Müzik, birçok müziksever ve sanatçının gözünde ‘güzel seslerin düzenlenmesi’ ya da ‘güzel duyguların sesli ifadesidir’. Kuşkusuz, müzik yapmanın temel sâiklerinden biri, insanın yeryüzünde varlığını kodlamasının en değerli addedilen biçimlerini ortaya koymaktır. Her insan, anlam üretebilen bir eylem birimi olarak, varlığını anlamlı ve mümkün olduğu kadar geleceğe kalabilir kılmaya yönelik simgeler üretir; ancak bunlardan çok azı zamanın silici etkisine dayanabilir; çok daha azı ise üst düzey, diğer bir deyişle simgesel soyutlama gücü yüksek, estetik anlamda özgün ifadeler kurabilir.
Nitekim sanat adını verdiğimiz üretim alanı, bu üst düzey simgeselleştirme çabasından başka bir şey değildir. Seslerin estetik düzeyde simgeselleştirilmesi, toplumsal düzenin izdüşümü olan normatif bir çerçevenin bazı ideal ölçüleri temel alarak temsil edilmesi anlamına gelir. İşte bu normatif düzen, diğer bir deyişle kurallar ve değerlerden oluşan toplumsal ilişkiler sistemi, müzik ya da genel anlamda sanat söz konusu olduğunda hep güzellikle özdeşleştirilme eğilimi içinde tasavvur edilir. Oysa toplum düzeni, güzel adı verilen biçimler ve iyi olarak nitelenen değerlerden ibaret değildir; hâtta nadiren öyledir. Toplum düzeni, normların katılığı ve kesinliğine karşın, herkes için ideal ya da arzulanan bir durumu işaret etmez. Birçoğumuz belki eski Mısır’da yaşamayı hayal edebilir; kuşkusuz köle olmamak koşuluyla! Hammurabi’nin Babil’inde yasanın hâkim olduğunu bilerek o yapıya bir uygarlık atfedebiliriz; ancak kendinden üst sınıfta konumlanan birine tokat attığında kulağı kesilen köle (madde 205) olmaktansa tazminatla kurtulan soylu (madde 203) olmayı isteriz. Özgürlük ve demokrasiyi en yüksek ülkü kabul eden, doğuştan ayrıcalıklar yerine hukuk önünde eşitlik ilkesinin hâkim olduğu Aydınlanma çağında bile, mevcut toplumsal düzen, eğer iyi bir kapitalistsek bize en lezzetli nimetlerini sunar. Özetle toplumun normatif düzeni bir denge hâlidir; ancak eşitliğe değil güce dayanır. Bu nedenle her düzen, aynı zamanda içerdiği eşitsizliklerin yansıması olan şiddeti barındırır. Öyleyse şiddet, kaynakların âdil dağıtılmadığı, hukuk önünde her bireyin mutlak anlamda eşit olmadığı bir ortamda kaçınılmaz olarak türeyen bir negatif toplumsal potansiyeldir. Şiddet, eşitsizliğin şekillendirdiği düzenlere içkinse, toplum hayatının estetik temsillerinin yalnızca güzel imgelerinden oluşması gerektiğine dair önkabulümüz bir ideolojik araç olarak çalışmaktan kurtulamaz. Şiddet toplumsalın eşitsiz düzenlenmesinin ayna imgesidir. Estetik alanı salt güzellik temsillerinden ibaret bir soyutlama düzlemi olarak kavramsallaştırmak belki asıl ideolojik yeniden üretimin ta kendisidir.
Toplumsal düzenden bahsederken güzel mevhumunun göreliliğinden, kolektif bir uzlaşmanın eseri olduğundan, diğer bir deyişle, belli zaman ve mekân kısıtları içinde güzel olarak kabul edilme ölçütlerinin muğlaklığından bahsederek burada ezeli estetik tartışmasına girmenin gereği yok. Zaten buradaki konu da güzelin ne olduğu değil, ancak belli bir toplumsal ortamda üzerinde az ya da çok uzlaşılmış bir güzel kavramının var olmasıdır. Buna göre güzel, olandan ziyade olması gerekene gönderme yapan bir işleve sahiptir. Güzel seslerin düzenlenmesine müzik adının verilmesi ise, toplumsal gerçekliğe dair değil, onun ideallaştirilmiş imgesine dair bir söylemin parçasıdır. Oysa toplumsal gerçekliğin estetik temsili, ister istemez güzellikleri kodladığı kadar şiddeti de yansılar. O nedenle gerçekçi sanat, mutlak iyi ve güzelden oluşmaz; kötüyü ve ona bağlı şiddeti de diyalektik bir eksende simgeleştirir. Burada hemen belirtelim: Kötü ile şiddetin bağlantılandırılması, kötüye mutlak bir konum atfedilmesinden kaynaklanmaz; şiddeti uygulayan ahlâken kötü konumuna geçeceği için bu böyledir. Aksi takdirde meşru şiddet ve gayri-meşru şiddet ayrımına varırız; bu da son derece tehlikeli ve göreli bir çıkmazdır. Müzik, toplumsal alanda sayısız işleve sahiptir; üstelik bunlar, dinleyenlerin niyet, donanım, arzu ve beklentilerine göre farklı görünümlere bürünürler. Müzik etkinliği, yalnızca sakin bir şekilde ve huşû içinde dinlenme eylemi (konser, temsil, dost meclisinde icra, vb.) değildir; aynı zamanda, ses düzenlemesinin şiddet dışavurumu olarak işlev görmesinde en önemli araç da olabilir. Müziğin zamanı ve mekânı kuşatan ontolojisi, onu, benzerini korkutma, hatta ona dehşet salma işleviyle yükleyebilir. Buna en çarpıcı örnek, müziğin askerlikte, daha özelde savaşta kullanılmasıdır.
İdeal müziğin, özellikle bir toplumun eril ve savaşçı karakteri üzerindeki etkisini yönlendirme özelliğine Platon’dan beri birçok düşünür dikkat çekmiştir. Nitekim askerlikte müziğin iki türlü kullanımından bahsetmek mümkündür: Birincisi, ölmek ve öldürmek için eğitilen askerlere cesaret, özgüven, coşku vermek; aynı zamanda bir bütün olarak hareket etmelerini sağlamaktır. Askeri birliklerin tek bir bedenmişçesine bütünsel hareket etme gereği, her çağda mevcut olsa da, matematiksel bir kesinlik olarak uygulanması modern dönemin bir sonucudur. Modernliğin en önemli düşünürlerinden Michel Foucault (1926-1984), modern toplumun kapatma kurumlarından (institutions carcérales) oluştuğunu, aynı zamanda, bunlardan her birinin, bireylerin hem tek başlarına inisiyatif alabildikleri (özne oldukları: sujet) hem yekbeden olarak hareket ettikleri (tâbi oldukları: assujeti) bir düzeni gerektirdiğinin altını çizmiştir. Buna göre, hastane, hapishane, okul, fabrika gibi kışla da modern bireyin hem özgürleştiği hem tâbi kılındığı bir iktidar yapısı arz eder; zira modern toplum, baskı, cebir, eziyet kullanılarak tesis edilen korkuya dayalı bir düzen değildir; tersine, bireylerin kendi iradeleriyle iç disiplin oluşturdukları bir sürekli gözetleme sistemidir. Modern askeri eğitimin vazgeçilmez koşulu yanaşık düzen eğitimi, böyle tek beden gibi hareket etme ve içselleştirilmiş disiplinin simgesel kolektif ifadesini yaratma zorunluluğundan kaynaklanır. Bu mükemmel bütünlüğü sağlayacak en önemli unsur iç disiplinse, onu bir eylem olarak yönlendirecek olan müziktir. Yürüyüş kararı ve marşlar (marche: yürüyüş) özde bu bütünsel ritmi eşzamanlı bir şekilde yürütmeye yarar. İkinci olarak, müzik savaşın vazgeçilmezidir. Çağlar boyunca savaşa, diğer bir deyişle olası ölümlerine giden askerlere, onlara cesaret verecek müzikler eşlik etmiştir. Aynı müziklerin düşmana da korku vermesi beklenir. O nedenle, tarih boyunca insan fizyolojisinin sınırlarını zorlayan frekans ve tınılar, savaşa eşlik eden müziğin en çok itibar ettiği özellikler olmuştur.
Basların en tok, derin, yankılı, yüksek hacimli olanları, yerin ve göğün sarsılmasını çağrıştırır, hatta evrensel insan bilinçaltı kodlarında kıyamet günü metaforu hâline gelir. En kalın sesleri üreten borular, en muhteşem yer titremesi taklidi olan davullar, çeşitli ad ve biçimlerde tarih sahnesinde hep var olmuştur. Mehter’in görkemi, bizatihi askerlerin bedenlerinden yansıyarak somutlaşan kös, ölüme atılan kişiye sonsuz bir iktidar hissi, onu karşı taraftan işitene ise yer çatlıyor gök yere iniyor yanılsamasını yaşatarak dehşet hissini tetikler. Asteriks ve arkadaşları, kudretli Roma İmparatorluğu’ndan değil, yalnızca göğün başlarına düşmesinden korkuyorlardı! Dünyanın çok daha az bilimsel bir tasavvurunun yaygın olduğu bir toplum hayatında, bu tür simgelerin gücü günümüze oranla belirgin bir şekilde fazlaydı. Aynı şekilde tiz frekansları zorlayan, ancak tınısı da yırtıcı nitelikte olan üflemeli çalgılar, kulaklarda oluşturdukları rahatsızlık hissinin yanı sıra, kıyamet gününü duyuran trompetin (İsrafil’in Sûr’u) cisimleşmesi oldukları için de korkutucu olmuşlardır. İnsanın en temel duygularını harekete geçirmede arketiplerden daha iyisi yoktur.
Ölüme meydan okuyarak mükemmel bir disiplin içinde düşman ateşi üzerine yürümenin en tartışmasız eşlikçisi müzik olmuştur. Boynuzdan yapılan çalgıların (boynuz: korno) gizemli ve yüksek hacimli sesleri, bir ses perdesi gibi savaşçıları sarar, türlü doğaüstü güçlerden korkulan bir dünyanın insanları olan düşmanları ister istemez korkuturdu. İskoç gaydalarından oluşan müfrezelerin düşman ateşi üzerine şaşmaz bir disiplinle yürümesi, yanındakinin vurulup düştüğünü görse bile, tekdüzeliğiyle sinir bozucu olan ezgileri çalmaya devam ederek ilerleyen askerin karşı tarafta yarattığı, engel tanımaz bir şekilde gelen düşman izlenimi, sıcak muharebenin soğuk psikolojik savaşı olarak yorumlanabilir. Birçok kabile silahlı gücünün hayvanî çığlık ve bağrışmalarla düşmanı korkutmaya çalışması, özellikle ateşli silahların mevcut olmadığı dönemlerde en önemli üstünlük araçlarından biriydi. Bütün bu sahnelerde, gerek salt ritim gerek karmaşık bir bando dokusu olarak elbette müzik başrolü oynamıştır. Her taarruz harekâtında, ordunun kültür kodlarına uygun bir insanüstü güç toplama nidâsı ve bir ritim döngüsü mevcuttur (“Allah Allah!”). Müzik savaşın en vazgeçilmez aracıyken, modern çağın güçlü silahlarının çok yüksek sesli etkileri karşısında, o ilksel gücünü kaybetmiş görünüyor. Ayrıca savaş, artık muharebe meydanında ‘yiğitçe’ (Montesquieu’nün anladığı anlamda ‘şeref’le) karşılaşılan bir kitlesel eylem olmaktan çıkmıştır. Bunun yerine ekrandan seyredilen bir temaşa vesilesine dönüşmüştür (hatta günümüzün insansız silah sistemlerini kullanan askerleri için de). Bu durumda, savaş bir medya olayına dönüşecek, elbette görüntünün altına, uyandırılması istenen duygulara hitap ettiği varsayılan müzik kesikleri döşenecektir! Ancak müziğin şiddet imgesi olarak işlev görmesi, yalnızca savaşla ve askerlikle kısıtlı değildir; şiddetin aleni dışavurumu kadar, onun potansiyel olarak temsil edilmesi üzerine insandaki korku hissini tahrik eden başka etkinlik alanları da müziğin bu aykırı kullanımına örnek oluştururlar. Bunların başında elbette, ismiyle müsemma, korku filmleri gelir.
Korku filmleri aynen bilim-kurgu anlatıları gibidir; söylemselleştirdikleri çağ, dönem, ortam, dekor vb. ötesinde, daha genel toplumsal bir durumu işaret ederler. Bilim-kurgu filmlerinin daha ziyade Soğuk Savaş döneminde çekilmiş olması, bir yandan teknolojinin, uzay çalışmalarının, evreni anlama çabalarının hızla gelişim göstermesi nedeniyledir, ancak diğer yandan içinde yaşanan dönemin sosyo-politik ortamı, bu filmlere alegorik bir şekilde yansımıştır. Özellikle 1960’lı yıllara hâkim olan bilim-kurgu yazınında büyük çoğunlukla tekrar eden tema uzaydan gelen yabancı istilası (alien invasion) olmuştur. Bu uzaydan gelen yaratıklar, kötücül ve kötü niyetli varlıklardır; iyi insanları (nedense hep A.B.D.’de yaşarlar!) yok etmek üzere saldıran gözü dönmüş savaşçılardır. İnsanlıktan zaten nasiplerini almamışlardır; yeşil ve eciş bücüştürler! O dönemin siyasi havası göz önüne alındığında, bu kötü yabancıların, haklarında yoğun bir kötüleme propagandasından başka bir bilgi olmayan (dolayısıyla korkulan) Sovyetler Birliği’ni (Soğuk Savaş sağcı diliyle “Sovyet Rusya”) temsil ettikleri âşikârdır. Yeşiller aslında Kızıllar’dır! Unutmayalım: Kırmızı renk negatif baskısında yeşil olarak görünür! Aynı şekilde korku filmleri de toplumsal bir belirsizlik ve tekinsizlik hâli ağır basmaya başladığı zaman daha fazla rağbet görür; zira bilinmezlik ürkütücüdür (örneğin 1973 sonrası ekonomik krizlerle çalkalanan dünya kapitalizmi, teknolojik rasyonelleşme içinde dayanışma mekanizmaları zayıflamış toplumsal ortam ya da 1968 sonrasında olduğu gibi, gençlerin isyankâr ve özgürlükçü taleplerinin sarstığı norm ve değerler, vb.). Öngörülemez gelecek endişesi, sahip olduğumuz değer ve yapıları yitirme korkusu, bizi bu duygularımızı dışsallaştırmaya, bir günah keçisi ya da korku figürü şekillendirmeye yöneltir. İşte bütün bu anlatılarda müzik vazgeçilmez, temel, kurucu, yönlendirici, zihinlere hükmeden bir bileşendir. Hatta müzik olmadan korkunun farklı biçimlere büründüğü anlatıların havası kaçmış top ya da içi boşalmış bir ceviz kabuğuna benzeyeceğini iddia edebiliriz. Korku ya da şiddet anlatısı, müziğin sarmalayan, nüfuz eden, hükmeden eşliği olmadan bütün etkileyiciliğini, görselliğin teknik olanakları artsa bile, yitirir. Özellikle korku ve şiddet temsili olan anlatılarda, asıl başrolü müziğin oynadığını öne sürmek çok da abartılı bir iddia sayılmaz. Müzik her türlü duyguyu taşıma özelliğine sahip olsa da, özellikle şiddetin temsili, etkisini önemli ölçüde ona borçludur. Suspiria’nın, Carrie’nin, Halloween’in kanlı ya da ürkünç sahnelerinde müziğin müdahalesi handiyse eylemin fiziki varlığını belirlemeye kadar gider (sapık katilin bıçak darbeleri, -John Carpenter’ın favorisi- dolaplara konulan cesetlerle karşılaşma, evin içinde birisi olup olmadığına dair şüphenin korku dolu esintisi, vb.). Onca ‘güzel duyguların sesli ifadesi’ olan müzik, nasıl da kara pelerini ve şeytan maskesini giyinip tebdil-i kıyafet gezebiliyormuş!
Müziğin şiddetle neredeyse organik bunca ilişkisini, Jacques Attali, başka bir bağlamda, onun bir kurban ritüeli ikamesi olmasıyla açıklar. Attali’ye göre, bir zamanlar toplumun kendini yeniden üretebilmesi için gereken kurban töreni (kontrollü kan akıtma, şiddet potansiyelini belli bir nesnede odaklama, toplumun kefaretini kurbana yükleme, toplum olmanın şiddet olarak tezahür eden bedelini kurbana yükleme, vb.), uygar bir dünyanın kurulmaya başlamasıyla yerini, onunla aynı işlevleri üstlenecek olan, ancak bunu çok daha soyut ve stilize bir şekilde yapan müziğe bırakmıştır. Böylece müzik, hem toplum düzeninin getirdiği ortak bilincin en üst düzey temsillerini (güzellikler) ifade eden, hem toplu halde yaşamanın doğasına içkin şiddeti gizil bir güç gibi taşıyan ikili bir özellik arz eder. O nedenle müzik kendinde ne iyi ne kötüdür; toplum düzeninin karşıtlıklarını diyalektik bir şekilde yansıtır. Müziğin bu çoğul karakteri, onun bir kamusal iktidar biçimi olmasını da sağlar; zira müzik, sızan ontolojisiyle, zamana olduğu kadar mekâna da hükmeder. Mekânın işaretlenmesi, iktidarın çeşitli yüzlerinin bu fiziki örgütlenmede gösterilmesi, müziğin ‘topos’a hükmeden doğası sayesinde gerçekleşir. İktidar, ister bireysel, ister siyasi, ister dinsel olsun, mekânı belli bir zaman tasavvuruyla şekillendirirken, müziğin eşsiz damgalayıcılığı ve duyguları yönlendiriciliğine gereksinim duyar. O yüzden, müzik, yalnızca ‘güzel duyguların ifadesi’ olmaya indirgenemeyecek kadar geniş bir ifade düzlemidir. Buna mukabil, genişliği sonsuz, gücü kâdir-i mutlak değildir; toplumsal kadardır.
Müziğin mekâna hükmetmesi, iyi ve güzelin kutsanması kadar, kötü ve şiddet kaynağı olanının temsil edilmesinde de (neden olmasın; onun yüceltilmesi için de) başlıca rolü oynar. Nazi temerküz kamplarında Wagner operaları çalınmasından, gündelik hayatın sıradanlığında sürekli başkalarının müziğine mâruz kalmaya, varlığını korna çalarak kesintisiz hissettirmeye çalışan sürücülerin teröründen, kendi beğenisini görgüsüzce yükselttiği müzik yayınıyla çevresindekilere dayatmayı bir güç gösterisi addeden komşunun sesten iktidarına kadar sayısız durumda, müzik bir imparatorun âsâsı kadar simgesel bir görev üstlenir. İktidar savaşı, hangi ölçekte olursa olsun, aynı zamanda bir müzik mücadelesidir; zira müziğin ne olması gerektiğine dair tartışma yalnızca estetik bir mesele değildir. Müzik, toplum düzeninin en etkileyici metaforu olarak, onun barındırdığı bütün çatışma ve mücadele biçimlerini de içerir. Müzik yalnızca seslerin simgesel değer kazanmaları değil; simgelerin mücadele alanıdır. Foucault’nun deyişiyle, toplum bir iktidar mücadelesi alanıdır; iktidar ise belli bir odakta değil her yerdedir. İktidarın temel bir mücadele düzlemi olduğu yerde ise şiddet, çok çeşitli tezahürleriyle toplum hayatının doğallaşmış bir bileşeni olarak mevcuttur. Kuşkusuz, insanın insanlaşma serüveni, şiddeti evcilleştirme, onu estetik olarak kabul edilebilir, ahlâken ehlileştirilmiş biçimlere sokma yönündedir. Buna karşın şiddet, varlığını bizatihi müzik yapmanın pratiğinde, onu bir meydan okuma alanı yapan insanın zihninde biçimlerde korumaya devam etmektedir.
Güzel seslerden ibaret dünya fikri, saf iyilikle kuşatılmış olduğuna inanmak istediğimiz bir toplum tasavvurunun ideal bir imgesinden ibarettir. Kaçınılmaz bir şekilde ideolojiktir; toplumsalın bileşenlerinden bazılarını ondan sıyırmayı arzular. Oysa müzik toplumsalın ta kendisidir.
Müzik… aşkta ve savaşta…
ALİ ERGUR
1 Ekim 2020, Denizli