Toplumların gündelik hayatı sıradanlaşmış, katılaşmış, kalıplaşmış kurumsal ilişkilerden oluşur. Bu tekdüze hayat kurgusu bir yanıyla, bildik kalıplarla bizi sardığı için güven vericidir; diğer yanıyla sıkıcı, yineleyici ve gelişmeye kapalıdır. Toplumsal değişmeyi bu katılaşmış çerçeveye harfiyen uyan geniş kitleler değil, yapılanmış ilişki biçimlerini değiştirecek özgün icatlar yapabilen, böylece sorgulayıcı ve yenilikçi fikirleri üretebilen kişiler tetikler. Diğer bir deyişle toplum, kendisini eleştirebilecek cesaret, donanım ve öncülük dirayetine sahip olan aykırı kişilerin yüzü suyu hürmetine yürür ve değişir. Ancak aykırı figürlerin ortaya çıkabilmesi için de toplumsal ortamın buna uygun bir çoğulluk ve dinamizm içermesi gerekir. Baskıcı, otoriter, tek hakikat rejimine iman etmiş, buna tekabül eden ekonomik verimsizlik batağına saplanmış toplumlar, kendi olası refahlarını dinamitleyen bir kapanmaya mahkûm olurlar. Sıra dışı figürleri üretebilmek belli tarihsel ve düşünsel koşulların buluşmasını gerektirir. Türkiye, nadir bir araya gelen bu dönüm noktalarından birini Cumhuriyet’le bulmuştur. Yüzyılların atâletine ve geri kalmışlığına rağmen şaşırtıcı derecede kısa sürede, verimli bir kültür ortamı, ülkenin her yanına yayılabilmiştir. Bu dönüşümde elbette on sekizinci yüzyıldan beri devam etmekte olan modernleşme sürecinin bir ivmesi de söz konusudur; ancak köklü bir dönüşüm ancak kararlı bir mücadelenin ardından gelebilmiştir. Bütün sorun ve çelişkilerine rağmen, Cumhuriyet’in eğitim ve kültür kurumları, dünyaya açık, kendi kaynaklarını özgün bileşimlerle buluşturabilen düşünsel yetkinlikte insanlar yetiştirebilmiştir. Özellikle bilim ve sanat alanında, birbirinden farklı tipte ve ideolojik yönelimde insanlar, böyle bir kaynayan kültür kazanından doğmuşlardır. Müziğin her alanında, hattâ birbirine hasım ideolojik ve estetik uçlarda konumlanan aktörler, aynı yetkin düşünsel ortamdan beslenebilmişlerdir. Bugünlerde Türkiye’nin kültür hayatında kilit roller oynamış özgün kişilerin, bazıları epeyce zamansız şekilde, ardı sıra bu dünyayı terk etmeleri, belki biyolojik bir gerçeklik olarak kabul edilebilir; ancak aynı zamanda, artık ait olmadıkları, kültürel anlamda nefes alamadıkları bir ortamda var olmayı tercih etmemelerinin de bu terk edişlerde önemli yeri olduğu düşünülebilir. Türkiye’de müzik hayatının en özgün karakterlerinden bir olan Timur Selçuk’un ardından, onu var eden kültür ortamının ne denli çölleşmekte olduğu ister istemez hatırımıza geliyor.
Bir kültür figürü olarak Timur Selçuk, Cumhuriyet’le gelen dinamizmi simgelediği kadar, ona bağlı olarak tezahür eden ve derin ideolojik kutuplaşmalara neden olan çelişkilerin aşılması için gerekli özgün bir yolu da temsil ediyordu. Aslında bu sıra dışı bileşimsel yolun tek olmasa da, nâdir temsilcilerinden biri olduğunu iddia etmek pek yanlış olmayacaktır. Her durumda, ürettiği ses bileşimlerinde, tını ve üslûp harmanlamalarında Türkiye’nin müzik matrisinde benzersiz olduğu kesindir. Her ne kadar bir röportajında “kendi sesimi dinlemeye tahammül edemem” demişse de, müzik alanındaki en özgün ve kesinlikle en eğitimli seslerden birine sahipti. Türkiye’de, sevenleri ve sevmeyenlerince seçkin olarak kabul edilen senfonik müzik veya tarihsel makam müziği alanlarının dışında müzik icra etmenin, genellikle eğitimden ziyade yetenek gerektirdiğine dair yaygın bir kanı gözlemlenir. Bunun sonucunda, ağırlıklı olarak popüler müzik dünyasının bütün alt-türlerindeki icracıların müziğin kuramsal bilgisine sahip olmamaları pek yadırganmaz. Timur Selçuk bu yaygın ön-kabulün tam bir anti-tezi olarak değerlendirilebilir; zira ne genel kabul görmüş seçkinlik ölçülerine tam anlamıyla uyuyor ne popüler biçimlerin bayağılaşmış basmakalıp formüllerini ödünç alma ucuzluğuna yöneliyordu. Tersine, onun müziğinde hayatın içinden akan, sıradan insanların sofralarına konuk olan, şehirlerin kalabalık sokaklarında yürüyen bir anlayış olmakla birlikte, kendini daima, biraz çabayla erişilebilecek bir mesafeye konumlandırmıştır. Timur Selçuk’un bu anlamda Türk müzik dünyasının bir çeşit flâneur’ü (uçarı, uçuşan) olduğu ileri sürülebilir. Ancak onun flâneur’lüğü, herkesin yerli olduğu bir dünyada, mekânı ve zamanı denetleyen bir yabancı olmak değil, herkesin yabancı olduğu bir ortamda yegâne yerli kimliğini koruyan unsur olmaktı. Böyle bir aykırılık, aynı konumda kalmak için çelik bir dirayete, onun altyapısındaysa sağlam, iyi eğitimli ve aşk emeğinden başka bir iktidar odağını destek almaya tenezzül etmeyen bir tutuma sahip olmakla mümkündür; Timur Selçuk’ta bu meziyetler fazlasıyla mevcuttu.
Timur Selçuk’un müziği her şeyden önce bileşimsel bir anlayışa dayalıdır. Bu bileşimin belli başlı dört bileşeni olduğunu düşünebiliriz: (1) Tınısal bileşim; (2) çalgılama bileşimi; (3) müzik sistemi bileşimi; (4) türlerin bileşimi. Timur Selçuk, bu bileşimlerin hepsinde çok özgün ve temeli sağlam kurulmuş bir müzik dili yakalamayı başarmıştır. Bu bileşimselliğin en vazgeçilmez ilkesi ise elbette çok seslilik olmuştur. Timur Selçuk, on dokuzuncu yüzyıl sonu Türk Müziği kuramcılarının inanmış oldukları gibi, çağa ayak uyduran bir müziğin çok sesliliğe yönelmesi gerektiğini idrak etmişti. Bu yaklaşım, geçmişin mirasını, makam müziği alanındaki zengin birikimi yadsımak anlamına gelmez; Timur Selçuk, Türkiye’de sıklıkla rastladığımız ifrat-tefrit salınımından özenle kaçınan, kişilikli bir denge noktası bulabilen az sayıda müzik insanından biridir. Makam müziğinden her zaman beslenmiş, ancak iyi bir Marksist olarak, değişen üretim ilişkilerinin tarihin diyalektiğinde yeni biçimlere dönüşeceğini, eskileri yinelemenin ise bu sürecin dışına nostaljik bir kaçıştan başka bir şey olmadığını idrak etmiştir. O nedenle temel yöntemi daima çok sesli duyuş, düşünüş ve ifade olmuştur. Aynı nedenden ötürü, Münir Nurettin Selçuk gibi, müzik tarihinin yönünü belirleyen üst düzey bir sanatçının oğlu olmanın kolayca yol açabileceği bir gölgede kalma hâline düşmemiştir. Babasının müziğine sahip çıkmış, hatta onu yeni bir söyleyiş ve orkestralama mantığı içinde yorumlamış, ancak aynı yolu sürdürmeyi tercih etmemiştir.
Timur Selçuk’un bileşimciliği konusunda özellikle bir hususun altını çizmemiz gerekir: Bileşimsellik, Timur Selçuk’a göre ‘Doğu-Batı sentezi’ değildir. Onun böyle bir arayışı hiç olmamıştır. Bileşim, köklerini Türkiye’nin içine dâhil olduğu kültür havzasından (çünkü kültürün ulusal, etnik, dinsel, vb. kalın sınırları değil bunları aşan geçişli havzaları vardır) alan, ancak üzerine her türlü çok seslilik tekniğini ekleyebildiği bir özgünlük sahasıdır. Türk müziğine, sanki özünde çok sesli bir yapıymış gibi yaklaşan, böylece inşa ettiği çok seslilik düzeninin en doğal şekilde tezahür etmesini sağlayan bir dil oluşturmuştur. Timur Selçuk’un çok sesli müzik dokusu, popüler bir dili barındırabilir; ancak asla popülist çözümlere yönelmemiştir. Çok seslilik Selçuk’ta sürekli dönüşen bir anlatım biçimidir; yeni renklere ve çeşnilere açıktır. En popüler tipteki eserinde dahi bizi şaşırtan, tekrarlama tuzağına düşmeden gelip geçen küçük tınısal, ezgisel, ritmik buluşlar vardır. Ayrıca eserin altyapısı, popüler müzik sahasında işitmeye alışmadığımız bir zenginlik içerir. Timur Selçuk’un çok sesliliği, orkestranın (makam müziği algıları dâhil) olanaklarını uygun yerlerde kompozisyon dokusuna uygun şekillerde dâhil eder.
Timur Selçuk’un müzik dilindeki özgünlük yalnızca bir sanatçı yeteneği ve imgelemiyle açıklanamaz. Timur Selçuk, müzisyenin (besteci, yorumcu, icracı) özgün olabilmesinin, müziğe dair teknik bilgi ya da sezginin gelişmişliğinin ötesinde, derin bir düşünsel birikime bağlı olması gerektiğini kanıtlamıştır. Türkiye’de başta müzik insanlarının kendileri, müzisyen konumunu bir çeşit teknisyen olarak algılama eğilimindedir. Özellikle icracıların teknik mükemmeliyete erişmekten başka hedefleri olmadığı fikri, birçok müzik kurumunun eğitim sisteminde öğrencilere aktarılmaktadır. Oysa hem besteci hem icracı teknik gelişmişliğinin yanı sıra (o zaten tartışılmaz düzeyde olmalıdır), aynı zamanda bir entelektüel donanımına ve tavrına sahip olmalıdır. Timur Selçuk bu vazgeçilmez önemdeki niteliği, temel sanatçı düsturu olarak benimsemiştir. Ayrıca böyle bir okuma, gelişme, yazma pratiğinin belirgin bir dünya görüşü biçimlendirmemesi de doğal olarak mümkün değildir. Sanatçı bir dünya görüşüne sahip olan, bu çizgide hem istikrarlı hem gelişmeye açık kalabilen, bununla birlikte mevcut ideolojik cenderelere kendini mahkûm etmeyen kişidir; bunu somut olarak öğrendiğimiz en özgün kişilerden biri Timur Selçuk olmuştur. Dünyaya bu denli çoğulcu ve yapıcı bakan bir sanatçının emekten yana olması, doğal olarak ortaya çıkan bir sonuçtur. Ancak bu temel tercihini mutlaka mevcut ideolojik konum alışlara özgü davranış ve görünüş kalıplarını taklit ederek ortaya koymak zorunda değildir; Timur Selçuk’un, katı ideolojik çerçevelerden bakanların nezdinde belirgin bir konuma oturtulamayışının başlıca nedeni de budur.
Timur Selçuk, Türkiye’de kalıplaşmış başka bir entelektüel saplantıyı da aşmıştı: Yaptığı müziğin popüler nitelikte olmasından bir rahatsızlık duymadı. Selçuk, babasının da arkadaşı olan, çocukluğunda bolca çevresinde bulunabildiği Cemal Reşit Rey’inkine benzer bir konum işgal etmiştir. Sağlam bir müzikal altyapısı bulunmasına, Avrupa müziğinin hem tekniğini hem kültürünü iyi hazmetmiş olmasına karşın, sanatını salt seçkin bir konumla sınırlandırmamıştır. Popüler duyarlılıklara hitap edebilecek eserleri üretmeye ağırlık vermiştir. Kompozisyon bilgisi ve müzik kültürü çok derin, kişisel üslûbu ise belirgin bir aristokratlık içeren Cemal Reşit Rey de halkın beğenisine hitap eden, ancak aynı zamanda onu nitelik açısından yükselten operetler, hafif eserler yazmakta hiç beis görmemiştir. Timur Selçuk müziği, bir anlamda, piyasa düzenleyicileri tarafından sınırları kesin olarak birbirlerini ayırması istenen popüler müzik ve sanat müziği alanlarının birbirlerine yaklaşmalarını sağlamıştır; hattâ onları ayıran sınırların Selçuk’un müziğinde epeyce bulanıklaştığını iddia edebiliriz. Bu yakınlaşmayı, nitelikten ödün vermeden yapabilen pek az müzik insanı olmuştur.
Timur Selçuk’un müziğinde gözlemlediğimiz en belirgin özelliklerden bir diğeri de tiyatroyla yakın olmasıdır. Selçuk’un doğrudan tiyatro müziği olarak bestelediği eserleri dışında, diğer ürünlerinin pek çoğunda bir tiyatro izleği, dekoru ve ruhu hissedilir. Timur Selçuk, tiyatroyu yalnızca bir temsil alanı olarak değil, aynı zamanda bir politik mücadele düzlemi olarak görmekteydi. Bununla birlikte, onun tiyatro müziğini algılayışı, çiğ bir propagandacılığı ve sahneyi slogan meydanı gören zihniyeti, niteliğin sopasıyla kovar. Tiyatro müziği, hayatın nabzını ironiyle buluşturur; ritmiyle, emeğin coşkusunu seferber eder. Tiyatro-dışı eserlerindeki teatral hava, Attilâ İlhan’ın şiir ve romanlarındaki sinematografik dil oluşturma gayesiyle akrabadır. Nitekim Karantinalı Despina’yı dinlerken, şairin ustaca betimlediği dönem ruhu, Timur Selçuk’un müziğinde teatral bir canlandırmayla gözümüzün önünde somutlaşır; Muammer Bey’in hüznünü, Despina’nın pragmatik hoppalığını, Miralay Zafiru’nun zafer sarhoşu kibrini, nihayet İzmir’e yoğun bir sis gibi oturmuş kederi, Timur Selçuk’un teatralleştiren müziğinde bizim anılarımızmış gibi sahici bir şekilde hissederiz. Bu açıdan, Timur Selçuk bir yandan inandırıcı bir dekor ve onun hislerini betimler, diğer yandan ironi, müzikle betimlenen durumun duygusuyla karşıt yönde beliren izlenimler, vb. gibi özellikler sayesinde, dinleyiciyi/seyirciyi gerekli yerlerde mesafe almaya sevk eder. Bertolt Brecht’in yabancılaştırma efekti (Verfremdungseffekt) adını verdiği unsurlar, Timur Selçuk’un teatral müzik diline içkin bir karakter olmuştur.
Timur Selçuk, bütün besteci, icracı, müzik insanı özelliklerinin yanında, iyi bir öğretmendi. Sayısız müzik insanını yetiştirmiştir. Bu satırların yazarı, profesyonel (hattâ amatör) müzisyen olmamasına karşın, müzik eğitiminin önemli bir aşamasını, Timur Selçuk’un ısrarla yıllarca etkinliğini sürdürdüğü Çağdaş Müzik Merkezi’nde bizzat kendisinden ders alma şansına sahip olmuştur. Birbirinden her bakımdan farklı yirmiye yakın öğrencinin bir araya geldiği armoni sınıfında geçirdiğim dönemi, büyük bir zenginleşme olanağı olarak hatırlıyorum. Konusuna hâkim, temelinde üretim olan özgüvene sahip insanlara özgü bir nezaketi, Timur Selçuk’un bizimle mükemmel bir pedagoji bağı kurmasını sağlıyordu. Aralarında toplumsal sınıf, eğitim, yaş, siyasi görüş, entelektüel birikim farkları olan öğrencileri nasıl ortak bir iletişim düzeyinde buluşturduğunu biraz mutluluk biraz hüzünle hatırlıyorum. Dubois egzersizlerini, yerine göre akademik bir konuşma ya da ortaoyunu üslûbunda anlatmayı, bize bu çetrefilli bulmacaları en kolay yoldan çözülebilir kılmayı öğretme ustalığına sahipti. Egzersiz çözüldükten sonra dörder ya da beşer kişilik gruplar hâlinde ayrılıp bas-tenor-alto-soprano partilerini birlikte söylememizin verdiği coşkuyu unutmam mümkün değildir. Aynı şekilde dörtlü armoni sistemine göre makam müziği anlayışındaki çok seslendirmeleri de öğretmiştir. Armoni düzeninin şifrelerini çözerken, müzik tarihi, genel kültür, gündelik hayat ayrıntıları gibi birçok küçük tema da derse dâhil olurdu. Konuyu anlatması sağlam bir bilgiye dayanır, bu yetkinliği her davranışına yansırdı. Bununla birlikte, ya da zaten o sayede, öğrencileriyle mizahi bir dille iletişim kurardı. Müzik unsurlarına kendine özgü isimler takmak (bemole bomel, sansible Zanzibar demek gibi), o her zamanki sakin ve ironik ses tonuyla kültür tarihimize dair küçük ipuçları vermek (çay ya da kahve ikram eden bir hanımın ellerini, fincan ve tabağını alırken kendi elleriyle hafifçe kavrayıp buna “Tanzimat çapkını” dendiğini söylemişti; bunu o sırada beş yaşlarında olan kızı Mercan’ın sınıfa girip babasına fincanda çay getirmesi sırasında uygulamalı olarak göstermiş, hepimizi kahkahalara boğmuştu) gibi gülümseten anlar yaratmakta becerikliydi. Aynı bağlamda, Dubois’yla boğuşurken, Avrupa’da süit biçimiyle Türkiye’de Mevlevî Ayini’nin benzer zamanlarda geliştiğini, aralarında bir paralellik olduğunu, her ikisinin de arka arkaya gelen danslardan oluştuğunu söylediği zaman yaşadığımız şaşkınlık dün gibi hatırımdadır. Bilgiyi taçlandıran okulunda, yorulmak bilmeyen bir işçiydi.
Timur Selçuk, emekten yana, üretim gücüne inanmış, özgün bir müzik insanıydı; Türkiye’nin zenginliğiydi. Onu bu konumuna yalnız müzik ve tiyatro yapılan bir evde büyümüş olmanın değil, ciddi sabır, sebat, azim, çalışkanlık gerektiren uzun bir birikim sürecinin getirdiği açıktı. Yıllar önce Galatasaray Lisesi’nin Tevfik Fikret Salonu’nda verdiği bir resitalde, bu konuma gelişinin epeyce acılı olduğunu, bu uğurda midesinin dörtte üçünü kaybettiğini belirtmişti.
Türkiye’nin bugün görgüsüzlüğü, sığlığı, kabalığı baş tacı eden sosyo-politik ortamı, toplumsal alanı hızla çölleştirmektedir. Cumhuriyet’in maddi-manevi ne kazanımı varsa haraç-mezat satılmıştır. Çölde yaşamanın acısını hisseden sanatçılar, çiğ paraya tapan kiç (kitsch) düşkünü bir zenginleşmenin kültür üretme yeteneksizliği karşısında küskün gemiler gibi bir bir palamar alıyorlar. Timur Selçuk da böyle meçhule açıldı. Ardında güzel anılar, son derece özgün bir üretim, genç müzik insanlarına kılavuz olacak bir rota bırakarak…
Peki ya;
“Bu düzen böyle mi gidecek?
Pireler filleri yutacak.
Yedi nüfuslu haneye
Üç buçuk tayın yetecek.
Karışık bir iş vesselâm
Deli dolu yazar kalem
Yazdığı da ne
Bir sürü ipe sapa gelmez kelâm”
“(Sol-la-sol-fa-mi-re bemol -dikkat, çok önemli!- DO!)”
ALİ ERGUR
1 Aralık 2020, Denizli