Kolay fotoğraf, alıntı şiir, basmakalıp müzik: Sanal gerçeklikte Halbbildung'un yeni biçimleri
Günümüzün iletişim-yoğun dünyasında sıklıkla ve yaygınlıkla yaptığımız temel bir yanlış var: Elektronik ilişkinin kurulduğu deneyim alanıyla biyolojik varlığımızın var olduğu düzlemleri birbirinden ayırt etmek için "sanal dünya - gerçek dünya" ikiliğini kullanıyoruz. Oysa bu ayrım tamamen yanlıştır. Etkileşimsel iletişim teknolojilerinin gündelik yaşama getirdiği yenilik çok kökten bir dönüşümü tetiklediğinden, bu yanlış bir ölçüde mâzur görülebilir; ama bu durum, onun yine de çok büyük bir yanlış olma konumunu değiştirmiyor. Zira git gide daha fazla oranda ve daha ikna edici araçlarla yaşam dünyalarımızı saran elektronik iletişim, 'bu dünya' olarak nitelemeyi tercih ettiğimiz bir gerçeklik düzlemine bir çeşit alternatif olarak algı çerçevemizi işgal ediyor. Bildiğimiz hiçbir benzer kavram, bu yeni gerçeklik sahnesini tam anlamıyla tanımlayamıyor. Siberuzay olarak da tanımlanan bu imge, söylem ve temsil üretimi alanına en yakın kavramlar 'hayal', 'rüya', 'kurmaca', 'yapıntı' olarak düşünülebilir. Ancak bu yeni grafik-yoğun temsil alanı, tam olarak bunlardan hiçbiri değildir. Keskin öngörüsüyle, daha 1980'lerin başında sanal gerçeklik olgusunu 'eşduyumsal sanrı' (consensual hallucination) olarak tanımlamış olan bilim-kurgu yazarı William Gibson, bir enformasyon ağı üzerinde ortaklaşa bir bilincin şekillenmesini, bu yeni deneyimin en temel özelliği olarak tarif ediyordu.1 Bu karmaşık, ancak aynı oranda cazip gerçeklik biçimini algılamakta güçlük çekmemiz anlaşılabilir; zira insanlık tarihinde ilk kez gerçeklik mefhumu ikiye bölünmüştür. Bununla birlikte, içine hızla çekildiğimiz sanallığı iyi idrak etmek zorundayız. Bize sunduğu sonsuz olanaklar kadar, kurduğu sinsi tuzaklara karşı da hazırlıklı olabilmemiz açısından bu yeni deneyimin sanal ve gerçek diye değil, fiziki gerçeklik ve sanal gerçeklik şeklinde ikiye bölündüğünü bilmemizde yarar var.
Gerçeklik, eğer mutlak ve bireyin dışında bir yerde konumlanan, handiyse metafizik bir varlık değil de çağdaş sosyolojinin bize gösterdiği gibi, toplumsal olarak inşa edilen bir olguysa, bugün hızla gelişmekte olan sanal alan da bir gerçekliktir; yalnızca bir başka gerçekliktir. Çağımız bireyinin sorunu, iki gerçeklik rejiminde birden ya da bunların arasında yaşamasıdır. Bu fizik ve sanal gerçeklik iç içe geçmesi, sıradan bireyin önünde sayısız özgürleşme ve ifade kanalının açılmasına yola açabildiği gibi, onun kendisini, görkemli bir narsisizm aynasında, sözün ve eylemin sorumluluğundan âzâde sahte kahraman maskesiyle görüp kendi imgesine âşık olmasına kolaylıkla yol açabilmektedir. Bu, sanal gerçeklikte kendilik imgesi çoğaltımı ise en rahatlıkla, erişimi en kolay ifade biçimleri olan fotoğraf merakı, şiir alıntılama ve popüler müziğin basmakalıp çerçevesini yeniden üretme pratiklerinde mümkün olabilmektedir.
Yanlış bir adlandırmayla 'sosyal medya' olarak anılan iletişim düzlemi, bireyler arası anlam alış-verişini mümkün kıldığı gibi, bireyin kendi imgesini çoğaltma, yükseltme, dönüştürme yollarını da açmaktadır. Etkileşimsel iletişim teknolojisinin bu özelliği, bir yandan bireyi özgürleştirici gücünü vurgularken, diğer yandan kendilik imgesinin sarmal bir süreç içinde büyümesine ve sanal cemaat nezdinde tanınırlık kazanmasına neden olmaktadır. Kamusal alana erişimi olmayan ya da kısıtlı olan bireyler, iletişim teknolojileri sayesinde hizmetlere erişebilmekte, kendilerini toplumsal anlamda ifade edebilmektedirler. Ancak aynı sanal deneyim, bireyi, narsisizm halesiyle çevrili bir kurgu-ben haline de getirebilmektedir. Böyle bir kendilik çoğaltmasının en yaygın araçlarının fotoğraf, şiir ve müzik olması rastlantı değildir.
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, bir çeşit orta sınıf ‘kolay kültürlenme’ yöntemi olarak caz ve sinema merakının yaygınlığından bahseder. Bourdieu’ye göre, ‘seçkin kültür sermayesi’nin alâmetleri olan, daha karmaşık ve anlamak için derinlikli bir burjuva birikimine sahip olmayı gerektiren bu sanat türleri, uzun bir eğitim (toplumsallaşma), görgü (habitus) ve bunlar üzerinden kurulan hükmetme stratejisini kullanma becerisi (simgesel sermaye) gerektirdiği için, bu donanımların pek azına sahip olan, ancak özellikle eğitim sayesinde hızla toplumsal hareketlilik yaşayan bireyler, bir ayrımlaşma (distinction) göstergesi olarak caz ve sinema gibi kültür alanlarına rağbet etmektedirler. Bazı sanat türleri, en azından ilk bakışta, daha kolay anlaşılabilir, dağarcıklarına daha kolay hâkim olunabilir görünürler. Ayrıca okul sermayesinin denetiminden kaçan serbest kültür unsurlarıdır.2 Ancak ondan da önemlisi, popüler ifade biçim ve araçlarını daha yaygınlıkla kullandıkları için, kültür sermayeleri kısıtlı, ancak ‘kültürlü’ görünmek için yüksek derecede şevke sahip orta sınıf mensupları için biçilmiş kaftandırlar.
Günümüzde, fotoğraf çekme etkinliğinin, Bourdieu’nün işaret ettiği kolay kültürlenme araçlarının başına yerleştiğini ifade edebiliriz. Zira öncelikle fotoğraf, artık yalnızca fotoğraf makinesi ile çekilmeyip cep telefonuyla da kolaylıkla erişilen bir etkinliğe dönüşmüştür. Hatta bizzat bunca kolay çekilebiliyor oluşu, fotoğrafın sözel ve yazılı iletişimin yerini alacak yeni bir hakikat rejimine dönüşmekte olduğunu işaret etmektedir. Fotoğrafın teknik anlamda demokratikleşmesinin bir başka veçhesi de, imge ile tasarım arasındaki düşünsel mesafeyi neredeyse yok etmiş olmasıdır. Fotoğrafın, kaynağı kısıtlı (pelikül) olmaktan çıkıp sonsuz (piksel) hale gelmesiyle birlikte imge tespit etme etkinliği de, ister istemez daha az düşünsel bir etkinlik halini almıştır.. Önceleri kısıtlı kaynağı doğru kullanmak için, sonsuza kadar sabitlenecek imgenin, fotoğrafı çeken tarafından önce düşünsel bir tasarımının yapılması, ayrıca teknik anlamda en uygun ayarların kurulması gerekiyordu. Oysa fotoğraf kimyasal bir tepkimeden elektronik bir ifadeye dönüştüğü zaman (üstelik bu geçiş çok âni olmuştur), bu dönüşüm teknolojik bir aşamanın kat edilmesinden öte felsefi bir sapmayı gösteriyordu.
Fotoğrafın başlangıcından beri tersi olurken, elektronik ifadeyle, imge artık düşünceden önce gelmeye başlamıştır. Eylemin sorumluluğunu silen, daha doğrusu onu yapılıp bozulabilir, geri alınabilir kılan yeni bir teknik, beraberinde yeni bir estetik ve nihayet etik inşa etmiştir. ‘Undo’ (geri-al) davranış kipi, eylemin sorumluluğunu almaktan imtina edebilen, hem yapıp hem yapmamış gibi davranabilen bir öznenin, merkezine yerleştiği yeni bir ahlâkın yükselişini de duyurmuştur. Fotoğraf, tasavvuru dışlayan, tesadüfü hatta deneyselliği önceleyen yeni bir etkinlik haline dönüşmüştür. Georg Simmel, geçip giden doğrusal modern zamanın içinde 'an resimleri' çeken bir toplumbilimcinin bir çeşit fotoğrafçı gibi çalışarak, büyük tarihin kıvrımları arasında kalan incelikleri yakalaması gerektiğini ortaya koymuştur.3 Bu ise ancak, fotoğrafın bir düşünsel etkinlik biçimi olarak tasavvur edilebildiği bir dünyada mümkündür Oysa günümüzde fotoğraf, bir çeşit refleks, dağılmış ve akışkan bir zaman içinde nabız atımı kadar itkisel bir etkinlik haline dönüşmüştür. Fotoğraf artık, sahiden yaşamakta olduğumuzu bize kanıtlayan az sayıdaki işaretleyiciden biridir.
Teknik anlamda da uzun eğitim ve deneyim sürecinden damıtılan bilgilerin yerini, önemli ölçüde otomatikleşmiş, dolayısıyla fotoğrafı çekenin (sübjektif), imgesi tespit edilen gerçeklik parçası (objektif) karşısında salt bir eyleyiciye indirgenmesi sonucunu doğurmuştur. Kuşkusuz profesyonel fotoğrafçılık, hatta akademik anlamda yetkin sanatsal fotoğraf sanatı yaşamaya devam etmektedir. Ancak bunun yanı sıra çok daha büyük bir toplumsal alanı işgal eden bir imge üretimi, kendini imgeyle ifade etme pratiği yaygınlaşmaktadır.
Sıradan bireyin fotoğrafa demokratik erişimi elbette olumlu birçok boyut içermektedir. Bununla birlikte Theodor W. Adorno’nun, çağımızın yarı-bilgili, gizli-cahil, kültürtüketiri orta sınıf aydınları için kullandığı halbbildung (yarı-eğitim)4 kavramının yeni biçimleri, küresel akışkanlığın belirsiz toplumsal konumlanışları içinde kaypak bir ‘kültürlü insan’ pozunu yeniden üretme yolunda hızla metastazlaşmaktadırlar. Fotoğrafın bunca kolay erişilebilir olması, onu hem bastırılmış sıradan insanın demokratik bir ifade aracına dönüştürmekte, hem sahte-aydın duruşunu, düşünsel bir etkinlik olarak an resmi çizme etkinliğine kolayca karıştırmaktadır. "I-phone'la çekildi" estetiğinin tetiklediği 'büyük fotoğraf sanatçısı' pozu paylaşılamazken, yakın tarihimizin fotografik romanını yazan, toplumbilimsel imgelemini inşa eden Ara Güler'in, kendisine hâlâ 'foto-muhabir' demekte ısrar etmesi, aslında çağımızın halbbildung maskeli balosuna kuvvetli bir ışıldak tutmaktadır.
Kendini bir elektronik ifade olarak yeniden formülleştirmek, sözün sorumluluğunun, yok olma raddesinde hafiflediği yerçekimsiz siberuzayda, yalnızca kendini işaret eden narsisik bir aura yaratma sevdasını maliyetsiz bir yoldan kotarmak anlamına gelmektedir. Fotoğrafın hızlıca yaratabildiği yanıltıcı etki nedeniyle, basit (hatta teknolojinin bizim yerimize yaptığı) teknik numaralarla 'gizemli insan', 'duyarlı sanatçı', kendi teknik uğraşısı (örneğin bir muhasebeci, bir mühendis, bir hukukçu, bir hekim, vb.) dışında 'seçkin aydın' statüsünü edinmek, artık hiçbir zaman olmadığı kadar kolaydır. Böylece her gün özenle vitrinini yenilediğiniz facebook dükkânımızın başlıca metâsı, indirgenmiş bir dili yeniden üreten fotografik aforizmalar oluverir. Buradaki söz (λόγος) yanılsaması politikası, aynı zamanda alıntı şiirin sözel vektör olarak taşıyıcı özellik edindiği bir düzlemde, kolay fotoğrafın mükemmel tamamlayıcısı haline gelir. Teknolojinin basmakalıp düzenleyiciliğiyle tespit edilen bu klişe imgeler (örneğin ön planda bir çiçek resmini tamamlayan fonda bulanık çıkmış bir bina, geride bir kıyı şeridi üzerine yakın plan zumlanmış çay bardağı ve simit, vb.) ve elbette kişinin bolca dolaşıma soktuğu, kendisine ait gündelik yaşam kesitleri (mümkün olduğu kadar cool fotoğraflar), mâniden bozma 'özgün' şiirimsilerle ya da beteri, ünlü bir şairin en bilinen eserlerinin en popüler birkaç dizesiyle (zira daha uzununu okumaya, başta imgeyi inşa eden olmak üzere, hiçbir 'izleyen'in sabrı ve tahammülü yoktur!) süslenerek 'like' pazarına servis edilir. Anlık beğeniler, fazla şişkin egoların vazgeçilmez gıdasıdır; ancak çok uçucu olmaları, bu kendine-atıflı fotografik söylemin sürekli yeniden üretilmesini zorunlu kılar. İronik olarak, kendini sahneye koyma şovu, bir haz arayışıyla acıklı bir mahkûmiyet arasına sıkışır.
Kendilik marketing'inin, fotoğraf ve şiirin yanı sıra, vazgeçilmez unsuru hiç kuşkusuz müziktir. Siberuzay, bu anlamda kültür sermayesinin muhteşem bir tesviyesini mümkün kılmaktadır. Böylece youtube'dan alıntılanmış kliplerle donatılmış, nereden olduğu bilinmeyen bir kaynaktan yollanmış ('forward', 'retweet', 'kes-yapıştır', 'paylaş', vb.) müzik örnekleri, bir tiyatro dekoru gibi derinliksiz cephe oluşturan bir kültür haznesi işlevini görebilir. Kolay dinlenebilir ya da popüler müzik örnekleriyle bezeli sanal persona krallığı, basmakalıp ifade araçlarını kullanarak, kolay fotoğraf ve alıntı şiiri tamamlayan estetik bağlamı haline gelir. Müziğin basmakalıplığını, yalnızca 'pop' adı verilen sınai olarak üretilen türlerde değil, bir zamanlar 'seçkin' sanatı olarak bilinenlerde de bulmak olasıdır. 'Best of great operas' ya da 'en popüler klasik eserler' vb. seçkiler ve bu tür mecralardan yapılan alıntılar, genelgeçer beğeniyi tahrik ederek kendini yinelemekle kalmaz, aynı zamanda kestirme yoldan 'kültürlü' görünmenin inceliklerini de hizmete sunarlar. Müzik, bu anlamda, kendisinden başka her şeyi imâ eden bir göstergeye dönüşür.
Etkileşimsel iletişimin sınırsız-sorumsuz esnek ahlâkında, fotoğraf-merkezli anlam alış-verişi, iletişim öznesi olan bireyi bir yandan özgürleştirir diğer yandan onu fazla büyüten bir ayna görüntüsü haline gelir. Kamusal alana erişimi kısıtlı, toplumsal statüsü görece düşük, az eğitimli bireyler için böyle bir kendilik stratejisi, yeni özgürleşme yollarını açabilecek niteliktedir. Burada, kendine bir toplumsal konum inşa etme işlevinden ya da öznel statü arayışından bahsedebiliriz. Ancak edinilmiş görece yüksek bir toplumsal statüsü olan, kendini hayatın başka bir (özellikle mesleki) alanında gösterme şansı olan kişi için, sanal etkileşim, ona, mevcut sosyal sermayesini genişletebileceği, narsisizm sarmalında kendini yükseltgeyebileceği bir alan açar. Örneğin bir üniversite öğretim üyesi, 'hoca' imgesini, sayısız beğeni desteği sayesinde, gerçekte olduğundan çok büyük bir hale getirebilir. Bolca fotoğrafla dolgu malzemesi yapılmış iletişim matrisini, alıntı şiir ve yeri geldiğinde basmakalıp müzikle tamamladığında, yeterince 'gizemli', 'sıradışı', 'aykırı', 'sanatçı', 'aydın' etiketlerini çoğaltmak için seferber edebilir. Bu sırada, ahlâki sorumluluğundan âzâde söz, sanal vitrinde, kolaylıkla tepkisel, anlık ruh hali dalgalanmalarına göre şekillenen bir boş-konuşmaya dönüşebilir. Ben-merkezli bir dünya algılaması, ona biat etmeyeni kolayca mahkûm eden, gereğinde aşağılama ve hakarete hemen meyleden bir hükmetme aracına dönüşebilir. Hayranlık söylemini bir mıknatıs gibi toplayan görsel üretimi, poetikası olmayan sahte-şiirle birleştiğinde, mürit-cezbeden, tarikten sapanı 'vefasız', 'ikiyüzlü', 'önyargılı', 'şeytani', vb. sonu gelmez hakaretlerle lanetler. Aynı şekilde biat edenleri (like'lamak, fotografik kitsch'in, yani "değersizleşmiş biçimlerin ve boş süslemelerin"5 dilinden övgü düzmek, vb.) ölçüsüz bir şekilde yüceltmekte tereddüt etmez. Oysa yüz yüze gelişte, göz göze bakışta, diğer bir deyişle ötekinin varlık sorumluluğunu almak zorunda olduğumuz fiziki ve toplumsal yakınlıkta, sanal kahramanlığın bol keseden sağladığı bu abartılı duygu ifrazatından eser kalmayacaktır. O zaman kolay fotoğraf, alıntı şiir, basmakalıp müzik, bu tek yönlü, asimetrik, ben-merkezli ve kendine atıflı sanal var oluşun bütün kofluğunu örtecek mükemmel bir bileşim halinde işlev görür. Tek boyutlu var oluşunu (örneğin teknik mesleki becerisinin sağladığı otoriteyi), kolay ve ucuz yoldan çoğaltma, mevcut hiyerarşik edinimlerini (örneğin 'saygın hoca' konumu), aslında hiçbir zaman sahip olamayacağı kültür cephaneliğinin kötü kopyalarıyla büyütme arzusu, sanal şeyhi müritleriyle birlikte, ahlâki yerçekimsizliğin sonsuz hafifliğinde uçurur. Böylece sanal gerçekliğin pamuk helvası kıvamındaki sahicilik dokusu, siber kahramana, buluttan bir locada oturup ahlâk hakkında ahkâm kesmeyi sağlayan kaygan bir söylem mecrası sunar. Kötü fotoğraf, poetikasız şiir eşliğinde elbette...
Sanal gerçeklik, bugüne dek bildiğimiz duyusal deneyimi dönüştürdüğü gibi, toplumsallığımızı saran etik ve estetik kabulleri de başkalaştırmaktadır. Yarılmış bir gerçeklik deneyimi, bir yanıyla biyolojik varlığımızın demirlediği fiziki gerçekliğin acı veren, sıkıcı, baskılayan, bir kader gibi taşınan karakterine bir karşı çıkış olanağı sunmakta, diğer yandan, kişiyi, insan insana ilişkilerin doğasında olan ötekinin varlık sorumluluğunu yüklenme zorunluluğundan sıyıran bir narsisizm aynası imâl etmektedir. Sanatsal araçların, bu yerçekimsiz uçuşma hali içinde amacından sapmış bir salt gösterge haline gelmeleri kaçınılmaz gibi görünüyor. Kolay fotoğraf, alıntı şiir ve basmakalıp müzik, kendilerinden başka her şeyi imâ edebilen, ancak her birinin estetik ve felsefi temellerinin gerektirdiği düşünsel kaygılardan uzak bir şekilde, bu salt göstergeleşmeye kaçınılmaz olarak katkıda bulunan başlıca ifade unsurları haline gelmektedirler. Her ne kadar sanal deneyim, sayısız demokratikleştirici pratiği tetikleyen bir işlev görse de, önemli ölçüde sahte-kültürlenme alanı açabilmekte, halbbildung'un yeni biçimlerini, Adorno'nun tarif ettiğinden çok daha sinsi görüntüler altında, bu bölünmüş gerçeklik rejimi içinde seferber etmektedir.
Sanal gerçekliğin hologram kahramanları, kolay fotoğraf, alıntı şiir ve basmakalıp müziği, Star Wars'taki ışın kılıcı misali boşluğa öngörüsüzce sallamaktalar. Kişi, bir Jedi savaşçısının sahip olması gereken dirayetten çok uzak tıynette olunca, ışın kılıcı, işporta el fenerinden farksız hale gelir. Bu ağırlıksız sözün krallığında, halbbildung cengâveri, fotoğrafı, şiiri ve müziği sanatsal telos'larından ayırıp onları pop estetiğinin yörüngesine yerleştirirken, acıklı bir güç istencinin esiri haline gelir.
"Güç seninle olsun!"
ALİ ERGUR
1 Mayıs 2017
1 William GIBSON (1984). Neuromancer, Ace Books, New York, s. 51.
2 Pierre BOURDIEU (1979). La distinction, critique sociale du jugement, Les Éditions de Minuit, Paris, s.68.
3 Georg SIMMEL (1998). An Resimleri, Felsefi Minyatürler, Dost Kitabevi, Ankara.
4 Theodor W. ADORNO (1994). Introduction à la sociologie de la musique, Contrechamps Éditions, Cenevre, s.23.
5 Theodor W. ADORNO ([1932]2002). "Kitsch", Richard Leppert (der.), Essays on Music, University of California Press, Berkeley içinde, s.501 [501-505]