Tarihin her döneminde siyasi iktidar sert ve otoriter hâle geldikçe, müzik, egemenlerin en öncelikli hedefine dönüşür. Bir anlamda müzik ile güç istenci karşıt uçlarda konumlanan olgulardır. Her türlü siyasi iktidar, müziği az ya da çok kontrol altına almaya çalışır; iktidarın otoriter niteliği belirginleştikçe, müziği kendi simgesel izdüşümü kılma arzusu da yoğunlaşır. Müzik böylece ikili bir karakter arz eder; bir yandan iktidarın simgesel temsil düzlemi olarak çalışması için yönlendirilen bir alan hâline gelir, diğer yandan toplumsal güçlerin iktidarın baskı aygıtlarına karşı direnişinin estetik mevzii niteliğini edinir. Muktedirlerin müziği sürekli denetim altına alma çabaları da aslında, onun bu direnişçi gizilgücünün tetikleyebileceği olası dönüşümlerin farkında olmalarından kaynaklanır. Müzik hiçbir zaman siyasi iktidarın yörüngesine girmez; öyleymiş gibi görünür. Belli ölçüde kurumsallaşmış, yapılanmış bir görünüm arz eden müzik tasavvuru ve pratiği, doğasındaki sınırlandırılamaz sorgulayıcılık sayesinde hep kendini yeniler. En önemlisi, müzik sessizlerin sesi olur. İşte muktedirlerin müzikten korkmalarının en önemli nedeni budur; zira müzik, birçoklarının zannettiği gibi, yalnızca bir ‘güzel seslerin uyumlu sunumu’ değildir; toplumsalın canlılığını üreten enerjinin kaynağıdır; toplumsalın kendisidir. Muktedirler daima toplumsalın gücünden korkarlar; müzikten korkmaları o nedenle şaşırtıcı değildir.
Müzik, toplumsalın bir dizi özelliğini barındırır. Bunların başında, kendi var oluş nedeni olan esin kaynağı olma niteliği gelir. Nitekim müzik adlandırması da bu esin kaynağı olarak işlev görmeyle doğrudan ilgilidir. Yunan mitolojisinde sanat bir esinlenme meselesi olarak tasavvur edilmekteydi. Doğadan esinlenip ondan onda olmayan eserler üretmek, insanı diğer türlerden ayıran başlıca özelliğidir. Eski Yunanlar’a göre bu esinlenmeyi insan zihninde tetikleyen, harekete geçiren periler vardı. Esin perileri ya da musa’lar (μούσα - μούσες) her bir sanat için ayrı bir karakter olarak tahayyül edilmişlerdi. Böylece müzik (musique) ya da musiki (μουσική) kavramı musa’lara ilişkin anlamına gelen bir ifade olarak kalıplaşmıştır. Burada esin perisi imgesiyle somutlaştırılan olgu, insanın doğayla ilişkisinin sosyolojik anlamını en şiirsel şekilde ifade etmekten başka bir şey değildir. Esin perisi ya da kısaca esinlenme, insanın, doğanın maddi ve manevi olgularıyla ilişkiye girmesi, onları aklı ve teknolojisiyle dönüştürmesi, doğanın şeylerinden öznel olarak anlam ifade eden nesneler üretmesi, nihayet bu öznel-simgesel ürünlerin, topluluk hayatında birikerek paylaşılan ortak değer, yapı ve etkileşim çerçevelerine dönüşmesiyle sonuçlanır. Böylece sanat, insanın hem doğanın parçası olduğunu hem ondan nasıl ayrıştığını kendine kanıtladığı (bir anlamda kozmik düzeni yaratan güce hem inanması hem ona meydan okuması) bir estetik iddia hâline gelir. Kuşkusuz bütün sanat dallarında bu iddia farklı ontolojilerle de olsa, kendini gösterir. Müzik, diğer sanat dallarından farklı olarak, yapısal-fiziki özelliklerinden kaynaklanarak, zamana ve mekâna denetlenemez şekilde sızma özelliğine sahiptir. Plastik sanatlarda, eserin somut ve kalıcı olma iddiasında olan bir varlığı söz konusudur. Oysa müzik, bir çeşit zaman politikası olarak işlev görür. Zamanın doğasına tâbi olarak hem sürekli vardır hem hiçbir anda sabitlenemez. Böylece müzik, kuramsal olarak ancak tek bir anda var olan, icra edildiği süreçte salt akıştan ibaret olan, somutla soyut arasındaki eşikte cisimleşen, bununla birlikte en bireysel ve öznel duygu dünyasından en toplumsal ölçekli anlam üretimine kadar sürekli her zaman her yerde mevcut olan bir varlıktır. Hâttâ bu özellikleri dikkate alındığında, müziğin, toplumsalın ruhu olduğunu iddia edebiliriz. Bunca eterimsi ve ele avuca gelmez doğasıyla, müzik elbette dizginlenemeyen, dönüştürücü, yerine göre yıkıcı bile olabilen bir enerji olarak, muktedirlerin en çok denetim altına almaya çalıştıkları estetik alandır. Müzikte, toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki asimetriye benzer bir nitelik vardır; kadının üretici gücü, fiziki üstünlüğe dayalı eril iktidarın en çok denetlemeye çalıştığı alandır. Somut olarak, kadın bedeni, doğurabildiği; üretimin simgesel yeri, dolayısıyla politik bir nitelik arz ettiği; her türlü dönüşümün öncülü olabildiği için, eril iktidar nezdinde en ciddi tehdittir. O nedenle, kadın bedeni her eril iktidar tarafından sıkı bir şekilde denetim altına alınmaya çalışılır. İktidarın otoriter niteliği arttıkça kadın bedeni üzerindeki tahakkümü de yoğunlaşır. Hâttâ ataerkil düzen, doğanın yasalarını tersine çevirerek kendine bir ilahi yasa kurgular (rahme düşen bütün ceninler dişidir; erkek olanlar bir süre sonra olmaları gereken şeye dönüşürler. Oysa ataerkil ideoloji bu olguyu çarpıtarak egemen ideolojiyi tesis eder). Kadın bedenine hükmetmeyi en temel siyasi araç edinen muktedirlerin müziğe de baskı uygulamaları o nedenle şaşırtıcı değildir; ikisinden de korkarlar!
Müzik, esin kaynağı olma özelliğiyle insanın iradesini işaret eder. İrade, insanı düşünümsel bir varlık hâline getiren ayırıcı özelliktir. İnsan, iradesi sayesinde kendi varlığı üzerine düşünür; ölümlülüğünün farkına varır; buna direnmek için doğayı dönüştürür; kalıcı eserler bırakmak için çabalar; böylece yaşadığı her anda, kendinde anlamı olmayan şeyleri, anlam taşıyıcısı nesnelere dönüştürür. Bu şekilde kültür adını verdiğimiz, insana özgü üretimler alanı ortaya çıkar. İnsan, doğayı dönüştürme etkinlikleriyle sürekli olarak simgeler üretir. Toplum hayatı, bir simgeler biriktirme süreci olarak da özetlenebilir. Uygarlık ise, simgeselleştirme etkinliklerinin kuşaktan kuşağa birikerek aktarılmasından başka bir şey değildir. Müzik, bütün bu sürece, toplum hayatının hem simgesel hem somut izdüşümü olarak eşlik eder; o nedenle müzik, daima müzikten fazla bir şeydir; politiktir.
Müziğin politik olması, onu hem dar anlamda (politika yapmak) hem geniş anlamda (polis’e, toplum düzenine ilişkin) toplumsal bir olgu kılar. Polis’i saran ve onun ruhu olarak ifade edebileceğimiz bir konumu kaplayan müzik, belli bir sosyo-ekonomik düzende kaynakların nasıl dağıtıldığını, bu mekanizmanın (üretim ilişkileri) nasıl kodlandığını anlamamıza yardımcı olur. Müziğin en teknik sayılan ögeleri (ses sistemi, ritim örüntüleri, frekans değerleri, tınısallık, çalgı düzeni, vb.) özünde politik olanın gizli kodları olarak işlev görürler. O nedenle, müzik, yalnızca hakkındaki ideolojik tasavvurlar üzerinden değil, teknik bileşenleri hakkındaki tartışmalarla da politik nitelik arz eder. Müzik, toplumsalın nasıl oluştuğunu, varlık nedeninin ne olduğunu, nasıl örgütlendiğini, üretim biçiminin nasıl inşa edildiğini ve bu süreçlerin nasıl simgeselleştirdiğini birebir şekilde yansıtır. Müzikteki bu simgesel düzen, muktedirlerin en büyük tedirginlik kaynağıdır; muktedirlerin nezdinde müziğin fiziki varlığı ve sonuçlarından daha fazla olmak üzere, simgesel içeriği daha yoğun olarak korku kaynağıdır. Sesi olmayan kitleler nezdinde bir umut ve çığlık olabildiği gibi…
Müzik, sürekli olarak toplumsal ortamda mevcut olduğu için toplum hayatıyla iç içedir. Bu konumuyla toplumsalın en derininden sesler derler; düzenler; kamusal alanın canlılığını sağlayacak şekilde bunları seferber eder. Bu özelliğiyle müzik, toplumsalın canlılığını taşır, dönüşüm gizilgücünü barındırır ve çoğaltır. Bu gerçekliğin farkına varmak sanatçıların bir ayrıcalığıdır. Bununla birlikte muktedirlere özgü iktidar hırsı, birçok başka donanımın yanında, müziğin bu toplumsal gücünü hissetme becerisini de içerir. Böylece müzik, toplumsalın canlılığını kodlayıp seferber etme gücüne sahip olarak, harekete geçmeye hazır eğilimleri uyarır; hızlandırır; sonunda muktedirlerin, zaten hiçbir zaman emin olamadıkları iktidarlarını sarsar. Bir toplumun şarkıları kadar dönüştürücü gücü yoktur.
Diğer yandan, müziğin bir başka temel işlevi daha vardır; müzik toplumsal imgelemi besler; zira toplum, aslında bireylerinin zihinlerinde simgesel, ideolojik, söylemsel olarak kurulmuş bir soyutlamadır. Bu tanım, toplumun, onun bireylerine dayatılan bir varlık olduğu anlamına gelmez; bir arada yaşamanın koşulu, o topluluk olma hâlinin bir bilince, oradan da bir soyut imgeye (tarihiyle, kültür simgeleriyle, vb. “biz” imgesi) dönüşmesidir. Böylece toplum hayatı, kendi kendini hem ekonomik hem düşünsel anlamda besleyen karmaşık bir ilişkiler sistemi olarak tezahür eder; kendini yeniden üretebilmesi için, kendi varlığını olumlayan bir söylemi sürekli ayakta tutması, bunun için de kültür kodlarıyla beslemesi gerekir. Müzik, bu besleme ve geri-besleme süreçlerinin hızlandırıcısı, taşıyıcısı ve yönlendiricisidir. Yine zaman ve mekâna sızan özelliği sayesinde, müzik toplumsalı bir deri gibi giyinir ya da onun görünmez itkisini açığa çıkarıcı etki yapar. Bu sayede müzik, toplumsal imgelemi sürekli olarak yeni uyaranlarla zenginleştirir. Toplum, bireylerin toplamı olmanın ötesinde bir anlam biriktirme sürecidir; müzik, bu sürecin tanığı, temsil düzlemi ve harekete geçiricisidir. Toplumsal imgelem, müzikle zenginleşip bir süreklilik olarak kendinin kuşaktan kuşağa aktarımını mümkün kılar. Toplumsal imgelemin müzikle beslenmesi, yalnızca bugüne ilişkin, güncel gerçekliği kuran bir olgu değildir; aynı zamanda geleceği hayal etme olanağını sunar. Toplum olmak, geleceği hayal edebilme ayrıcalığı anlamına gelir; bu ayrıcalık yok olduğu ya da görünmezleştiği zamanlarda toplumsal bağlar da çözülür. Müzik, ortak değer ve kodları yineleyerek, ortaklığın var oluş nedenini sürekli olarak hatırlatır; bu şekilde bir toplumsal yapıştırıcı rolünü de üstlenir. Bir toplumun dağılmasını ya da dayanışma örüntülerinin yıpratılmasını isteyen muktedirler, onun ortaklık zeminini parçalamaya yönelik politikalar benimserler. Sosyolojinin kurucu düşünürlerinden Georg Simmel, toplumsalın üç kişiden itibaren başladığını, üçüncünün dönüştürücü bir gücü olduğunu belirtiyordu. Farklı üçüncü kişi tipleri betimleyen Simmel’in en özgün kavramsallaştırması divide et imperia (böl ve yönet) adını verdiği bir stratejiyi işaret eder. Bir topluluğu yönetmenin en etkili ama aynı zamanda en sinsi yolu, onun bireylerini kutuplaştırmaktır. Müzik, bu yolda yine baş rolü oynayabilir. Siyasi iktidar, müziği kutuplaştırma aracı olarak kullanabilir. Ancak bu kullanım, şu veya bu müziğin şu veya bu topluluk tarafından kabulü, geri kalanların da dışlanması şeklinde tezahür etmeyebilir. Bizatihi müziğin kamusal varlığını sıkı bir şekilde tanzim etmek, ona farklı gruplar tarafından atfedilmiş anlamları da parçalar. Müziği salt eğlence aracı olarak görmek ve bu düşünceyi ideolojik bir saplantı hâlinde dayatmak, onun üzerinden politik bir mücadele yürütmenin en çarpıcı uygulamalarından biridir. Ne zaman nerede ne şekilde müzik icra edilebileceğini katı sınırlar içinde belirlemek, yalnızca toplumsal alanı kontrol etmenin bir yöntemi değildir; aynı zamanda, müziğin niteliğine müdahale ederek, neyin müzik, kimin müzisyen olduğuna, kimin müzik dinleme hakkı bulunduğuna ilişkin hüküm vermek demektir. Siyasi iktidarın güç istenci ve hükmetme stratejisi, ortaklığı parçalayıp kendini vazgeçilmez birleştirici ilan etme arayışının parçasıdır. Müziği böyle bir bölme ve yönetme politikasının nesnesi hâline getirmek, onda vücut bulan toplumsal imgelemi parçalamak anlamına gelir. Ortak imgelemi dağılmış bir topluluk ise mutlak bir şimdiki zamana sıkıştırılmış, hasbelkader yan yana duran bireylerden oluşur hâle gelir; böyle bir kopukluk, en başta kendi dönüştürücü gücüne yabancılaşır.
Müziğin toplum hayatında kapladığı alan ve anlam, bütün bu nedenlerden ötürü muktedirleri hep tedirgin eder; zira müzik bir yandan geçmişten birikerek geleni yeniden üretirken, yenilikçi bir gücü de şekillendirebilir. Hatta değişmiyor gibi görünen (kimilerinin ‘gelenek’ adını verdiği) birikimin kendisi bile tarihin uygun ânında devrimci bir güce dönüşebilir. Müzik toplumsalı birleştirip ortak değerleri hatırlatır; acıları ve sevinçleri kodlayıp adaletsizliğe başkaldırmayı meşru kılar. Muktedirler o yüzden müzikten daima derin bir korku duyarlar. Müzik bütün bir tarihselliğin yüküyle donanıp devrimci bir güce dönüşebilir. Sözün yetersiz kaldığı yerde müziğin büyüsü bayrağı devralır. Muktedirlerin kâbusu hâline gelebilir.
Müzik kadar müzisyenleri de denetim altına almak, siyasi iktidarın bir alâmeti sayılabilir; zira müzisyen, sesiyle, tınısıyla, tavrıyla toplumsal enerjinin dönüştürücülüğüne öncülük eder. O nedenle muktedirler müzisyenleri evcilleştirip kendi yavan söylemlerinin tekrar edicileri hâline getirmeye çalışırlar; kısmen başarılı da olurlar. Ancak müziğin derinden akan magması hiçbir kaba girmez. Müziğin baskılandığı dönemlerde müzisyenlerin hayata tutunma mücadeleleri de keskinleşir; zor zamanlarda canlarından bile geçebilirler. Müzik, bilinçten bilince akarak yaşamaya devam eder.
Müzik muktedirlere, hüküm altına almak istedikleri toplumsalın gücünü, imgelemini, tarihsel özneliğini sürekli olarak hatırlatır; ondan bunca korkmalarının nedeni budur. O yüzden müzik hiçbir zaman yalnızca ‘güzel seslerin uyumu’ değildir.
Müzik tarihin öznelerini uyandırır. Muktedirlerin kusurlarına bakar!
ALİ ERGUR
1 Temmuz 2021, Denizli