Son on yıl içinde astronomi ve astrofizikte gözlemlenen gelişmeler, baş döndürücü bir hızla evrene ilişkin yeni bilgiler edinmemizi sağladı. Her geçen gün, yeni bir uzay cismi ya da oluşumu keşfedilmekte, gök cisimlerinin devinim bilgilerini açıklamaya yönelik ortaya atılmış kuramlar geçerliliklerini yitirmekte. Dünyanın toz, bulut, buhar engellerinin içinde geniş uzayı gözlemlemek çok kısıtlı bir girişim olarak kalıyor. O nedenle yeryüzündeki en güçlü ve verimli teleskoplar mümkün olan en temiz havaya sahip, kentleşmenin etkilerinden olabildiğince uzak yerlere kurulmuşlardır. Ancak ne denli büyütme gücüne sahip teleskoplar kullanırsak kullanalım, dünyanın doğal ve insan yapısı engellerini (ışık ve hava kirliliği) aşıp evrenin gizemlerine yeterince erişemeyiz.
Bu nedenle yeryüzünün bu perdeleyici etkilerinden kurtulmak için 1990 yılında dünya yörüngesine Hubble uzay teleskobu yerleştirilmiştir. Hubble’dan elde edilen görüntüler, yüzyılların gökyüzü bilgilerini devrimci biçimde değiştirmiştir. Sonraki yıllarda başka gözlem araçları ve Uluslararası Uzay İstasyonu yörüngeye oturtulmuş, bunların gözlemleri bildiğimiz evrenin sınırlarını tahmin edilemeyecek kadar genişletmiştir. Ayrıca uzaydaki nesne ve oluşumlar ayrıntılı bir şekilde gözlemlenip kayda geçirilmiştir.
Son olarak James Webb teleskobu uzak yörüngeye (dünyadan 1,5 milyon kilometre kadar uzağa) yerleştirilerek, mevcut gözlem olanakları alabildiğince genişletilmiştir. Bu olağanüstü araçlar sayesinde gözlemlenebilir evrenin çapı yüzyıl içinde 100.000 ışık yılından 93 milyar ışık yılına çıkmıştır. Diğer yandan Mars gezegenini keşfeden tekerlekli araçlar (son olarak Perseverance) her gün yeni buluntuları çarpıcı bir yüksek çözünürlük düzeyiyle dünyaya aktarmaktalar. Nihayet, insanlık, ilk kez dünyadakinden daha ince atmosfere sahip olan Mars gezegeninde bir çeşit dron olan Ingenuity helikopterini uçurma başarısını da gösterdi. Bütün bu çalışmalar, evren tasavvurumuzu hem maddi hem kavramsal anlamda kökten değiştirmektedir. Bununla birlikte, gerek dünya benzeri gezegenler keşfedilip bunların, ulaşılması mümkün olmayan mesafelerde konumlandığının (en yakın yıldıza bile gitmek ışık hızında yol alırsak 4,3 yılımızı alır), gerek Mars (hatta kısıtlı sayıda Venüs) yüzey keşiflerinin, bu gök cisimlerinde insan türünün yaşamını idame ettirmesinin çok zor olduğunun anlaşılması, bize bir kez daha dünya gezegeninin bir yedeği olmadığını hatırlatıyor. Yeryüzüne gerekli özeni göstermezsek sera gazı etkisiyle Venüs gibi bir cehenneme (450oC civarı!), kuraklıkla ise, kum, taş, kayadan ibaret Mars çölüne dönüşme olasılığımızın (Mars olmak!) hiç de yabana atılmaması gerekir. Bu keşifler, dünyada olan birçok yaşam ögesinin başka gezegenlerde mevcut olmadığını kanıtlıyor. Heyecanla kulak kabarttığımız Mars rüzgârı sesi gibi ses kaynakları, bu gök cisimlerinin her şeyden öte ne denli müziksiz yerler olduğunu gösteriyor; zira insan yoksa müzik de yoktur.
Çığır açan uzay çalışmaları kapsamındaki bir başka yenilik de gök cisimlerinin ışık dalga boylarının ses cinsinden karşılıklarının kaydedilmesidir. Böylece “evrenin müziği” başlığı altında çeşitli kayıtlar dolaşıma girmektedir. Burada özne-nesne ilişkisinin tersine çevrilip müziğin aslında doğada var olan ve insanın çabasıyla keşfedilen bir olgu olduğu varsayımı mevcuttur. Buna benzer başka birçok örnek, uzaya çıkmadan da gündelik hayattan verilebilir. Örneğin güzel öten bir kuşun çıkardığı sesin müzik olduğunu, hoş ezgiler şakıdığını sıklıkla ifade ederiz. Bir fabrikada çalışan makinelerin kendine özgün bir müziği olduğu, hatta karmaşık bir büyük kent ortamında trafik seslerinin müzik benzeri bir nitelik arz ettiği bile iddia edilebilir. Oysa bu doğal ya da doğa-dışı seslerin hiçbiri müzik değildir. Müzik, kendi varlığını anlamlandırma yetisine sahip tek canlı olan insanın keşfettiği değil, inşa ettiği bir ifade biçimidir. Doğanın sonsuz ses frekanslarından yalnızca birkaç konumu çekip almak, bunları doğada olmayan bir sistem içinde buluşturmak (ses sistemi), bir kez üzerinde uzlaşılmış ses sistemi üzerinden ise ezgiler kurgulamak, ancak dünya kurma becerisiyle mümkün olur. Dünya kurmak, doğada kendi halindeyken varlığına içkin bir anlam barındırmayan şeylerin, insanın anlam atfedici ve simgeleştirici bakışı sayesinde anlam taşıyıcısı nesnelere dönüşmesini sağlayan bir iradenin sonucunda mümkün olur. İnsan, var oluşuyla bir anlamlandırma sürecinin içinde yer alır; ancak her var oluş mutlaka dünya kurmak anlamına gelmez. İnsan, şeyleri nesnelere dönüştürürken, kendi ölümlü varlığını biricik ve kalıcı kılmaya yönelmiştir. Bu derin arzu, doğanın şeylerinden (örneğin sesler), ölümsüzlük arayışıyla anlam kazanan özgül nesneler üretir. Ancak nesneler, sanıldığı kadar nesnel değildirler; ancak bir öznenin gözünde nesneleşirler. Böylece şeylere anlam atfeden bir irade mevcut olmadığı sürece bilgi, eylem ve sanat olmaz; müzik, insan iradesinin anlam üretebilme becerisinin bir ürünü olduğu için ondan bağımsız var olamaz; hele doğada kendi başına hiç.
Eski Helen anlayışı, müziği, evrenin uyumu ve simetrisi içinde bir sanat dalı olarak kabul ederdi. Bu bakış açısına göre, müzik yalnızca kendine özgü kurallarla değil, onların da içinden türediği evren yasalarıyla uyumlu olarak biçimlenir. Diğer bir deyişle müzik, salt kendine özgü bir anlam üretmez; evrenin denge noktalarını yansılayan bir ses düzenidir. En iyi besteci, evrenin şeyleri arasındaki uyumu en iyi şekilde kodlayan sanatçıdır. Yenilik, icat, özgünlük gibi özelliklerin sanatın makbul nitelikleri hâline gelmesi, hareketliliğin ve farklılaşmanın ekonomik olarak kazanç vaat ettiği modern çağda söz konusu olmuştur. Böylece ilerleme, gelişme, birikerek çoğalma, yalnızca burjuva sınıfının ideolojisi değil, aynı zamanda sanatın da nitelik ölçütü konumuna gelmiştir. İlerlemeci anlayış, elbette sanayi kapitalizminin temel düşünsel yakıtı olarak işlev görür. Oysa antik felsefe, insan ile onu çevreleyen evren ögelerini bir bütün olarak görürdü. Ayrıca insanın diğer canlılar içindeki konumuna özel önem atfetmekle birlikte, ona, kendini doğanın efendisi sanmasını meşrulaştıracak denli büyük bir ayrıcalık tanımazdı. İnsan sonuçta bir başka zoon’du; tek farklılığı konuşma yetisine sahip olmasıydı (ζώον λόγoν έχον). Ancak bu yabana atılacak bir farklılık değildir; insan dil sayesinde düzen kurar; toplu hayatın temellerini inşa eder; ancak polis’te var olur. Hatta insan dilin içinde yaşayan bir canlıdır. İşte onun dünya kurma becerisi dil içinde yaşamasından kaynaklanır. Sözcükler varsa nesneler vardır.
Konuşmanın ötesinde, ona hem benzer hem onun gibi olmayan özel bir dil daha vardır: Müzik. Müziğin dille ilişkisi ilk bakışta doğrudan gibi görünebilir. Belli müzikal ifadelerin belli dilsel kalıplara karşılık geldiği izlenimini kolayca edinebiliriz. Oysa müzik, kendine özgü, başka hiçbir dile çevrilemeyen bir anlatım sistemidir. Kuşkusuz, müziği belli bir biçim ve estetik bağlamda kurgulayan dışsal, toplumsal-ekonomik koşullar dizisi vardır; müziğin sosyolojisini yapmak bu kodları çözümlemek anlamına gelir. Ancak müzik, aynı zamanda yalnızca kendi ifade araçlarıyla anlaşılabilecek, başka bir dilde formülleştirilemeyecek bir özsel nitelik de taşır. Bu açıdan bakıldığında müziğin kavramları yoktur; ancak dilde mevcut olan kategorileri çağrıştıran ses örgütlenmelerini mümkün kılar. Bununla birlikte, bu müzik birimlerine atfedilen anlamlar hem bireysel hem kolektif olarak inşa edilirler. Bu sayede bir müzik eserinin, ezgisinin, hatta ezgi çekirdeğinin hangi duyguya yakın olduğuna ilişkin yaygın bir kabuller bütünü meşruiyet kazanır. Oysa bir müzik ifadesine neden ‘hüzünlü’, ‘sevinçli’, ‘romantik’, ‘coşkulu’, vb. adlandırmalar yapıldığını, bu tanımlamaların, benzerlikler içerse de zaman ve kültür bağlamına göre bazen önemli denilebilecek farklılıklar arz ettiğini somut olarak açıklamak kolay değildir. Özetle müziğin dile benzeyen bir yanı olmakla birlikte, başka bir şekilde ifade edilemeyen bir ontolojisi de vardır. Bu ikili yapı, müziğin bir eksikliği değil, ayrıcalığıdır; zira müzik, bu ikilikler sayesinde (dil-dil olmayan / bireysel anlam–kolektif anlam), dildeki gibi kesin önermeler sunmaz. Müzik cümleleri (onlara ‘cümle’ adını vermemiz bile dil-merkezli düşüncenin ürünüdür), dilin cümlelerinden kökten bir şekilde ayrılırlar. Müzik ifade birimlerinin kavram kurma amacı yoktur; kavramsal çağrışımlar yaparlar; ancak bütünlüklü ve düşünümsel içeriği olan bir alan açmazlar. Müziğin akışkan ontolojisi, onun hem zayıflığı hem gücüdür; zira müziği plastik anlamda sabitlemek olanaksızken, bu sayede zaman ve mekâna sızması mümkün olur. Müzik sızan bir sanattır. Müziğin sızıcı özelliği, onun dönüştürücü potansiyelini harekete geçirir. Elbette her müzik, iktidarı (yalnızca siyasi değil, her tür iktidarı) dönüştürmez; onunla işbirliği yapanı da yaygınlıkla mevcuttur. Ancak müzik her zaman muktedirlerin çekindiği başlıca sanattır; muktedirler, ele avuca gelmeyen, zamana ve mekâna sızabilen her şeyden ölümüne korkarlar. Bu doğrultuda, müziğin, insana ilişkin her durumun doğal çelişkilerini barındırır. Dünya kuran insanın başlıca kılavuzunun müzik olması bu nedenle şaşırtıcı olmaz.
Dünya kurmak, bir yandan dilin içinde yaşamayı, onun kavramsal açılımları içinde anlam inşa etmeyi gerektirir, diğer yandan müziğin yalnızca duyularla erişilebilen öte-gerçekliğinden esinlenerek güçlenir. Müzik, bu özelliğiyle hem bireysel hem kolektif anlam katmanlarını kesip geçer. Böylece polis’i, toplum düzenini inşa eder. Eski Helenler, varlıkların birbirleriyle ilişkilerini bir ölçek meselesi olarak tasavvur etmişlerdir. Mikrodan makroya (insandan gök cisimlerine – mikros kozmos-makros kozmos) uzanan ölçekler dizisinde evren bir bütündür. Müzik, bu ölçek basamaklarını birbirinden ayırmak, katı kategoriler tanımlamak yerine, bunlar arasındaki bağlantıları kurar; hatta dilden çok daha etkili bir şekilde, sürekli olarak öznelikler arasında bağlantılar kurar. Zaten bu nedenle astronomi-matematik-felsefe-müzik birliği, çağlar boyunca bir bütünsel bilgi biçimi olarak görülmüştür. Doğayı ölçülebilir birimlere ayrıştırıp kategorilere bölen modern bilimsel bilgi rejimi, evreni anlamamızı kolaylaştıran birçok araç ve yöntemi üretmiştir; ancak bu zengin kazanımın maliyeti, aynı zamanda evrenin bütünselliği ilkesini göz ardı etmek olmuştur. Müziğin bağlantı kuran özsel niteliği, kapitalist düzende sınıf katmanlaşmasını pekiştiren, yalıtılmış uzmanlıkların izdüşümü olan bir türler piyasasına dönüşmüştür. Kapitalizmin küresel finans örgütlenmesine dönüşmesi, bu sanayi modernliği ayrışmalarını dönüştürmektedir. Küresel kültür akışkanlığı, kırmızıçizgilerle (bölgesel, kültürel, etnik, dinsel, ulusal, vb.) ayrışmış sabit aidiyet dairelerinin zıtlıkları üzerine kurulu özcü kültür anlayışını hızla dönüştürmektedir. Kültür artık bireyden bireye giden, sürekli dönüşen, dinamik, akışkan ve küresel ölçekte yapılanan bir özellik arz etmektedir. Bu bağlamda müzik, bir anlamda ilksel karakterini yeniden edinmektedir; müzik katı kategorileri tanımlamak ve onları birbirilerinden ayrıştırarak toplumsal katmanlaşmayı meşrulaştırmaktan ziyade, artık bağlantıları kuran, bir akışkan aşkınlık hâli içinde yayılan özellik arz etmektedir. Küresel enformasyon ağında sürekli olarak yeni müzik bileşimleri, melezleşmeleri, etkileşimleri olagelmektedir.
Böyle bakıldığında, bir anlamda çağımızın en önemli filozoflarından biri olan Michel Foucault’nun (1926-1984) episteme adını verdiği, toplumdaki farklı bilgi katmanları arasındaki bağlantı mantığını, günümüzde müziğin taşıdığını iddia etmek yanlış olmayacaktır. Küreselleşme, finans kapitalizmi, enformasyon toplumu olgularının, Foucault’cu anlamda bir epistemik kaymaya işaret ettiği düşünülebilir; zira eylem mantığı kadar bilgi rejiminin doğası da önemli değişikliklere uğramaktadır. Müzik, bu süreçte akışkan dünyanın bileşimsel doğasını yansıtan bir işlevi, kısmen de olsa kazanmaktadır. Müzik, mikrodan makroya bağlantılar kurarak evrenin ölçeklerinin arasındaki organik bütünlüğü bize yeniden hatırlatmaktadır. Enformasyon toplumunun birçok belirsizliği, olumsuzluğu, çıkmazı ve çelişkisi olduğundan rahatlıkla bahsedilebilir; tüketimin bir var oluş biçimi hâline gelmesine yaptığı trajik katkının altı rahatlıkla çizilebilir. Ancak, küresel kültürle birlikte, ayrışmalar, zıtlıklara, geçirgen olmayan kategorilere ayrışmış dünyanın sınırlarının bir ölçüde erimekte olduğu da belirtilmelidir. Müzik, bu büyük dönüşümde belirleyici ve yönlendirici bir rol oynamaktadır.
Uzay araştırmalarından genetik çalışmalarına uzanan ölçeklerde, bildiğimiz dünyanın sınırlarını değiştiren yeni bilgiler, sürekli olarak küresel enformasyon ağından akıyor. Akılları zorlayan evrensel boyutlar ve oluşumlar, dünyanın ne denli küçük bir yer olduğunu idrak etmemizi sağlıyor. Diğer yandan, uzaklıklar, devasa yıkıcı güçler (süpernovalar, kara delikler, kuasarlar, vb.), uç değerlere sahip vahşi gök cisimleri (metan okyanusları, sülfürik asit ya da cam yağmurları, ateşten kabuklar, vb.), dünyanın, en azından şimdilik, biricik bir yaşam kaynağı olduğunu bize hatırlatıyor. Sanki tüket-at nesnelerinden biriymiş gibi acımasızca sömürdüğümüz bu gezegen homo sapiens olmadan da var olmaya devam edecektir. Sorun, insanın bir var oluş kavşağında konumlanıyor olmasıdır. Bilimsel bulgulardan, hangi yönde dersler çıkaracağımız büyük arz ediyor.
Katı ayrışmalar yerine uyumlu bütünlüğü bize taşıyan en önemli mecra müziktir; zira onun doğası, bağlantıları kurmaya uygun bir akışkanlık üzerine kuruludur. Müzik, evreni anlamlandırmanın vazgeçilmez aracıdır. İnsan olmanın ayrıcalığını ancak müzik yaparak hissederiz; yasaklayarak değil.
ALİ ERGUR
1 Haziran 2022, Denizli
Yazarın Notu:
"Bu ay Sesin İzi köşesinin yüzüncü yazısı yayımlanmış oluyor. Kültür hayatı, yenileşme kadar istikrar da gerektirir. Bugüne kadar hem yeniliklere açık hem istikrarlı bir düşün ortamı sunan, nitelikli yayıncılıktan ödün vermeyen sayın Şefik Kahramankaptan'a, her yazımı titizlikle okuyup desteğini veren sevgili eşim Göksel Altınışık'a ve elbette ilgi, takdir, beğeni ve eleştirileriyle daha iyilerini yazmam için beni cesaretlendiren değerli okuyucularıma şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim."