Yakın zamanda ardı sıra vuku bulan müzisyenlere yönelik cinayet ve saldırılar birer adlî olay olmanın ötesinde, bir zihniyet dünyasının özeti olarak tanımlanabilir. Kırk yıllık bir süreçte Türkiye’nin bir yandan kamucu piyasa politikalarıyla vahşi bir pazara dönüştürülmesi, diğer yandan küresel sermayenin yeni emperyalist stratejisine kolay yem olarak hem politik hem ideolojik anlamda evcilleştirilmesi, yalnızca ekonomik değil, daha derinde köklü bir kültürel dönüşüme yol açmıştır. Son yirmi yılda ise Türkiye çok belirgin bir şekilde genel bir kültür çölleşmesi yaşamaktadır. Dar bir politik çerçeveden bakanlar, 1980 yılını Türkiye tarihinde salt 12 Eylül askerî darbesinin kısa vadeli politik sonuçlarından ibaret, müdahalenin de bir avuç generalin otoriter inisiyatifi olarak tasavvur etmişlerdir. Oysa 1980 dönemecini iyi idrak edebilmek için olaylar zincirini hem zaman içindeki uzun vadeli sonuçlarıyla ortaya koymak hem Türkiye tarihiyle dünya konjonktürünün bu bağlamda bütünleşme modelini iyi konumlandırmak gerekir.
Türkiye tarihinin önemli tarihsel dönüm noktaları olmakla birlikte, bugün deneyimlemekte olduğumuz bir dizi yapısal sorunun kökeninde bizatihi 1980 dönemeci gelir. Türkiye’nin özellikle muhafazakâr çevrelerinde çoğunlukla olayların aralarındaki bağlantıları tersten kurmak gibi bir alışkanlık olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. O nedenle 12 Eylül 1980 darbesi olduğu için bugünkü ekonomik ve kültürel sorunlar ortaya çıkmamıştır; bugünkü toplumsal ortamın oluşması için 12 Eylül 1980 darbesi yapılmıştır. Bu durumu iyi temellendirmek için 1980 dönemecinin 12 Eylül’den daha önemli uğrağı olan 24 Ocak Kararları olgusunu aynı nedensellik ağı içine yerleştirmek gerekir. Böylece 12 Eylül darbesinin nasıl neoliberal zihniyetin bir parçası ve emek düşmanı bir plan, özelde ise Türkiye’yi Cumhuriyet ruhundan sıyıran emperyalist bir proje olduğu daha iyi anlaşılır. Peşi sıra gelen gerici saldırılar, üretmenin erdemi yerine tüketmenin hazzını yücelten işletme anlayışı, solun acımasızca biçilmesi sonucunda meydanı liberallere terk eden bir evcilleştirilmiş entelektüel ortamının yükselmesi, vatandaşın müşteriye dönüştürüldüğü bir kamusal alanın doğallaşması gibi bir dizi belirti, 1980 dönemecinin katmanlar hâlinde gelişen çok boyutlu bir dönüşüme yol açtığını gösterir. Bu dönüşüm, Türkiye’yi güç ve şiddetin yegâne yasa olduğu, bireyin vahşi bir piyasa karşısında tek başına kaldığı bir muharebe meydanı hâline getirdi. Gündelik sıradan şiddet, bu vahşi piyasanın çalışma mantığından ayrı düşünülemez.
Son yıllarda, çarpıcı ve toplumsal etkisi (çoğu zaman medyada çoğaltılması ve vurgulanması nedeniyle) öne çıkarılan asayiş olayları sonrasında, eğitimli kamuoyu önderlerinden bile “biz nasıl bir toplum olduk böyle?” yorumu duyulabilmektedir. Bu yaklaşım, istemeden de olsa, konuyu özünde ahlâkî bir mesele olarak tasavvur eder; ayrıca nostaljik bir boyut da içerir. Oysa yaşamakta olduğumuz şiddet sorunu, tüketime tapınan, kamusallığı tasfiye eden bir piyasacı zihniyetin metastazlaşması ve doğallaşması sonucunda ortaya çıkmıştır. Yakın zamanda art arda gelen müzisyen cinayetleri bu olgudan bağımsız değildir. Ankara Çayyolu’nda bir eğlence mekânında orkestrasıyla birlikte çalan gitarist Onur Şener’in, 1 Ekim 2022 tarihinde bir grubun kendisinden istediği bir parçayı çalmaması nedeniyle dövülerek öldürülmesi, en azından bir süre kamusal infial yaratmıştır. Bu cinayetin çok yankı yapmasının birkaç önemli nedeni vardır. Birincisi, kuşkusuz bir sanatçının hedef alınmış olması; ikincisi, ‘sudan sebep’ denilebilecek bir nedenle cinayet işlenmesi; üçüncüsü, Onur Şener’in kendisinden istenen şarkıyı bilmiyor olmasına rağmen öldürülmüş olması; son olarak kâtillerin devlet memuru, üstelik mühendis olmalarıdır. Ayrıca cinayet anlık öfke patlaması şeklinde işlenmemiştir. Kâtiller, maktule tuzak kurmak suretiyle, kırık şişelerle (cinayet aleti olarak yorumlanması tartışılmaz ve tesadüfen ele geçmiş olarak nitelenemeyecek araçlar) saldırıp vahşice öldürmüşlerdir. Bu hâliyle bakılınca, söz konusu cinayet, tekil bir asayiş olayı olmanın ötesinde simgesel bir anlam taşımaktadır. Cinayetin içerdiği farklı ögeler, son kırk yılın bir toplumsal özeti olarak yorumlanabilir; zira 1980 dönemeci, Türkiye’yi kısa vadede siyasi (solun biçilmesi, Türk-İslam sentezinin yükseltilmesi, gericiliğin yüceltilmesi, seçmenin seçeneksiz bırakılması (“başka kime oy vereceğiz?”), bayağılığın siyasî söyleme dönüşmesi, vb.), orta vadede ekonomik (tüketimin hâkim olduğu, ithalatın ulusal üretimin yerini aldığı, özelleştirmenin bir tasfiye politikasına dönüştüğü, kamu kurumlarının şirket mantığıyla yönetildiği vahşi ekonomik düzen) anlamda dönüştürmüştür. Ancak asıl derin darbe, 1980 dönemecinin uzun vadeli faturası olan eğitim ve kültür alanındaki tahribat olarak teşhis edilebilir. Böylece günümüzde yaşamakta olduğumuz kültür çölleşmesinin temelleri atılmıştır. Kırk yıllık bir süreçte, kurumlar, kavramlar, değerler yok edildiği gibi, fevkalâde sığ bir zihne sahip, dünya görüşü kısıtlı, bireysel şiddeti yegâne adalet biçimi olarak benimsemiş nobran, câhil (bütün câhiller gibi ukalâ), ilkel, zihinsel anlamda olduğu kadar fiziki olarak da kaba (büyük oranda erkek) bir insan tipi şekillenmiştir. Bu genel insan malzemesiyle hem oyun hamuru gibi şekle sokulan seçmen profili, hem en yüzeysel kalıp yargılarını kültür zanneden bir zihniyet elde edilmiştir. Her şeyin parayla satın alınabileceğini, her istediğini her istediği kişiye uygulatabileceğini, herkese emir verebileceğini sanan, bunun aksine bir davranışla karşılaştığı zaman kaba şiddetten başka lisan bilmeyen insan tipi, Türkiye nüfusunun önemli bir kısmını oluşturur hâle gelmiştir. O nedenle Onur Şener cinayeti ne münferit bir olay ne ihmal edilebilir bir semptom olarak değerlendirilebilir. Onur Şener vak’ası, kırk yıllık neoliberal saldırının kültür tahribatının yoğunlaşmış hâli, özütüdür; hem maktulün hem kâtilin kimliği ve temsil ettikleriyle.
Diğer yandan, Onur Şener cinayetinin tekil bir durum olmadığı, benzer türde başka olayların kısa zaman dilimi içinde gözlemlenmesinden de anlaşılabilir. Nitekim, 7 Ekim’de Antakya’da sokakta müzik yapan klarinetçi Yusuf Karagündüz’den bir parça çalmasını isteyen kişiler, sanatçı o eseri bilmediğini söyleyince, başında şişe kırıp ciddi şekilde yaralanmasına neden oldular. Bir başka olay Mudanya’da 23 Ekim’de meydana geldi. Bir eğlence yerinde piyanist-şantör Özkan Süslerer’den ikinci kez Çiftetelli çalmasını isteyen bir grup, sanatçının, isteği biraz sonra yerine getireceğini belirtmesine tepki gösterip kendisini darp etti. Kuşkusuz bu liste, sistemli bir arşiv taramasıyla çok uzatılabilir. Bunlar yalnızca çok yakın zamanda olan, biraz da Onur Şener cinayetinin etkisiyle duyulur hâle gelen olaylardır. Kuşkusuz basına yansımayan sayısız başka örnekler vardır. Sanatçılara yönelik şiddet olaylarının sözde gerekçesi olan istek parçasını bilmemek veya çalmamak, elbette suç fiilinin sahici nedeni değildir; açığa çıkmayı alesta bekleyen şiddet, kendine gösteri sahnesi bulmakta zorlanmaz. Ağır kompleksli taşra cehaleti, birdenbire para ve iktidar sahibi olunca, bütün zaaflarını şiddet diline tahvil ederek, Türkiye’nin zaten sayıca küçük bir azınlığını oluşturan sanat ve bilim insanlarına, eğitimli, nitelikli işgücüne, diğer bir deyişle sahici ilerici emekçilerine saldırmayı içgüdüsel bir patlama olarak gösteriye dönüştürüyor. Emeğe düşman piyasacı kamu politikalarının hâkimiyetindeki iktidar odaklarından nemâlanan asalak zümresinden beklenen en doğal davranış! Üstelik bu şiddeti yalnızca sanatçılara yönelmiş olarak düşünmek de eksik bir çözümleme olur; sağlık çalışanlarına yönelik, artık sıradanlaşmış, siyaset aktörlerinin (muhalefet dâhil) hiçbirinin samimi bir şekilde karşı çıkmadığı, muhaliflerin sessiz kaldığı, iktidarın sinsice teşvik ettiği şiddet, Colosseum’da köleleri aslanlara parçalatarak Roma’nın câhil plebleri nezdinde ilkel bir popülizm devşirmekten farklı değildir.
Onur Şener cinayeti, son yirmi yılı çiğ bir popülizmle damgalanmış kırk yıllık bir kültür tahribatı döneminin trajik ifadesi olarak tanımlanabilir. Kültür çölleşmesinin yalnızca sanat üretimindeki nitelik düşmesi anlamına gelmediğini, genel bir düşünsel çöküşün işareti olduğunu idrak etmemiz gerekiyor. Bir toplumun birleştirici ortak şarkıları (değerleri, normları, uzlaşmaları, coşkuları, ülküleri) yoksa, zihinsel bir dağılma süreci başlamış demektir. Bir ülkeyi kolay yutulabilir parçalara ayırmanın en kolay yolu (divide et imperia), ortaklığı kuran şarkılarını yok etmektir.
Türkiye’nin 1980 dönemecinden günümüze özeti: Beklenen Şarkı’dan Öldüren Şarkı’ya…