ilginin temelinde bu kültürün Anadolu havzasının zenginliğinin bir parçası olması değil, Avrupa’nın kökenini imleyen bir gösterge olması vardır. Sumerce ise, bütün filolojik çabalara karşın bu soykütüğüne dâhil edilememiştir; daha az ilgi görmesi, herhangi bir dil grubuyla bağının olmadığının ısrarla vurgulanması böyle bir ideolojik itkiyle yakından ilişkilidir. Eratalay ise, iki yüzyıldır iyi bir şekilde kurgulanan bu üstün uygarlık tezine bilimsel kanıtlarla karşı çıkıyor. Bununla da kalmayıp Sumerce’nin bir Altay dili olduğunu çok sayıda ve farklı tipte bilimsel kanıtla ortaya koyuyor. Kitabın Önsöz’ünü kaleme alan usta araştırmacı ve yazar Reha Bilge’nin bu yöndeki tespitleri özel önem arz ediyor. Her açıdan dikkate değer yoğun emek işi bu çalışmayı saygıyla selamlamak gerekiyor.
Kapanma günleri gölgede kalmış her şeyin keşfedilmesine de yol açtı. Pandemi-öncesi dünya tüketimi, büyük sermaye hâkimiyetini taçlandıran bir yazar-yayıncı-okur ilişkisini kalıba dökmüştü. Kapanma günlerindeki keşifler, aynı zamanda yeni bir okur bilinci için gereken öncelikleri bize hatırlatıyor.
Hayatın dönüştürücü gücü, sanıldığının aksine, büyük dalgalar hâlinde gelen olaylarda değil, göz ardı edilen, gölgede kalanların kıvrımlarındadır.
ALİ ERGUR
1 Mart 2021, Denizli