Cep telefonlarına kamera yerleştirildiğinden beri, fotoğraf, bir an çerçeveleme sanatı olmaktan çıkıp bir grafik anlatım aracına dönüştü. Aslında bu sürecin daha önceye dayandığını, fotoğraf makinesinin kolay taşınabilir hale gelmesi, sayısal teknolojiye geçmesi, maliyeti düşük görüntü kalitesi nispeten yüksek makinelerin üretilmesi gibi dönüm noktalarına kadar da indirebiliriz. Ama fotoğrafın toplumsal anlamının köklü bir dönüşüme uğraması, pelikülden sayısal teknolojiye geçişle olmuştur. Böylece, tespit edilmeye çalışılan gerçekliğin görsel izdüşümünün, fotoğrafı çekenin öznel merceği (öznelik) ile makinenin nesnel merceği (objektif) arasında oluşturduğu denge bozulmaya başlamıştır. Zira gerçekliği çerçeveleme çabası, sayısal öncesinde bilgi, sezgi, ustalık ve hepsinden önemlisi şiirle bakma becerisine dayanıyordu. Oysa sayısal, öncelikle geri alınabilirliği, silinebilirliği, müdahale edilebilirliği beraberinde getirmiştir. Aynen daktilodan bilgisayara geçerken olduğu gibi, hatayı silmek, yapılmışı yapılmamış gibi yapabilmek (“undo”) çok daha kolay hale geldi. Bu, kuşkusuz bir yanıyla zaman ve kaynak tasarruf etmeyi kolaylaştıran, yazma veya fotoğraflama etkinliğini demokratikleştiren bir anlama gelmekle birlikte, aynı zamanda, akışkanlıklar ve süreksizlikler çağı olan günümüz sanayi-sonrası toplumunun ahlâki özelliğini de yansıtıyordu: Pardon ahlâkı diyebileceğimiz, eylemi yaparken ya da yapmadan önce düşünmek yerine, yaptıktan sonra geri almaya çalışmak anlayışı, hiçbir ilişkinin kalıcı olmadığı, her toplumsal konumun geçici ve ‘duruma göre’ ayarlandığı bir dünyada temel muhakeme biçimi haline gelmiştir. Önce yapıp sonra pardon demek. Bu düşünce biçiminin altında ise her şeyin değişim değeri cinsinden bir karşılığı olabileceğine dair liberal zihniyet yatıyor. Hata mı yaptım? Pardon derim. Zaten “pardon” bunun için değil midir? Pardon diyemiyorsam, kaç paraysa veririm. Parasıyla değil mi? Yere çöp atabilirim. Temizlikçi bunun için değil mi?
Undo tuşu, bir yanıyla teknik bir kolaylığın diğer yanıyla ahlâki bir esnekliğin ifadesidir. Daktiloda yazılanı yani düşünüleni; pelikül filmde, tespit edilenin estetik anlam ve değerini iyi tasarlamak gerekiyordu. Kötü yapılanı makinenin düzeltme olanağı ya hiç yoktu, ya pek az vardı (daktiloyla yazmış olanlar, hata düzeltmenin ne kadar zor ve kirletici olduğunu hatırlayacaklardır!). Yazmak ya da fotoğraflamak (fotoğraflamak da yazmaktır), kaynakların kısıtlı olduğu, geri almanın erdem olmadığı bir dünyada önemli bir düşünce etkinliğiydi. Konuşmadan, yazmadan, fotoğraflamadan önce düşünmek gerekirdi. Düşünmek ise öznel olanın, aklın süzgecinden geçerek kendisini ifade edebilmesi anlamına geliyordu. Oysa sayısal teknoloji, fotoğrafın toplumsal anlam ve işlevini kökten dönüştürmüştür. Bugün fotoğraf, anlıksallığın tekno-fetişist kutsanmasını kodlayan bir dile dönüşmüştür. Teknolojik mükemmellik söylemiyle sarılmış bir an tespiti, yeni tür bir piktogram sistemini inşa eder görünüyor. Ancak bu yeni ‘resim-yazı’da örneğin ne çivi yazısının soyutlayıcı bilgeliği, ne Maya dilinin şaşırtıcı grafik tarihselliği, ne Girit’in hâlâ çözülememiş ‘Doğrusal A’ (Linear A) figürlerindeki naif gizem vardır. Tersine, onların kalıcılığının ve içerdikleri tarihsel katmanların anti-tezi gibi, anlık fotoğraf, anda var olup yok olanın fazla ışıltılı estetiğini yüceltir. Doğal olarak, ontolojisinde, ne akıldan süzülene ne yürekten damıtılana yeterince yer vardır. İyi fotoğrafçı, en yeni teknolojik olanakları en iyi kullanan kişi değil, zamana felsefeyle ve şiirle bakan ustadır. Fotoğraf bunca akışkan ve uçucu bir dile dönüşürken, hâlâ onu bir düşünce etkinliği ve duygu ifadesi halinde işleyebilen ustaların var olması sevindiricidir.
Fotoğrafın, her düzeyde amatör ilgi alanı olduğu, sayısız teknik olanakla desteklendiği günümüz dünyasında, onda en çok eksilen unsuru, şiirselliği yerine koymaya çalışanlara özel bir saygı duymamız gerekiyor. Türkiye’nin fotoğraf alanında birçok değerli sanatçısı var. Bunların arasından dünyada sesini duyuran önemli isimlere rastlamak gurur veriyor. Burada bütün bu isimleri anmak, sanat anlayışlarına değinmek mümkün değil. Üstelik böyle bir ufuk turunu, fotoğraf sanatında söz söylemeye ehil eleştirmenlere bırakmak gerekiyor. Ancak Türk çağdaş fotoğraf sanatçıları arasından, yalnızca ulusal çapta değil, dünyanın önemli fotoğraf yayınlarında da kabul görmüş bir sanatçıya değinmemiz gerekiyor. Bunun nedeni yalnızca fotoğraflarındaki sanatsal değer değil, aynı zamanda kurduğu estetik bağlamın, içinde yaşadığımız performans-kaygılı, hız-tutkulu, tüketim-saplantılı çağın çılgın akıntısına karşı, ustalık ve bilgelikle duran bir sanatçısı olmasıdır. Çalışmaları fotoğraf dünyasının önemli dergilerinden Strong 70’de, kendisiyle ayrıntılı bir röportajla birlikte yayınlanmış olan Yalçın Varnalı’dan bahsediyoruz. Varnalı, profesyonel bir fotoğrafçı olmamasına karşın, gerçek bir usta düzeyine ulaşmış değerli bir sanatçı. Bu ustalık payesini, öncelikle fotoğrafın, bugünün teknoloji-yoğun dünyasında edindiği anlam ve kullanımlarına karşı duruşuyla hak ediyor. Telaş, akış, hareket, tasarım, biçimin egemenliği vb. gibi baskın esaslara karşı, sakin, dingin, savaşmadan, sanayi uygarlığıyla kuşatılmış ‘rezerv’inde kendi şarkısını söyleyen Kızılderili gibi, kendi öyküsünü anlatıyor. Aynı dünyaya bakmamıza karşın, büyük çoğunluğumuz orada bir AVM parıltısı, vesilesiz eğlence, mesnetsiz duruşlar görürken, Varnalı, dinginliğin sorgulayıcı, hâtta kimileyin ürkütücü sükûnetini görüyor. Minimalizm, onun ‘muhiblerinin’ çoğunun nazarında, vasat yetenek kamuflajı ve IKEA estetiği olarak kısıtlanmışken, Varnalı’nın fotoğraflarında yalın bir zaman-mekân poetikası olarak yüceliyor.
Varnalı, esas olarak insansız, ıssız, metruk, durağan, uzak manzaraları fotoğraflamayı tercih ediyor; üstelik onları da en durağan, hareketsiz ve âtıl halleriyle. Çoğu karede su olmasına karşın, en hareketsiz, en duran halinde, handiyse su değilmiş katıymış gibi çarpıcı bir su imgesiyle karşılaşıyoruz. Bunun üzerine uzun pozlama tekniği, büyük çoğunlukla siyah-beyaz tercihi, kare çerçeve eklendiğinde, artık dinginlik, üslûpçu bir kaygı olmaktan çıkıp güçlü bir anlatım aracına dönüşüyor. Çok hızlı dönen bir tekerliğin dönmüyormuşçasına durağan görünmesini andıran bir durağanlık bu. Ancak tersinden çalışan, beklenmedik cepheden vuran cinsinden… Varnalı bizatihi durağanlığı hem fotoğraflıyor hem sahneliyor; hiçbir müdahale yapmadan sahneliyor. Hareketin durağanlığını yakalayarak değil, mutlak durağanlıkta, orada mevcut olmayan bir harekete gönderme yaparak, saf metafora dönüşen ‘yok-hareket’i imleyerek bunu yapıyor. Korku filmlerinin en korkutucu olanları, korkunun kaynağını göremediklerimiz, onu imgeleştiremediklerimizdir. Gerçekliğin durağanlığının bu kadar yalın, bu kadar yanı başımızda, bu kadar sorgulayıcı, bu kadar ürkütücü olabildiğini Varnalı’nın fotoğraflarında keşfediyoruz. İyi sanatçı, en yalın dille en vurucu gerçeklik kurgusunu inşa edebilen kişi değil midir zaten?
Yalçın Varnalı’yı zamanı sorguladığı, daha doğrusu zamanı algılayışımızı sorguladığı iki sergisiyle tanıdık: 2010’da Zamanda Kaybolmuş / Lost in Time ve 2012’de Başka Bir Zamanda / In Another Time. Varnalı, fotoğraflarındaki incelikli anlama çabasının gerektirdiği sabır, sebat, derin bakış gibi, zamanı sorgularken de hiç acele etmedi. Her ciddi düşünce insanının ya da sanatçının olduğu gibi, temel bir sorunsalı taşıyan, bunu farklı tema ve araçlarla ifade eden Varnalı, şimdi zaman ve mekân kavramlarını en uç noktalarına çekebileceği ideal bir topos resmediyor: Dünyamızdaki bu dünyadan değilmiş izlenimini veren en etkileyici yerlerden biri olan İzlanda konulu sergisi, 17 Eylül’de Fototrek’te açıldı. Serginin başlığı da Varnalı’nın poetikasını, görsel gücünün yanı sıra logos’unun etkileyiciliğini de yansıtıyor: Dünyanın Başladığı Yer / Where the World Begins.
Yalçın Varnalı, sergi tanıtım metnin bir bölümünde kendi kaleminden İzlanda’yı şöyle tarif ediyor: “(…)İzlanda… Buz ülkesi… Buzdan ülke. Burada hiçbir görüntü insanı şaşırtmaz. Her şey her şeye benzer; her şey her şeye dönüşür; hiçbir şey benzediği şey değildir. Sonsuzluk kavramını hayal etmeye çalışırsın; buz ülkesinde onu görürsün. Akkor ırmağının taşlaşması türlü biçimlere girmiştir: Atomlaşmış tüfler, kurşun dökülmüş gibi eğri kayalar, aniden soğuyup duvar örmüş lav kristalleri, ateşin koynundan çıkıp gelmiş suyun havanın buzdan soluğuna değdiği yeri seyredersin. İçindeki karşıtlıklar gibidir bu karşılaşma; zor kararların gibidir. Ama başladığı yerde yaşam kımıldar. (…)”
Sanatçının sergi tanıtım metni, yeterince güçlü bir şekilde foto-poetikasını açıyor. Bize ise Varnalı’nın 14 Ekim’e kadar gezilebilecek Dünyanın Başladığı Yer sergisini hayranlıkla ziyaret etmek kalıyor.
Meraklısı için bağlantılar:
http://www.fototrek.com/olympusgaleri.html