1980’li yıllarda tanıştık onunla. ‘Walkman’, müziği taşınabilir kılan, böylece zamandan ve mekândan bağımsızlaştıran, ama en önemlisi bireyselleştiren bir icat olarak yalnızca yeni müzik dinleme pratiklerini değil, aynı zamanda yeni bir var oluş biçiminin ilk işaretlerini vermekteydi. Plaklar varlığını devam ettirmekteyken, CD’ler henüz piyasaya girmemişken, kaset teknolojisi, bir çeşit ‘ara-eleman’ olarak bir geçiş dönemi halkasını oluşturmaktaydı. Walkman ya da Yürüradam, kasetin gündelik yaşamın içine çok daha taşınabilir ve esnek şekilde nüfuz etmesini sağlayan mucivezi bir araç olarak hızla toplumsal alandaki yerini alacaktı. Yürüradam’ın yaygınlaşması, hem teknik özellikleri hem zamanın ruhuna uygun düşen yerelliği ya da mikro-alan kuruculuğu sayesinde mümkün olabildi. Bu yeni icat, özellikle biz, 1980’li yılların gençlerinin boyunlarına, omuzlarına, bellerine, oradan da kulaklarına neredeyse birdenbire düşmüştü. Ama Yürüadam’ın teknolojisi, yalnızca teknik bir tesadüf değil, bir dönem ruhunu özetiydi de.
1970’li yıllar, belli ölçüde durağanlık, belirsizlik içeren, bununla birlikte mevcut sosyal devlet politikalarının, işçi hak mücadelelerinin kazanımlarının henüz bütün sağlamlığıyla yerinde durduğu bir dönemdi. Ancak diğer yandan, krizlerle savrulan kapitalizm, küresel ölçeğe taşmaya başlayan burjuvazinin huzursuz kıpırdanışlarının, ardından da daha şiddetli yakınmalarının baskısıyla, bu ‘fazla lüks’ kazanımları sürdürmeye pek niyetli görünmüyordu. Dünya çapındaki siyasi istikrarsızlıklar, büyük güçlerin, gizlice en kirli hükümet darbelerini, siyasi cinayetleri, çeşitli ‘covert op’ları destekleyip sayesinde sûret-i haktan göründükleri, üstelik (bugün de olduğu gibi) Dünya’nın ‘diğer’lerine ‘demokrasi’ dersi verdikleri, bilgiç ikiyüzlülüğünün sonucuydu.
1970’lerin sonlarına gelindiğinde, sanayi kapitalizminin çoktan tükenmiş kaynaklarının tortularından, ahlaksızca yararlanma dönemi de kapanmaktaydı. Sömürgeciliğin bilinen şeklinin, Dünya egemenliğinin 19.yy tipi siyasetinin bütün ‘açılımları’ tükenmekteydi. Eski sömürgeler bağımsızlıklarına kavuşmuşlar, başta gençler olmak üzere, insanlığın iliğini, kemiğini sömüren sermaye düzenin hoşnutsuzları, özellikle 1968 sonrasında, uslu çocuk olmaya sert itirazlar geliştirmeye başlamışlardı. Üstelik bir zamanların vur-ensesine-al-petrolünü uydu rejimleri, İran örneğinde olduğu gibi, ciddi devrim hareketlerine girişmişlerdi. Artık eski düzeni (Soğuk Savaş umacılarıyla sindirilmiş insanları kitle kültürünün basmakalıp ürünleriyle uyutup Dünya çapında sömürünün kanla çalışan değirmenine oluklar akıtarak edinilen sermaye) sürdürmenin olanağı yoktu. Eski ahlaksızlık, askeri-sınai bütünün (militaro-industrial complex) semeresinden yararlanma tıynetsizliğine dayalı kara paraların musluklarını sonuna kadar açıp emekçilerin zihinlerini pop kültürle tesviye etmeye dayanıyordu. Ancak 1970’lerde bu düzenin payandaları epeyce çürümüştü. Üstelik edinilmiş haklar, sosyal devlet, toplumsal hareketlerin dayandığı bütünsellik gibi eski Dünya olguları, narin ve uçucu sermayenin ayağına git gide ağırlaşan bir bağ olmaktaydı. O nedenle 1980’den itibaren yeni bir ekonomik örgütlenme biçimi ve onun gerektirdiği yeni değerler hızla yayılmaya başladı.
Neo-liberalizm, küresel ölçekte hiçbir engelle karşılaşmadan hareket etmeyi arzulayan finans kapitalizmi için biçilmiş kaftandı. Ancak böyle bir küresel akışkanlık, ancak aynı oranda akışkan, yersizyurtsuz (deterritorialized), parçalı ve süreksiz bir gerçekliğin inşasını da gerektiriyordu. Bireycilik ya da yeni-bireycilik, hatta belki hiper-bireyciliğin zembereğinin kurulması da bu bendine sığmayıp taşan yeni kapitalizmin yeniden üretilmesi için gereken ideolojik bağlamı oluşturmaktaydı. Bunun için bütün bir medya, kamuoyu önderleri, siyasi söylem, bilim dünyası ve hatta felsefe seferber olmuştur.
1950 yılında yayınlanan ünlü kitabında, sosyolog David Riesman, çağdaş toplumsal durumu ‘yalnız kalabalık’ olarak tarif etmişti. O dönemde bir ârâz olarak saptanan kitle içindeki yalnızlık, 1980’lerden sonra erdem olarak taçlandırılacak, hatta kimileri tarafından kapitalizmle mücadele etmenin bir yolu olarak bile tasavvur edilecekti. Yürüradam, Western filmlerindeki süvariler gibi, tam bu zamanda imdadımıza koşup bizi sırtımıza kambur olan kitlesellik, toplumsal vicdan, ulusal bilinç, sınıf mücadelesi gibi, kolektif varlığımızdan sıyıran birçok ideolojik kavram ve nesnenin eğlence vechesindeki en önemli araçlardan biri olarak, bir çeşit fetiş nesnesine dönüşüyordu. Kasetin, doğasındaki göreli akışkanlık, bir de kendisi tamamen akışkan ve taşınabilir olan bir araçla buluşunca, insanın varlığı, andan, eğlenceden, akıştan ibaret bir mikro-alana indirgenmiş oluyordu. Bu, akışkan küresel sermaye için bir taşla birkaç kuş vurmak anlamına geliyordu. Sınıf mücadelesi, kolektif kimlikler, toplu mücadele olanakları parçalanmakla kalmıyor, bunların yerine mutlak bireysellik, saf öznellik üzerine kurulu bir dünya algılayışı (örneğin ‘Yemekteyiz’ yarışma programında bir yarışmacının, ‘enginar kötüydü; çünkü ben enginar sevmem’ sözündeki olgu ve değeri kokteyl karıştırma kabında çalkalayan ve günümüzün değerlerini çok anlamlı bir şekilde özetleyen zihniyet), esnek emek pazarının ideolojik bağlamını da, emekçiyi emekçiye kırdırarak (Türkiye’den ve Dünya’dan yüzlercesini verebileceğimiz taşeronlaşma örnekleri, esnek ve güvencesiz çalışma rejimleri) inşa ediyordu. Yürüradam, böyle bir esnekleşmenin estetiğine ve kültür politikalarına teyellenmiştir. Bununla birlikte, müziğin demokratikleşmesindeki payını da göz ardı etmek mümkün değildir. Ekonomik olarak erişilmesi güç teknolojik donanıma, böyle ucuz ve kolay taşınabilir bir gereçle erişmenin toplumsal sonuçları, birey-müzik ilişkisini temelden dönüştürmeye muktedirdi. Ancak, sanayi-sonrası toplumun bütün olguları gibi, bu olumlu ve demokratik sonucun, yine kültür endüstrisi imbiğinden süzülen bir geri dönüşü olacaktır.
Nitekim Yürüradam, hem bizatihi bir teknik nesne olarak, hem bireyin bireysel kullanımına sunduğu müziği işlemek anlamında, görülmedik oranlarda metâlaşma sağlamıştır. Böylece kültür endüstrisinin palazlanmasına katkıda bulunmuştur. Kasetlerin yerini CD’ler, ardından sanal müzik belgeleri, bir insanın hiçbir zaman tamamını dinleyemeyeceği kadar çok miktarda çalma listeleri aldıkça, dinleme gereçlerinin kendileri de o oranda küçüldü. Ayrıca iletişim araçlarının bütünleşmesi (telefon, radyo, televizyon, bilgisayar, müzikçalar), müziği, hiç olmadığı kadar yoğun ve nicel olarak sonsuz kıldı. Böylece müzik hem her yerde mevcut (omnipresent) kaçınılmaz bir var oluş koşulu (“müziksiz yapamam!”) hem bir iyelik ilişkisinin nesnesi haline geldi. Akışkan küresel finans kapitalizmi, kendi mantığına uygun köksüzleşmiş var oluş biçimlerini ideolojik altın çerçevelere yerleştirirken, süreksiz kıldığı gerçekliğin yegâne zaman belirteci olarak müziği koydu. Müzik bu anlamda bir çeşit aşırı-ikame unsuru olarak, bugüne kadar olmadığı şekilde nicel ve nitel olarak vurgulanmaktadır. Hele bu vurgulama, bireyin varlık alanına ek olarak değil, bizatihi kurucu unsur olarak yerleştiği zaman, müzik artık bir dallanıp budaklanmış bağımlılık, hatta temel yaşam işlevine dönüşmüş olur. Kulaklıklarımızla, yalnızca bu dünyanın adaletsiz, vicdansız, bütünlüksüz, acımasız, şiddet dolu halinin acı gerçekliğini perdelemekle kalmıyoruz, aynı zamanda bireysel alanımıza lütfedilmiş oyuncaklarımızla kendi mikro-gerçekliklerimizi inşa ediyoruz. Yürüradam ve onun bugünkü türevleri, artık kulakların, hele gençlerinkilerin ayrılmaz bir organik parçası haline gelmiş uzantılarında, bireyleri, mutlak bireysel bir ‘gerçeklik çölü’nde billur saraylar inşa etmeye mahkûm ediyor.
Görkemli saraylar evet; ama yalnızlığın saf halini gizleyen, sürekli kaçış halinin her geçen gün daha acıklı manzarasını oluşturan saraylar.