Özellikle yaz döneminde, Türkiye'nin çeşitli yörelerinde bulunan antik amfi-tiyatrolarda çeşitli etkinlikler düzenlenmesi artık sıradan bir kültür olayı haline geldi. Her yaz, çoğunlukla Helen-Roma uygarlığı ürünü olan, aynı zamanda gözde tatil yörelerinde bulunan, en küçüğü bile geniş kapasiteli amfi-tiyatrolarda, git gide sıklaşan etkinlik programlarının duyurulduğuna tanık oluyoruz. Kalabalık seyirci/dinleyici kitleleri nezdinde önemli ölçüde cazibe unsuru olan bu tür etkinliklerin, ilk bakışta bir çeşit 'tarih bilinci'nin edinilmesi yönünde eğitici bir işleve sahip oldukları bile düşünülebilir. Günümüzün modern dertlerinin içine fazlaca çekilmiş, büyüsünü yitirmiş bir dünyanın bolca tüketen, enformasyon düzeninin harika oyuncaklarını uçucu bir kimlik oyununun süregitmesi için seferber eden, küresel gösteri sahnesinde anlık var oluşların peşinde, ancak bu karmaşık ve fazla ışıltılı (glamour, bling-bling, şöhret...) ortamda git gide daha mutsuz olan çağımız insanının, bunca anlık deneyime odaklanmış toplumsallık içinde tarihsel özne olma niteliğini yitirdiği düşünülürse, geçmişin imleriyle ilişki kurmasına olanak veren bu tür etkinliklerin eğitsel değeri önemsenebilir. Tarihin kalıntılarını 'taş' olarak gören bir zihniyetten bu aşamaya gelmiş olmak, bir gelişme olarak değerlendirilebilir. 3200'ün üzerinde antik yerleşime sahip Türkiye topraklarında, birlikte ya da iç içe yaşadığı tarihsel mirastan bihaber, beteri, kendi dar hayat kodlarıyla çakışmadığı için sürekli redd-i miras eden ("bizden değil", "atalarımıza ait değil", "gâvur işi", "Müslüman değil", "kâfir işi", "örfümüze aykırı", "öz-kültürümüze ait değil", vb.), üstelik bu kültürel bilinç yoksunu tavrı bir çeşit tepkisellik politikasının dar söylemiyle buluşturup kerterizleri daima çok bulanık hayali bir geçmiş inşasında, böyle bir yok saymayı marifet addeden zihniyetin mensuplarının mebzul miktarda bulunduğu bu ülkede, pragmatist bir yaklaşım, amfi-tiyatrolardaki sanat etkinliklerini olumlayabilir ("hiç olmazsa bu şekilde değerlendirilmiş oluyor").
Oysa tarih, suya dalış yapmak gibidir; hazırlıksız, bilgisiz ve teçhizatsız dalarsanız vurgun yersiniz! Tarihle herhangi bir şekilde ilişki kurmak için, onu verili bir kutsallık, hattâ müphem bir söylem olarak kabul etmek değil, kendi var oluşumuzun hem öznel-bireysel hem nesnel-toplumsal boyutlarını çok katmanlı bir şekilde saran, salt geçmişe ait değil, bizatihi 'bugün' diye adlandırdığımız göreli deneyim ânının nabzında sürekli atan bir yaşanmışlıklar toplamı ruhu olarak algılamamız gerekir. Tarih, kuşkusuz salt bir geçmiş zaman söylemi değildir; şimdiki zaman cinsinden sürekli yeniden kurgulanan, ancak bu yapılırken, bugüne anlam katıp yön veren bir tözdür. Tarih, bir anlamda, varoluş deneyimini bir bütünsel bağlama yerleştirmekte insana yardım eden en önemli düşünsel güçtür; insanlığın ruhudur. Bu donanımdan yoksun zihinler, tarihi münhasıran olaylar bütünü olarak tasavvur edip onu özellikle siyasi-askeri dönüm noktalarından ibaret görme tuzağına rahatlıkla düşerler. Üstelik bu dönüm noktaları da, son derece bilim-dışı bir söylemselleştirme stratejisinin fevkalâde bayağı stereotipler üzerinden ve realpolitik'in indirgenmiş pragmatizminin cinsinden kalıba dökülürler; dolayısıyla anlık kaygılara göre şekillenen öznel seçimlerin ürünüdürler. Böylece örneğin Osmanlı tarihi, Osmanlı kültürü ("atamız, ceddimiz, gelenek, bizim kültürümüz, vb.") tasavvuru, hele muhafazakârlığın en tefekkür-yoksunu, bilgi-mâlûlü halinin en mesnetsiz iddialar ve en iz'ansız ifadeler şeklinde egemen kılındığı bir toplumsal-kültürel ortamda çoğaltılıyorsa, belli bir tarihsel dönemi hayal edip (bir çeşit 'Grundrisse'!) üzerine sürekli ve tamamen anakronik unsurlar yerleştirmekte beis görmeyen bir tarih-inşacılığı ("tarih-yazıcılık" kavramına ayıp olur!) tarafından kullanılan bir salt söyleme dönüşür. Bu nedenle, örneğin sözlerinde "Türk milleti..." ifadesi geçen bir Mehter marşının 'Muhteşem Yüzyıl'da bestelendiğini ve o çağı işaret ettiğini düşünebilen kişilerin sayısı hiç de az değildir. Bizatihi marş - marche kavramı modern bir uygulamadır; yanaşık düzen eğitimi ve bütünsel bir beden gibi hareket etme zorunluğu (Michel Foucault), marşı askeri eğitimin vazgeçilmez parçası yapmıştır. Aynı kişiler, bu arada işyerine, otomobiline, vb. "Osmanlı bayrağı" zannettiği Tanzimat armasını asan, "ata", "ced", "geçmiş", "gelenek", vb. kavramlarını fevkalâde muğlak ve kaygan bir zeminde algılayan bir ideolojinin ürünüdürler. Bütün bunların üstüne, Doğu Roma'yla ne kadar hemhâl olduğundan bihaber oldukları Selçuklu'dan da kapı süslemesi, taş oymacılığı, ulu câmi, Alparslan, Gıyaseddin Keyhüsrev, Alâeddin Keykûbat gibi görkemli imgeler çağrıştıran isimlerden bir tutamını araya serpiştiren bir zihniyet sahibinin kafa karışıklığı, günümüz Türkiye'sinin acıklı bir şekilde sığ kültür havuzunun egemen özelliği gibi görünüyor.
Bu koşullar altında, hem Milli Eğitim faciası hem genel kültür felaketi ürünü vatandaşların tarihsel kalıntılarla, pop konserleri vasıtasıyla da olsa ilişkilenmesi yeğ tutulabilir. Ancak donanımsız zihinlere sunulan tarih, salt söylem ve ham malzeme olmaktan öteye geçemeyecektir. Nitekim, yaz tatili dinginliğinde (zaman öldürerek güneşte yatmak, amaçsızca dolaşmak, anlamsız nesneler tüketmek, tüketimi sosyalleşme konusu yapmak, yemek-içmek, yeme-içmeyi düşünmek, elbette 'sosyal medya'ya kesintisizce imge temin etmek, cep telefonuna tespih muamelesi yapmak, sıkılmak, sıkılmak, sıkılmak, çok sıkılmak...) önemli bir etkinlik olarak addedilen 'antik tiyatro konseri', dikkate değer bir pazarlama stratejisi olmanın dışında, düşünsel bir artı-değer üretir görünmemektedir. Konserin nerede olduğu, hattâ konserin içeriğinin ne olduğundan ziyade, orada olunduğunun (elbette görsel olarak) kanıtlanabilir olması önem kazanmaktadır. Karşılığında, bolca kıskançlık, haset, öfke gizleyen nice 'like'lar derlenerek...
Esasen, antik amfi-tiyatroda etkinlik düzenleme düşüncesi, mevcut varlıkların bir şekilde değişim değerine tahvil edilmeleri gerektiğine kesin iman içeren bir ideolojinin uzantısıdır ("bu dereler niye boşa aksın?", "kalkınma üç-beş ağaçtan daha önemlidir", "nükleer santrale karşı olanlar gericidir!"). Antik kalıntı, bu bağlamda, kendi tarihsel köklerinin hinterlandından taşıdığı kültür alüvyonları için değil, yalnızca 'bir başka değişik yer', diğer bir deyişle özgün bir pazarlama nesnesi olduğu için tercih edilmektedir. Zira her şeyin hızla metâlaştığı ve sıkıntı-tüketim kısır döngüsünün kırılgan varlıklarımızı her gün daha fazla kemirdiği bir dünyada, hem kültür endüstrisi temsilcileri hem anlam, duygu, imge tüketmek için can atan bireyler, sürekli olarak yeni tüketim biçim ve nesneleri aramaktadırlar. Tarihe dâir her unsur, bu çaresizce ve hummalı arayışta bir 'hah işte!' şimşeği çaktırmaktadır. Zaten tüketimin bunca baskın, enformasyon işlemenin bu ölçüde başlıca ekonomik etkinlik haline geldiği günümüz dünyasında, çoktan beridir tarihselliğin yerini, olur olmaz her şeyi yeniden biçimlendiren 'nostalji' kavramı almıştı. Nostalji, bir tarihsel bilinci gerekli kılmaz; tersine, belki de var olmak için onun yokluğuna gereksinim duyar. Nostaljinin kazanında, tarihsellik erir; geriye kalan belirsiz ve stilize bir geçmiş söylemi, buhar halinde zihinlere dolar. Bu açıdan bakıldığında, antik tiyatro, neyin göstereni olduğuna bakılmaksızın, salt gösterge haline gelir: Kendi zaman-dışı varlığını göstermekten başka bir anlam taşımaz. Mevcut bütün kültür tortularını (maddi veya gayri-maddi), bir tasarım (design), yeniden biçimleme ve pazarlama nesnesi olarak algılayan cari liberal ekonomi, antik tiyatroya da kuşkusuz aynı muameleyi yapacaktır.
Kültür kalıtı, kendi tarihsel varlığı, harabe olarak bile ontolojisine 'derc' ya da belki 'hakk' olmuş olan öyküler, anlamlar, yaşanmışlıklar, etkileşimler toplamını güçlü bir şekilde yansıtma kapasitesine sahiptir. Hattâ Helen-Roma döneminden önce, ya daha eski zamanlara ait olmalarından (örneğin Beycesultan, Çayönü, Çatalhöyük gibi yerleşimler) ya çabuk bozulabilen malzemeden inşa edilmiş olmalarından (örneğin Midas Şehri), ya (kısaca) bakımsızlıktan ve özensizlikten çok daha fazla tahrip olmuş kalıntılar bile, bu kendi öyküsünü anlatabilme becerisine sahiptirler. Yine de daha kalıcı malzemeden yapılmış ve günümüze daha yakın zamanlardan kalmış antik kentler, turizmin belirgin olarak daha fazla gözdesi konumundadırlar. Unutmayalım: Kültürü turizmin bir varyantı addedip ikisini aynı bakanlıkta ve elbette birincisini ikincisinin cinsinden örgütleyen bir ülkede yaşıyoruz! Hattuşa (o görkemli başkent!), bugün, kitle turistinin dar algı kalıpları içinde, bir Efes kadar cazip değilse, bu kuşkusuz, taş-mermer (zenginlik, refah) yapılardan inşa edilmemiş olması ve yalnızca yığma taş temellerden ibaret kalmış olmasındandır. Diğer bir deyişle, tırnakla kazınabilecek kadar ince yalınkat kültür verniği atılmış kitle turizmi zihniyeti, doğal olarak somut, maddi olarak kolay algılanabilir ("easy listening" gibi bir şey!) nesneleri çok daha öncelikli olarak pazar dolaşımına sokacaktır; zira arzın olduğu kadar talebin de eğilimi bu yöndedir.
Yıllar önce, öğrencilerimle yaptığım bir Anadolu gezisinde, o güne dek arkeolojik yazında adı sıkça geçen, buluntular bakımından çok önemli bir yere sahip Alişar Höyük'ü ziyaret ettiğimizde, ciddi bir endişe yaşamıştım: Bozkırımsı bir arazide hafifçe yükselen bu höyük, ortası kazılmış bir tepecikten başka bir şey değildi! Onca yolu bu, herhangi bir kalıntı içermeyen gedikli tepeyi görmeye mi geldiğimizi (haklı olarak) sormalarından endişe ettiğim öğrencilerim, bu 'keşfimizi' çok olgunlukla karşıladılar. İki gün sonra Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ni ziyaret ederken, Alişar buluntularının ne denli önemli tarihsel ipuçları sunduğunu gördüğümüzde ancak rahat bir nefes alabilmiştim. Genç ve meraklı zihinler, aradaki bağlantıyı zekice kurabilmişlerdi. Ancak turizmin bir fonksiyonu olarak tasavvur edilen kültürün, kitle turizm sektörü ve kitle turistinin zihninde aynı gelişkin düşünsel derinliği yakalaması zor görünüyor. O yüzden Helen-Roma amfi-tiyatrosu, ağırlıklı olarak pop müzik konserlerinin icrasında, akla ilk gelen en cazip mekânlardan biri haline gelmiş durumdadır. Aynı konserlerin Hattuşa'nın Tapınak I tören alanında yapıldığını hayal etmek bile zor!
Özgün işlevi göz önüne alındığında, amfi-tiyatro, aslında zamanının halk eğlencesi sergilenen bir mekânıydı. Diğer bir deyişle, eğer öyle görmek istersek, kendi döneminin pop kültürünün üretildiği ve paylaşıldığı, neredeyse yegâne mecraydı. Hatta kimi tiyatrolarda 'dev prodüksiyon' ürünü oyunlar da sergilenmekteydi: Orkestra alanı özel bir şekilde yalıtılmakta, buraya su doldurularak dekor-gemiler yüzdürülmekteydi. Bunun dışında, bugün yüksek sanat olarak gördüğümüz 'tragedya' (τραγωδία), bağbozumu şenliklerinde söylenen 'komos' şarkıları (komodia, komedya, κωμωδία) kadar bu sahnede yerini alıyordu. Tragedya, zannedildiği gibi asilzâdegân ya da entelektüeller için değildir; köleler içindir! Zira tragedya, hep soylular ve tanrılar katında geçen olayları, çoğu kez süslü bir dille anlatan, ifadeyi güçlendirici müzikleri içeren, entrika, kıskançlık, aşk, şehvet, savaş, vb. temalar üzerine kurulu, bunları anlatırken, soyluların ahlâksızlıklarından dem vurup avama namuslu olmanın erdemini zerk eden, gösteri bittiğinde, sıradan yoksul (çoğu köle) seyircide "biz gene iyiyiz; paramız yok, ama hiç olmazsa namusumuz var" düşüncesini mayalandıran bir tortu bırakan başlıca sanat türüydü. Tragedyada asla isyan, cinayet sahneleri doğrudan gösterilmez, eşitsizlikler yapısal (kader) olarak anlatılır, böylece seyircinin bir politik sorgulama yapmasına da olanak verilmezdi. Bu biçimi çok olumlayan Aristoteles, seyircinin, soyluların bu ahlâkdışı davranışlarını görerek ve oyunla özdeşleşerek bir boşalma ya da arınma (katharsis - κάθαρσης) yaşadığını, böylece gündelik sıkıntılarından uzaklaştığını belirtiyordu. Komedya ise bunu tersinden gerçekleştirerek, acı gerçekliğinden kısa bir süreliğine sıyrılan seyircinin, çoğu zaman zekâ işi olmayan durumlara, sözlere, sahnelere kahkahalarla gülerek tersten bir boşalma hali yaşamasına neden oluyordu. İyi ama bu özellikler bize hiç yabancı değil: Onlarca yapımın aynı anda gösterime girdiği, akıl almaz boyutlarda paralar dökülen bir sektörün aynı bayağı klişeleri sürekli ısıtarak seyirciye sunduğu dizi-filmler, antik tragedyanın işlevine kısmen de olsa sahip değil mi?
Ancak elbette yüzyıllar içinde toplum yapıları, üretim ilişkileri, devlet örgütlenmesi çok değişmiştir. O nedenle antik amfi-tiyatronun bugünün kültür endüstrisi içinde aldığı biçim, bütün bu tarihsel yükünden arınmış, boş bir mekân halindedir; kendi bağlamsızlaşmış ve hüzünlü gerçekliğinden başka bir şeyi imlemez. Amfi-tiyatro, antik üretim biçiminin köle-emeği-egemen dünyasında kuşkusuz merkezi bir yer tutmaktaydı. Ancak diğer yandan, geneli itibariyle drama sanatının gelişmişliği, tarım kadar ticaret alanında da ciddi bir refah düzeyini yakalamış bir üretim düzeninin, estetik yansımasını kanıtlamaktaydı. Oysa Helen-Roma tiyatrosunun günümüze taşınması, yalnızca bir mekân çeşitlendirmesi olarak görülmektedir. Amfi-tiyatrolar, kendi çağlarında, o dönemin toplumsal meselelerini temel alan, onlara göre örgütlenmiş bir drama sanatını konuk etmek için tasarlanmışlardı. Dünyanın çok daha az yapay uyarana sahip olduğu bir çağda, o toplumsal ortamın gereksinimlerinin cinsinden biçimlenen bir mimari yapı içinde, seyircinin dikkati de aynı oranda yoğunlaşmış ve odaklanmıştı. Bu yalnızca bir entelektüel gelişmişlik düzeyi meselesi değildi; eğitim düzeyi konusu hiç değildi. Genel kültürel ortam, estetiğin pragmatizme yenildiği günümüz dünyasından kuşkusuz çok farklıydı. Sesle ve görüntüyle kurulan ilişki de, bugünün uyaran sarhoşu zihinlerinin son derece sıkıcı bulacağı kadar seyrek bir tabiata sahipti. Yüksek hacimli ve profesyonel sistemlerle yükseltilmiş sesin, zamanın yüküyle kırılganlaşmış amfi-tiyatroya verdiği hasar, nice yüzyılın depremlerinin yapamadığı kadar büyüktür. Amfi-tiyatro, ne mimari ne toplumsal tasarımında böyle bir ağırlığı kaldırabilir. Ayrıca kalabalıkların giriş-çıkış hareketleri, konser sırasında sigara içmeleri ("nasılsa açık hava değil mi?"), mekânı kirletici eylemlerde bulunmaları, vb. kırılgan amfi-tiyatronun git gide daha fazla tahrip olmasına yol açıyor. O nedenle, bu yaz etkinlikleri de, kıyılarımızın sorumsuzca yağmalanıp, yakılıp betonlaştırılmasında olduğu gibi, kısa vadeli tüketim eylemleri olarak kalmaya mahkûmdur.
Perge'nin som mermerden ana caddesinin ortasından akan dere, Helen kozmolojisinden bağımsız bir tasarım değildi; o nedenle, kaynağını, keyifle bir yanına doğru yatmış Maiandros'un elindeki testide buluyordu. Yazlık sitelerden, otellerden antik tiyatrodaki pop şarkıcısının konserine katılmak için kapıda izdiham yaratan günümüz Türkiye insanı ise, tiyatrolarını kapatıp kendi çağdaş dramasını üretemeyen bir toplumsal ortamda, kültüre, turizm 'terkibi' muamelesi yapan siyasi bir programda, geçmişin mimari kalıntısını salt mekân, boş gösterge olarak kullanıp atma eyleminin kendisiyle var oluyor.
Amfi-tiyatroda konser, ses şiddeti ve etkinlik sıklığı gözetilerek düzenlenebilir; ancak mekânın içerdiği tarihsel yükü, onu tüketmeye gelenlere hissettirmeden yapıldığında, bunun yegâne değeri ticari olacaktır. O mekânın içerdiği tarihsel-duygusal yükü hissetmek için ise, Milli Eğitim'in yetersiz müfredatından ve politikanın genel sığlaştırma tercihinden uzaklaşabilmiş, özgürlükçü bir anlayış gerekli. Böyle bir tarih bilinci az-çok yerleşmeye başladığı zamana dek, amfi-tiyatroların kullanılamayacak kadar tahrip olmayacağını umalım.
Muhsin Ertuğrul, bir yazısında, Aspendos tiyatrosunun otuz beş bin kişi kapasiteli olduğunu, doksan bin nüfuslu bir kent için bunun muazzam bir kültürel gelişmişlik olduğunu yazmıştı. Kısmen doğru bir saptama. Ancak seyircilerin önemli bir kısmının köle olduğunun altını çizmek gerekli. Yine de demir-mermer-yelken uygarlığının kölelerinin, silikon-plastik-motor uygarlığınınkilerden çok daha odaklanabilen bir zihinlerinin olduğu, eğitimleri olmasa da, genel bir estetik inceliğin parçası olabilme özelliklerinin olduğu da bir gerçektir. Birinciler kalıcılığa, ikinciler tüketmeye ayarlanmış bir var oluşa kurgulanmışlardır.
Amfi-tiyatro, sahnenin iki yanında da oturacak yeri olan mekân anlamına geliyordu. Amfi ön-eki, 'ikili', 'iki yanlı', 'iki boyutlu', 'karşıtlıklara dayalı' gibi anlamları içerdiği gibi, aynı zamanda 'mütereddit', 'arada kalmış', 'karışmış' anlamlarını da işaret eder. Amfi-tiyatro konseri, tarihe sahip çıktığını iddia edip onu sorumsuzca tüketen bir kurnaz-tacir zihniyetinin ürünü olduğu sürece, geçmişe dair karışık ve mütereddit zihniyeti de yeniden üretecektir.
Yaz-güneş-kum dekorunda amfi-tiyatro dolup taşıyor: Köleler hâlâ tragedya seyrediyorlar!
ALİ ERGUR
1 Ağustos 2018