Sanat, eleştirel ve muhalif olduğu ölçüde değer kazanır; evcilleştiği ve siyasi iktidarın meşruiyet üreticisi bir apparatus hâline geldiği ölçüde de özünden uzaklaşır. Zaten bu yozlaşmış şeye ‘sanat’ denmez; sahibinin sesi hâline dönüşmüş kişiliksiz ve tarih-dışı bir sayıklamadan ibaret, muktedirlere methiye düzme etkinliği olarak sınıflandırılır. Sanatın eleştirel ve muhalif olma özelliği, onun var oluş koşullarına kazınmıştır; zira sanat, kültür üretiminin en özel nitelikleri haiz, en ileri keşif ögelerini barındıran, en sıradışı ve yenilikçi arayışları içeren üretim alanı olarak örgütlenir. Kültür ise, insanı insan yapan en temel etkinlik olarak nitelenebilir. İnsan doğanın bir parçası olmasına karşın, kendini ondan ayrıştırabilen tek canlı türüdür. Bu ayrıştırma becerisi, yeterince gelişmiş bir sinir sisteminin sonucunda ortaya çıkmıştır; zira bu denli gelişkin bir sinir sistemi, ‘bilinç’ adını verdiğimiz bir özelliğinin oluşmasına neden olmuştur. Bilinç, yalnızca içinde yaşadığı doğal çevrenin farkında olmak değildir; her şeyden önce, bir varlık olarak kendinin farkına varmaktır. Diğer bir deyişle, insan kendi varlığını, bir dış göz gibi dışarıdan görebilen; kendini, kendini düşünen bir varlık olarak fark edebilen özgül bir türdür. Bu nedenle, ilk fark ettiği acı gerçeklik karşısında direnme arzusunu barındırır: Ölüme karşı direnmenin yegâne yolu, doğayı dönüştürerek yeryüzünde eser bırakmaktır. İşte insan bu nedenle doğayı dönüştürür; gündelik hayatın en basit etkinliklerinden dilsel alış-verişlere, simge tasarlamadan alet ve nesne üretimine, sanayiye, her türlü maddî-manevî değişime kadar sayısız ürün ortaya koyar. Sanat, bu üretimlerin içinde en incelmiş, en yenilikçi, en estetikleştirici kültür etkinliği olarak tanımlanabilir. Böylece sanat, toplum hayatının sıradanlaşmış normatif düzenini (toplum ancak bu normatif düzen sayesinde kurulur) sürekli olarak sorgulayan, bu çerçevelenmiş normlar dünyasının hem yansıması hem dönüştürücüsü olma ikili özelliğini barındıran, özellikli bir etkinlik niteliğini kazanır. Sanat, gündelik hayat kurgusu içinde doğallaşıp içselleştirilmiş kuralların örgütleyip yönettiği kurumsallaşmış sıradanlıklar toplamı karşısında, bir çocuk hayretiyle “bu neden böyle?” diye sorma ayrıcalığını kullanır. Bu sorgulama da kültür üreticisi insan bilincinin kaçınılmaz bir sonucu olarak değerlendirilebilir. İşte bu nedenle sanat, doğası gereği eleştirel ve muhalif konumda olmak zorundadır.
Türkiye’nin kültür hayatı iniş-çıkışlara, sayısız çelişkilere ve estetik görünümlü çatışmalara sahne olmuştur. Kültürel nitelikli konular, hiçbir zaman salt estetik olgular değil, onları kendine paravan edinen siyasi projelerin izdüşümleri olarak işlev görmüştür. Döneme göre konusu ve temaları farklılaşsa da çatışma, özünde sanatın dönüştürücü gücünü savunanlar ile onu iktidarın bir meşrulaştırma aracı olarak evcilleştirmek isteyenler arasında cereyan eder. Bu ise temelde özgürlükten yana olma ya da baskıcı bir hükmetme politikasını tercih etme arasında ideolojik, onun da derininde felsefî bir ayrışmayı tesciller. Her siyasi iktidar, kültür alanını az ya da çok denetlenebilir kılmak ister; ancak bazıları, sistemli hatta nerdeyse genetik bir şekilde baskı, şiddet, otoriterlik, bi’at, güce tapınmayı öncelikli eylem kipi hâline getirmişlerdir. Bu tür siyasi iktidarlar, kültürün, insanlığın dönüştürücü ve kendini aşmaya yönelik bir ayrıcalık olma özelliğini kategorik olarak yadsırlar; tersine, onların gözünde kültür, tarihin belli bir ânında dondurulmuş, belli bir coğrafi alanda, belli bir ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel vb. topluluğun kurgusal tasavvuruyla özdeş, değişmez bir töz olarak ideolojik araca dönüşür. Böyle bir kültür anlayışı, bizatihi kültür kavramının doğasına aykırıdır; değişmeyi, geçişkenliği, çoğulculuğu, insan toplulukları arasındaki tarihsel bağlantıları, dolayısıyla insanın özgürlüğe eğilimli doğasını, insanlığın ancak sorgulayıcı bir akılla yücelebileceği gerçeğini reddeder. Bunun yerine tarihsel gerçeklikle ilgisi olmayan, ideolojik olarak stilize edilmiş, çoğunlukla farklı çağ ya da dönemlerden devşirilip bir araya getirilmiş, hamâset sosuna bolca bulanmış, türlü çelişkilerle mâlûl bir anlatı kurgular. Böyle bir kültür tanımını savunanlar hem gelişmeyi reddettikleri için gerici hem somut gerçekleri çarpıtarak kurgulamaya çalıştıkları için bilim-dışı ve safsatacıdırlar.
Otoriter rejimler, hangi ideolojik zarf içinde tezahür ederlerse etsinler, tarihin hayali bir an ya da dönemini yüceltme nesnesi hâline getirerek iktidarlarını sağlamlaştırmak isterler. Bu kapsamda vurgulamaya çalıştıkları kültür ögeleri, hiçbir zaman var olmamış bir tarihin, bugün yaşanmakta olan siyasi konjonktürün değişen durumlarına göre de mütasyonlar geçiren pragmatist bir politikanın söylem araçları olarak işlev görürler. Böyle bir zihniyetin indinde, kültür, değişmemeyi temel alan ve insanın özgürleşme arzusunu şiddetle bastırmaya yönelik muğlak bir söylem alanı hâlini alır. Bu söylem muğlaktır; çünkü ‘kültür’ mevhumunu, duruma göre anlam kazanan (ya da kazanamayan; etki gücünü bu belirsizlikten alan) sisli ve özünde olgusal çelişkilerle dolu bir ideolojik joker, politik eylemlilik bakımından bir çeşit koçbaşı, hatta silah olarak seferber edilebilir konuma taşır. Bu suretle, otoriter ve gerici siyasi iktidar, kırılgan varlığını korumak için her zaman gereksinim duyduğu düşmanları da kültür kavramının muğlak ve özcü tanımı üzerinden icat eder. Baskıcı ve kendine-atıflı siyasi iktidar, hükmü altında olan her bireyi, her grubu, her toplum kesimini gereğinde kolaylıkla şeytanileştirir. Dışlama, damgalama, saldırma, hakaret ve itham etme, bu şeytanileştirme ameliyesinin vazgeçilmez koşulları olarak tanımlanabilir. İktidarın ne kadar sıkışmış ve kendini güvencesiz hissettiğine bağlı olarak bir veya birden fazla kişi, grup, topluluk düşmanlaştırılabilir. İktidar zaten özünde kırılgan bir konumken, varlığı hep tarihin var olmamış biçimlerinin yüceltilmesine bağlı olan, geriye-atıflı siyasetin aktörleri, kendilerini sürekli olarak kırılgan ve kolay incinebilir olarak algılarlar. Oysa diğer yanda, güç ve şiddete tapınan söylemleri, tam tersi katılığa yaslanan bir kimlik inşa etmeyi arzular. Gerici siyaset, bu nedenle, diğer iktidar biçimlerinden daha fazla kırılgandır; zira, varlığını üzerine inşa ettiği söylem alanı ne tutarlı felsefî bir derinliğe iner ne hızla değişen bir topluma kurgu tarih, hamâsi milliyetçilik, araçsallaştırılmış din, gülünç demagoji dışında sunacak somut bir çözümü vardır. Ayrıca gerici siyaset, ancak tek yönlü bir söylem akışı içinde var olabilir; her türlü diyalog, tartışma, fikir karşılaşması, (Jürgen Habermas’ın deyişiyle) dilsel olmayan iletişim araçları olan para ve iktidar (“kaç paraysa veririz”, “sen benim kim olduğumu biliyor musun?”, “arkadaş bizim cemaattendir”, vb.), savların kanıtlarla ortaya konma gereğini özenle dışlar.
Otoriter siyaset daimî bir monologdur; en büyük, en mantıkdışı ve dayanaksız yalanları söylese, hatta kısa süre sonra bunların tam tersini aynı tek yönlü mecralarından iddia etse, geriye dönüşü olmayan bir iletişim tünelinin karşı-savı soğuran ortamında asla tartışmayan bir kendi kendine söyleşi üretir. İşte bu tek yönlü söylem içinde daima parmakla gösterilecek, şeytanileştirilecek, mahkûm edilecek kişi ve gruplara gereksinim vardır. Çağımızın en özgün ve üretken toplumbilimcilerinden biri olan Howard S. Becker, normların baskıcı bir sistem olarak çalışması için gerekli ögelerin başında, kendini kamu düzenini tesis etmekle yükümlü addeden ahlâk girişimcileri adını verdiği aktörlerden bahseder. Bunlar, birilerini ahlâksız, sapkın, norm-dışı olarak etiketleme konusunda kendilerini görevli sayarlar. Otoriter siyasi iktidarlar, işte bu ahlâk girişimcilerinin coşkulu damgalama etkinliklerinden beslenirler; hatta kendi aktörleri bizatihi en ateşli ahlâk girişimcileri hâline gelir. Baskı yerine özgürlüğü savunan sanatçılar bu nedenle en kolay hedef olurlar.
Ahlâk girişimcileri ya da bunların çeşitli türevleri, kendilerine muhafazakâr adını yakıştırarak iki önemli taktiği aynı anda yürütürler: (1) Sürekli olarak özgürlük taraftarlarının, normdan sapma cüreti gösterenlerin çeşitli söylem ve eylemlerinden rahatsız oluşlarını, ürettikleri ölçüsüz şiddet için meşruiyet zemini olarak kullanırlar. Muhafazakâr zihniyet, sonu gelmez bir hassasiyetler dizisine sahiptir. Böylece norm dayatıcılığı tekelini elinde bulundurmayı en doğal hak sayar. (2) Hiçbir bilimsel ve ahlâkî sorumluluk hissetmeden toplum adına konuşmaya kendilerini yetkili addederler. Örneğin hiçbir aklı başında ve araştırma emeği sahibi toplumbilimci, hele kamusal mecralarda, “toplumumuzun değer ve inançlarına uygun değil”, “halkımızın kutsal saydığı değerlere aykırı”, “bilindiği gibi halkımız muhafazakâr hassasiyetlere sahiptir”, “toplumun ar ve hayâ duygularını incitiyor” vb. toptancı ve kestirme yargılarda bulunma, bundan vahimi, büyük ve son derece heterojen bir insan topluluğunun kendinden menkul ahlâkçı sözcüsü olma hakkını kendinde görmez; muhafazakâr politikacı görür. Ayrıca bütün muhafazakârlıklar, iki diğer temel özelliğe sahiptir: (1) Daima kısa vadeli politika üretirler; (2) sonuçları neden olarak gösterirler (“bak, boşanmalar arttı; demek ki toplumsal sorunların sebebi buymuş!”, “ahlâk sükût etti; o yüzden akçenin ayarı bozuldu!”); muhafazakârlığın liberalizmle yakın akrabalığı da buradan kaynaklanır.
Muhafazakâr düşünce üretime değil, tepkiselliğe dayanır. Toplumsal değişmenin, siyasi çalkantı dönemlerinin merkezkaç etkisi, değişmeden yararlananlarla onun dışında kalanlar (her zaman ekonomik olarak değil; özellikle zihniyet olarak) arasında bir uçurum oluşturur. Değişen dünyanın dilini konuşma araçlarına sahip olamayanlar, zihniyet dünyasında yeni olan her şeye bu nedenle sistematik bir şekilde karşı çıkarlar. İşte bu savunu için en korunaklı mevzi kuşkusuz kurgusal tarih anlatısı, geçmişteki altın çağ tahayyülü ve sabit bir öz olarak tasavvur edilen, ama aynı ölçüde muğlak olan kültürden oluşturmuş söylem kalıplarıdır. İşte bu akıl yürütme güzergâhı, kendini muhafazakâr olarak tanımlamak isteyen, ancak özünde otoriter siyasi iktidar, kültürü, özellikle sanatı ehlileştirilmesi gereken bir araç olarak algılamak ister. Bu doğrultuda katı normatif direktifleri genel topluma dayatma hakkını kendinde bulur. Neyin sanat olduğu neyin olmadığı, sanatın hangi “örf ve âdet”lere uygun olması gerektiği, hangi “ar ve hayâ” hislerini incitmemekle yükümlü olduğu hep muhafazakâr ahlâk girişimcilerinin direktifleriyle belirlenmeye çalışılır. Sanata sorgulayıcı bir nitelik atfeden özgürlük savuncularıyla ona mutlak bir itaat konumu atfetmeye çalışan otoriterlik yanlıları arasındaki gerilim, aslında kültüre mutlak bir töz atfedip etmemekle ilgilidir. Kültürü zamanda donmuş kabul etmek, ister istemez doğru sanat-yozlaşmış sanat ayrımını tahrik eder. “Bizim öz mûsikimiz” (bu söylemin sahipleri, beğeni olarak, genellikle on dokuzuncu yüzyıl sonundan geriye pek gidemezler; on yedinci yüzyıl ikinci yarısına kadar saygı gösterirler; ama o dönem müziklerini dinlemeye pek tahammül edemezler), “halkımızın değerlerine uygun müzik”, “gençlerimizin zihinlerini bulandıran yoz müzik” gibi söylem kalıpları, kırmızı çizgilerle sınırlandırılmış mutlak töz anlamındaki kültür tasavvurundan beslenir.
Otoriter iktidar, kaynaklandığı tepkisellik ve yaralı ruh hâli (istersek kompleks de diyebiliriz) nedeniyle aynı zamanda yaşama (vios – βίος) sistemli olarak düşmandır. Otoriteye tapan muhafazakâr anlayış, bu nedenle kültürü sabit bir töz, eylemliliği de yaşamı yücelten değil ölümü kutsayan nekro-politika üzerinden kurar. Bunun sonucundan olarak, toplum hayatını (zoi – ζωή) sürekli olarak kendi dar kalıplarıyla tanzim etmek eğilimini gösterir. Hangi müziklerin makbul olduğunu dayatmanın yanı sıra, sakıncalı şarkıları, şarkı sözlerini, “gayrı-ahlâki” şarkıcıları, konserleri, şenlikleri baskılar ya da mümkünse toptan yasaklar. Mikail Bakhtin’in altını çizdiği, şenliğin o iktidar tehdit eden gücünden derin endişe duyar. Bütün bu baskılayıcı politikaların uygulanması, toplumun doğal özgürleşme eğiliminden duyulan derin bir korkuyu ifade eder. Otoriter siyaset, ancak şeytanileştirecek aykırıları gösterebildiği ölçüde kendine meşruiyet zemini kurar; zira onun var oluşu, üretimin ve emeğin olumlayıcı gücünden değil, ayak uyduramadığı bir hayatın yadsınması ve olumsuzlayıcı korkusundan kaynaklanır. Otoriterliğin başlıca besini olumsuzlamadır.
Otoriter iktidar sürekli olarak derin hassasiyetleri mazeret göstererek bir yandan tanınma ve hoşgörü talep eder, diğer yandan kendine benzemezlere (fizikî ve simgesel) şiddet uygulamayı en doğal hak varsayar. Hatta otoriter/muhafazakâr zihniyet, kendine hakaret anlamına geldiğini ileri süreceği vesilelerin ortaya çıkmasını dört gözle bekler; en olmayacak söylem ve eylemleri bu yönde yorumlar. Böylece demokrasi, ancak tek yönlü çalışan ve politik alan açmak için gerekli bir araçtan başka bir anlam ifade etmez (bir durakta binilip diğerinde inilen tramvay). Oysa demokrasi, bir ideoloji ya da cemaatin yalnızca kendi tanınmasını sağlamak için var olan asimetrik bir politik etkileşim biçimi değildir; çoğunluğun taleplerinin kayıtsız şartsız yerine getirildiği aritmetik bir olgu hiç değildir. Demokrasi, karşılıklı tanıma, farklılara karşın farklılıklarla birlikte yaşama iradesi, mutlak durumlardan ziyade dengeler ve uzlaşmalardan oluşan bir birlikte barış içinde yaşama ülküsüne ulaşmak için mücadele etme kararlılığıdır. Otoriter zihniyet bu çoğulculuğa asla tahammül edemez; sürekli hassasiyetlerini öne sürerek kendine anlayış, başkalarına kendi değerlerini dayatma hakkını, şiddeti tekelinde elinde tutarak savunur; bu talep alanını sürekli olarak genişletme eğilimindedir. Oysa demokrasinin gereksindiği hassasiyet, tam tersi yönde çalışandır; kendine dönük olmaktan ziyade ötekine yöneliktir; farklı var oluş biçimlerine tahammülün ahlâkî sorumluluğunu içerir.
Türkiye uzun bir süredir vahim bir kültür çölleşmesi yaşamaktadır. Temelde 24 Ocak/12 Eylül 1980 darbesinin uzak erimde, ama en derin olumsuz etkisi olan eğitim ve kültür alanındaki çöküş, son yirmi yılda hem ivme kazanmış hem daha kapsamlı bir nekro-politikayla birleşmiştir (“eser” kavramını betonla özdeşleştirmek buna dâhildir!). Muhafazakâr muktedirler, bu süreç boyunca özgün ve üretken bir kültür dünyası yaratamadıklarını itiraf ederken bile önlerindeki demokratik, çoğulcu, eleştirel sanatın rehberliğini kastetmiyorlardı. Tanımını kendilerinin de yapamadığı muhafazakâr sanat kavramı, her türlü kurulu düzenin sorgulanmasını değil, hayali bir geçmişin donmuş imgelerinin kutsanmasını önceler; bu ise sanat kavramının doğasına aykırıdır. Mimar Sinan’ın eşsiz eserleri kendi zamanında devrimci, yenilikçi, hatta eleştirelken, bugün onun kötü kopyalarını yapmaya çalışmak tarih-dışı bir yok oluş estetiğidir. Muhafazakârlar, özgürlükçü bir sanata gıpta etseler bile, çoğulcu, özgürlüğü önceleyen bir kültür anlayışına yakınlaşmaları, mustarip oldukları handiyse genetik hassasiyetler nedeniyle olanaksızdır. Muhafazakâr zihniyet, demokratik bir kültürün, özgürlükçü bir sanatın ortaya koyduğu uygarlık düzeyini arzulasa da onu biçimlendiren dar tasavvurlar, onu tepkiselliğin hakikat-ötesi olumsuzlamalarına savurur. İtaatkâr bir tek-tip gül hayal ederken, gül bahçesi kâbusu olur. Otoriter muhafazakâr zihniyet yalnızca bildiği dili konuşur: Gülünç derecede indirgenmiş bir geçmiş kutsaması ve ölçüsüzce saldırgan bir şiddet. Onulmaz dramı da buradadır zaten!
Her türlü otoriter iktidar, kutsadığı şiddette kendi yok oluşunu barındırır; artırdığı her şiddet gösterisi, kendini güvende hissetmek için uyguladığı her baskı, kaçınılmaz çöküşünü hızlandırmaktan başka bir sonuç vermez. Kendine özgü, üretken, olumlayıcı bir kültür dünyası kurmak ise yalnızca boş bir söylem parçası olarak uçuşur.
“Muhafazakâr sanat”; mükemmel bir oksimoron!
ALİ ERGUR
1 Eylül 2022, Denizli