Yaz albümü, gürültülü plaj ve hayatın sürprizleri:
Müzik tahakkümünden kaçıp Gülçin Günaydın'in resimlerine sığınmak...
Hatırlayanlar bilirler: 2000'lerden önce pop müzikte 'yaz albümü' mevhumu pek mevcut değildi. Pop müzik şarkıcılarının yaklaşmakta olan tatil dönemi için yaklaşık olarak Nisan-Mayıs aylarında patlattıkları şarkı paketleri, yaz mevsimi boyunca Türkiye'nin en gözde deniz kenarı bölgelerinde çalınmak üzere kurgulanmaktadırlar. Her ne kadar burada söz konusu olan müzik türü en kolay tüketilir, dolayısıyla en geniş kitlelere hitap eder nitelikte de olsa, yaz albümü olgusunun toplumsal sınıf boyutu çoğunlukla göz ardı edilir. Zira yaz albümü yalnız bir müzik üslûbu değildir; bir hayat tarzını beraberinde sürükler ve işaret eder. Müzikal içeriği, unsurları ve anlam taşıyıcıları itibariyle, mümkün olan en basit, en kolay algılanabilir kalıpları kullanmakla birlikte, yaz albümü ve türevi pop ifadeler, pratikte belli bir ekonomik güce sahip olanların erişebildiği olanaklardan oluşan bir hayat kurgusu içinde tüketilmek üzere düzenlenmişlerdir. Kuşkusuz pop müzik şarkıcılarının 'tutan' şarkıları yalnızca belli bir ekonomik gönenç düzeyindekilere hitap etmez; akıllara seza fiyatlara satılan yiyecek ürünleriyle meşhur 'beach'lerin ahalisinden, tatil mevhumuna epeyce uzak, asgari ücret (belki onun da altı) düzeyinde hayata tutunmaya çalışan konfeksiyon atölyesi emekçilerine kadar çok geniş bir yelpazede revaç bulabilir. Ancak buradaki önemli husus, pop müzik ve kültürü, birilerinin sabun köpüğü gerçekliğiyken diğerlerinin erişilmez düşü olmasıdır. Diğer bir deyişle, pop müzik ve işaret ettiği hayat tarzı, suya atılan taşın dalgaları gibi, toplum tabakalarını kat eder; her birinde farklı anlam ve işlevler oluşturarak çok-boyutlu bir toplumsal ortak payda haline gelir. Ancak bu, sahte bir ortaklık ya da bir ortaklık yanılgısıdır. Tüketimin neredeyse yegâne toplumsal oydaşma düzlemi olduğu bir ortamda, pop müziğin bir ortaklık hissi çoğaltması şaşırtıcı sayılmamalıdır. Ancak sonuçta, genelde pop müzik, özelde onun olduğundan da basitleştirilmiş 'yaz albümü' sürümü, binyıllardır egemen sınıfların benimsediği ve uyguladığı hükmetme stratejisine uygun olarak, kendi gerçekliğini ideal olarak gösterip toplumsal bir imge kurar. Egemen sınıf (belki sanayi toplumunda bu kavram münhasıran burjuvaziydi; ancak bugün yeterli ekonomik güce sahip olanlar olarak tanımlanabilir), kendi hayat tarzını toplumun geri kalanına yüceltilmiş bir imge olarak gösterirken, gündelik hayatın temelinden sessizce akan saydam ideolojisini tahkim eder, güçlendirir, yayar, yeniden üretir ve meşrulaştırır. Böylece, ünlü Amerikalı ekonomist-sosyolog Thorstein Veblen'in, daha finans kapitalizmi yeni palazlanırken (1899), yaklaşmakta olan bir toplumsal eğilimi, henüz küçük bir azınlığın davranış ve varoluş kipi olduğu zaman ustalıkla tarif ettiği gibi, dinlence/eğlence sınıfı (leisure class), kendisini bilhassa tüketim üzerinden kurmaktadır. Bugün bu dinlence/eğlence sınıfı, hem Veblen'in zamanına göre genişlemiş hem ekonomik anlamda olmasa bile kültürel anlamda, yalnızca hükmeden değil hükmedilen sınıfların tamamına da farklı biçimlerde yayılan bir hayat tarzı özelliğine bürünmüştür. Artık Çeşme ya da Türkbükü'ndeki beach'lerde, magazin basınında ağdalanarak pazarlanan hayat tarzı, o deneyim yaşansın ya da yaşanmasın, bir toplumsal arzu nesnesine dönüşmüştür. Ortak noktası tüketim olan bütün toplum katmanları aynı arzu nesnesine yönelirler. Nitekim büyük ölçüde 2000'li yıllar boyunca, plajdan beach'e geçiş, sınıflar arası uçurumların ekonomik anlamda derinleşmesine, buna mukabil ideolojik anlamda garip bir şekilde kapanmasına tekabül eder.
Yaz albümü, müziğin sesle değil imgeyle ilgili boyutuna (belki de bu şekilde müziğin yalnızca imgesi vardır) bağlanmaktadır. Zira müzikolojik açıdan değerlendirildiğinde, pop müziğin zaten fevkalâde tekdüze ve indirgenmiş ontolojisini daha da temel itkiler düzeyine çeken yaz hitleri, aşırı vurgulu basit bir bas hattı, kulaklara hiç yük olmayacak birkaç akor ve elbette en ilkel dans duygusunu harekete geçiren yineleyici, bol darbeli bir ritmik yapıdan ibarettirler. Başarıları bu basitliklerinde gizlidir. Zira özellikle 'yaz tatili' mevhumu, tüketim-eksenli dünyada, hiçbir şey üretilmeyen, boş geçirilen, bu yüzden bolca sıkıntı hissedilen bir zaman parçası anlamına gelir. O nedenle, yaz müziklerinden belli bir hafiflik içermeleri beklenir. Kültür endüstrisi ise, bu sınıflar-ötesi beklentiye fazlasıyla karşılık vermekte pek mahirdir.
Yaz pop müziklerinden en az beklenen özellik, müzik olmalarıdır! Zira pop müziğin ve genelde müziğin, günümüzdeki yaygın kullanımı boşluk doldurmaya yöneliktir. Sıkıntıyla karakterize ve mâlûl bir hayat tarzı, müziğin dolgu malzemesi yapılmasına şiddetle gereksinim duyacaktır. Kötü korku filmleri misali, müziksiz bir toplumsal deneyim mümkün değildir. Ancak paradoksal olarak, müzik, bir eğlence-tüketim ortamında, örneğin plajda, en kendisi olmadığı halinde ve en müzik-dışı işlevleriyle var olur. Müzik, bu bağlamda işitsel olmaktan çok görsel bir unsur olarak çalışır; bir çeşit saydam mimari yapıtaşı olarak toplumsallaşma ortamını inşa eder. Özellikle eğlence ve tüketim mekânlarında, müziğin heryerdeliği ve sürekliliği, bu gerçeklik inşa edici özelliği nedeniyledir. Ortamın tüketimle belirlenir olma özelliği, sıkıntı-egemen bir etkileşim düzeninin varlığı, müziğe, olduğundan fazla bir taşıyıcı niteliği tevdi eder; sürekli aynı aşırı-vurgulu ritim kalıplarını tekrar eden müzik parçaları, bir zaman kurgusunun var olduğuna bizleri ikna ederek, algısal boşluğa izin vermeyecek şekilde bir akış oluşturur. Tatil, güzel anlar paylaşmak ve onları üreterek çoğaltmaktan çıkıp düşünsel anlamda salt durulan, tüketme eylemleriyle bezenmiş bir boş gösterene dönüşmüştür. Bu üretimsiz var oluşun ideal dekoru olarak tasavvur edilen ve kitlelere dayatılan yazlık yer, deniz kıyısı, plaj, bu nedenle, doğal olarak müzikle örülmüştür. Müzik susarsa hayatın duracağından neredeyse eminizdir. Bunca müzikal özünden sıyrılmış müzik sevdasını açıklamak, onun bu mimari-ideolojik işlevine değinmeden olanaksızdır.
Pop müziğe temel özelliğini veren unsurlardan biri yapısal basitliğiyse, diğeri kuşkusuz söz üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Söz bir anlam iletici olmaktan ziyade, müzikal ve özellikle ritmik dokuyu taşıyan bir vektör olma vasfını yüklenmiştir. Birçok popüler müzik dinleyicisinin sözsüz müziğe, hâttâ yabancı dilde sözlü müziğe dahî tahammül gösterememelerinin altında, sözün bu ritim taşıyıcı özelliği yatar. Ancak sözün işlevi bununla kalmaz. Kuşkusuz söz, dilsel anlam parçaları içerdiği için, aynı zamanda belli bir anlam aktarımı ve paylaşımında da işlev kazanır. Popüler müzik her zaman konuşma diline yakın kalıpları benimsemiş, yayılmasını sağlamak için bunları bolca kullanmıştır. Bununla birlikte, günümüz Türk pop müziğinde yine 2000'li yıllarla birlikte hızla yükselen bir eğilim konuşma dilinden öte, bozuk bir Türkçe kullanımının hızla yaygınlaşması söz konusudur. Bir çeşit salt tüketici genç kız ("ikoncan"?) argosu olarak tanımlayabileceğimiz bu, saç saça mahalle kavgasına çeyrek kalmış ifade biçimi, özellikle yaz hitlerinin son dönemdeki rağbet görme nedenlerinin başında sayılabilir. 1990'larda "hey Corç versene borç" naifliğinde başlayan bu eğilim, günümüzde "öptürücem sana bu evin yollarını" düzeyine varmış görünüyor. Popüler mecralardaki bu kötü konuşma tıpkıyazımı dil, dinleyenleri genç insanlar arasında Türkçe söylenişin sahiden böyle olduğuna dair kanıyı perçinleyerek kendini, bir anlamda geri döndürülmez biçimde yeniden üretmektedir. E-posta ya da sms yazarken "yapıcam, gelicem" diye yazan sosyal bilimci, müzikbilimci meslektaşlarımız olduğunu düşünürsek, her zaman kendi ayrımlaştırıcı dillerine gereksinim duyan gençlerin, bu konuda en günahsızlar olduğunu da eklemeliyiz. Diğer yandan, sözün müziğe bunca egemen olması, ezgi çeşitlemelerindeki icat gereğini ortadan kaldırmaktadır. Ezgisel yürüyüşteki çeşitlenmeler, yalnızca müzikal anlamda değil düşünsel bakımdan da derinlik, çokboyutluluk, çoğulculuk gibi özelliklerin gelişmişliğine dair işaret olarak okunabilir. Bach boşuna mı icatların (inventions) önemini vurgulamıştı? Eleştirel düşüncenin doğduğu bir çağda îcâdın yüceltilmesi ne kadar doğaldıysa, basmakalıp algı kalıplarının yaygınlaştığı dünyada düzleşmeye teveccüh gösterilmesi o kadar beklenir olsa gerek. Böylece müzikal tekdüzelik, sözün aşırı kılcallaşmış (örneğin on altılık notaların her birine bir hece düşecek şekilde) kullanımıyla bir çeşit tesviye işlemine tabi tutulmaktadır. Müzik ne ölçüde melos'tan sıyrılıp boş bir vuru kalıbına dönüşüyorsa, söz de aynı oranda logos'tan uzaklaşıp onomatope benzeri bir boş ses haline dönüşmektedir.
Tüketimle yoğrulmuş metropoliten gerçekliğimizden kaçıp ruhumuzu dinlendirmek için sığındığımız deniz kenarında müziğin bir şiddet aracına dönüşmüş taarruzuyla karşılaşmak umut kırıcı görünüyor. Bu düşüncelerle, konakladığımız tatil sitesinin 'sosyal tesis'inde doğanın dinginliğini deneyimlemenin olanaksızlığını gözlemliyoruz. Bu yüksek hacimli sözlü-ritimli pop istilasında kitap okumak için yoğunlaşmanın mümkün olmadığını görüyoruz. Sorun değil: Zaten kimse kitap okumuyor! Artık kitap okumamanın ciddi bir gerekçesi de var üstelik: Her an neler kaçırdığımıza hayıflanarak, bizimkinden başka hayatların renkliliğini edilgen bir şekilde temaşa ettiğimiz, yine de kendimizi sürekli vitrine yerleştirmeye çalıştığımız 'sosyal medya'ya yetişmeye çalışıyoruz. Daha önce deniz kıyısı deneyimlerimizde de benzer müzikli kuşatmalar yaşadığımızdan, hüzünlü bir şekilde evimize dönüyoruz. Ancak hayat daima küçük sürprizler hazırlar. Komşumuzun, pop kültüre direnmemizde güç sağlayan değerli bir sanatçı olduğunu keşfetmenin ayrıcalığını yaşıyoruz. Resim ve gravür sanatında özgün çalışmaların sahibi Gülçin Günaydın'ı tanımak, beklenmedik bir kültürel sığınak oluyor.
Gülçin Günaydın, 1951 İzmir doğumlu bir sanatçı. Önemli eğitim kurumlarından biri olan Buca Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü Grafik Ana Sanat Dalı'ndan 1973 yılında mezun oldu. Emekli olduğu 1994 yılına kadar çeşitli ortaöğrenim kurumlarında resim öğretmeni olarak görev yaptı. Eğiticiliğin yanı sıra, sanat çalışmalarına İzmir'deki atölyesinde ve Bodrum'da devam etmektedir. Farklı tekniklere hâkim bir sanatçı olarak figüratif bir çizgide eser vermektedir. Gülçin Günaydın, belirgin bir şekilde kadın ve kedi figürlerini farklı malzemelerle çalışmaktadır. Fantastik izleklerde resmettiği kadın figürleri, daima kişisel özelliklerini koruyacak kadar özgün (karakter), ancak bütün bir kadınlık durumunu temsil edecek kadar soyut (tip) özellikleri bir arada yansıtabilen bir sanatçının usta işi dokunuşunda beliriyorlar. Kedi dışında, kadına eşlik eden, onu gerçeküstü durumlar ve oluşlar içinde tamamlayan başka hayvanlar da kullanmıştır; kuş, kertenkele, iguana, balık, kelebek, yusufçuk, salyangoz, kunduz, bunlara örnek olarak verilebilir. Bu temsillerin simgesel anlamları kuşkusuz çok yoğundur. Buna mukabil sadelikle (hayvanlar genellikle tek kullanılmışlardır) derin bir anlam bağlamına gönderme yapan Gülçin Günaydın, kadının endişe, ket vurulmuşluk, kaygı, kendi olma sorunu, cinsiyetiyle ilgili kimlik sorgulamalarını simgelerken, aynı zamanda, özgürlük, kendini inşa etme, bağımsızlık, söz sahibi olma, dişiliğinin gücünü deneyimleme gibi boyutlarına da değinmektedir. Diğer bir deyişle, kadınlık durumunun toplumsal ve bireysel diyalektiğini incelikli, gereksiz cafcafı olmayan bir fantastik renk ve biçim dünyasına taşımaktadır. Her durumda Gülçin Günaydın, bağırmadan, göze sokmadan, mânidar bir şekilde bilinçaltı sularında yol alan bir gemiden sürekli iskandil almaktadır. Yağlıboya, metal ve ağaç baskı resim, Gülçin Günaydın'ın öncelikli tercihleri. Son derece üretken bir sanatçı olan Günaydın, sayısız kişisel ve karma ulusal sergi açmış, yalnızca yerel sınırlarda kalmayıp yurtdışında da birçok kez saygın etkinlikler kapsamında sergiler düzenlemiştir. Ayrıca ulusal ve uluslararası alanda ödülleri bulunan Gülçin Günaydın, Uluslararası Plastik Sanatlar (UPSD) ve Femme-Art-Méditéranée (FAM) üyesidir.
Yaz dekorunda pop müziğin tesviye edici kuşatmasından kaçarken, yanı başımızda sıra dışı bir sanatçı keşfetmekle, bunca çölleşen ve bitip tükenmez ahmaklıklar dizisiyle aklı başında insanları kahreden toplumsal ortamda, yanı başımızda küçük bir sanat vahası bulmanın ayrıcalığını yaşıyoruz. Gülçin Günaydın'ın sessiz aydınlığında sohbet etmek, eserlerini görmek, kültürün artık handiyse benzincide satılan CD, süpermarket-kitapçıda piyasaya sürülen çok-satara indirgendiği bir ortamda, çok özel bir deneyim olarak ayrıcalıklı anılar arasına yazılıyor.
Hayat her zaman diyalektiktir. Pop çölünün ortasında küçük bitki adaları daima gelişir. Belki bu kadar karamsar olmaya gerek yoktur. Bugünün tükeniş estetiği içinde bile...
ALİ ERGUR
1 Ağustos 2017