Çağdaş toplumsal duruma çeşitli adlar veriyoruz. Bunlardan en yaygın kullanılanı ‘enformasyon toplumu’ terimidir. Türkçe’ye yanlış bir şekilde ‘bilgi toplumu’ olarak kazandırılmış bu kavram (çünkü ‘knowledge society’ değil ‘infromation society’den bahsedilmektedir), öncelikle, yaşadığımız dünyanın nicel olarak çok fazla sayı ve çeşitte enformasyonla çevrili olduğunu, hâtta neredeyse enformasyondan imâl edilmiş olduğunu ifade etmektedir. Nitekim gündelik yaşamımız sayısız kez sayısız çeşit ve nicelikte enformasyon parçasını işlemekle geçmektedir. Etkileşimsel iletişim teknolojileri geliştikçe, diğer bir deyişle, git gide daha fazla uzman olmayan sıradan bireyin kullanımına ve müdahalesine açıldıkça toplumsalın inşâsı çok daha anlık ve yapılıp bozulabilir hâle gelmektedir.
Bu noktada, Yirminci Yüzyıl ortalarına kadar rahatlıkla kullanabildiğimiz ‘toplum’ büyük kategorisini artık git gide daha zorlukla kullanabildiğimizi de not etmeliyiz. Her ne kadar gündelik yaşamda hâlâ bol keseden ‘toplum’ kavramına atıfta bulunmakta beis görmüyorsak da, günümüzün bu denli etkileşimsel, katılımcı, akışkan, uçucu gerçekliği içinde, kalıcı toplumsal bağların kapladığı alanının git gide daraldığını iddia etmek yanlış olmayacaktır. Kalıcı, bütünlüklü, tarihsel sürekliliği olan, çoğu zaman belli bir ‘gelenek’le desteklenen yapılar, akışkan, süreksiz ve parçalı bir gerçekliğin içinde yüzen bizler için, sürdürülmesi, parçası olunması her geçen gün daha zorlaşan katı olgular haline gelmekteler. Hâtta enformasyon toplumunun anlıksallığa dayanan eylem mantığı içinde, bu az ya da çok katılaşmış yapıların ayak bağı haline gelmeye başladıklarını savlayabiliriz.
Hiçbir ilişki artık ezelden ebede, ‘ölüm bizi ayırana kadar’, atalarımızdan öyle gördüğümüz için kurulmuyor. Toplumsal kurumlardan, eylemde tutarlılığı ve istikrarı sağlaması beklenirken, enformasyon-temelli ilişkiler sisteminin kurduğu gerçeklik, bu özelliklerin tam aksini, kesintililiği, bütünlüksüzlüğü gerektirir hale geliyor. O nedenle çoğunluğu tarım toplumundan, hâtta kimileri daha eski çağlardan günümüze taşınmış olan toplumsal kurumlar, başta evlilik olmak üzere, ait olmadıkları bir çağda sürükleniyorlar; çoğu zaman da tökezleyip dağılıyorlar. Üstelik her şeyi, her ilişkiyi, her etkileşimi, her toplumsallığı değişim değerine tahvil etmeye ayarlı bir tüketim sarmalı içinde, duygusal/manevi olanın (müteessir - affectif) direnebilmesi son derece zor görünüyor. Süreklilik ve bütünlüğün bir erdem olmaktan çıkması, kuşkusuz enformasyon toplumunun ruhuna son derece uygun yeni bir eylem mantığının doğuşunu duyurmaktadır.
Enformasyona olan bu vurgu, yalnızca onun niceliğinden, yaşam dünyamızı sarmış olmasından değil, aynı zamanda ve en temelde, üretim ilişkilerinin bugün enformasyon işleme temelinde yeniden belirlenmesinden kaynaklanıyor. Diğer bir deyişle, kapitalizm, kârın büyük ve belirleyici kısmını somut metâ üreterek değil, enformasyon işleyerek elde ediyor. Böyle bir düzende, her şeyin sürekli bir akış ve sonsuz esneklik içinde olması, küresel kapitalizmin işleyebilmesi için vazgeçilmez koşul olarak biçimlenmektedir. İşte bu nedenle, belli bir tarihselliğe gönderme yapan, bütünlük içinde uyumu önceleyen ‘yapı’ kavramı, günümüzün toplumsal olguları için en güçlükle kullanabildiğimiz bir düşünsel araç haline gelmiş durumda. Aynı şekilde, ‘toplum’ kavramı da (toplumsalın inşa edildiği en büyük yapı) geçerliliğini önemli ölçüde yitirmiş durumda. O nedenle toplum bilimlerinde artık daha ziyade ‘toplumsallık’ ya da ‘toplumsal’ (sıfat değil isim) kavramlarını kullanıyoruz. Anda yapılıp bozulan, sürekli sonsuz etkileşimlere dayanan, ad hoc (belli bir hedef gerçekleşinceye kadar) ilişkiler, artık yaşam dünyalarımızın önemli bir kısmını kaplıyor. Üstelik bildiğimiz gerçeklik rejimi de parçalanarak, sanal ve fizik gerçeklikler arasında bir mekik dokuma, bir çeşit var olma stratejisine dönüşüyor. Bir olgunun, bir durumun, bir kimliğin ‘aslı’, git gide anlamsızlaşan bir özcülük haline gelmekte.
Bütün bu parçalanma ve sıvılaşma içinde, sanayi modernliğinin en temel iddialarından olan zaman politikası da hızla erimektedir. Rasyonel olarak bölünmüş, doğanın döngülerine değil, sanayi üretiminin gereklerine göre örgütlenmiş doğrusal zaman anlayışı, işaret ettiği ilerleme düsturuyla, modern yaşamı, sağlam bir kılavuz hattıyla yönlendiriyordu. Oysa sanayinin katı egemenliği, yerini finans etkinliklerinin belirsiz sanallığına bırakınca, bundan en çok etkilenen boyut zaman oldu. Enformasyon düzeni, zamanı artık doğrusal bir ilerleme çizgisi olarak değil, Dali resimlerindeki ergimiş saatler gibi genleşen ve belli bir yönü olmayan bir kurgu olarak yeniden kavramsallaştırdı. Finans hareketleri için biçilmiş kaftan olan böyle bir sıvılaşma, bireylerin anlam dünyalarını parçalanmış deneyimlere dönüştürdü. İlk bakışta sonsuz özgürlük hissi veren bu zaman-dışı olma hali, var oluşa anlam katan toplumsal kerterizleri de atomlaştırıyordu. O nedenle, bütün modern kavramların alaşağı edilmesi, 1960’lardan itibaren özgürlüğün ta kendisi olarak ayakta alkışlanırken, günümüzde, yönsüzleşmiş ve ötekine duyarsızlaşmış bir var oluş, genel geçer toplumsal durum haline gelmiştir.
Yönsüzleşme, yaşanan toplumsal deneyim içinde zaman göstergelerinin hem dağılmış hem çoğullaşmış olmasından beslenen bir yanılsamaydı; bireye özgürlük, bağımsızlık, özerklik hissi yaşatıyor, ancak yine aynı bireye, kendisini tarihsel bir özne olarak hissettirecek algı çerçevelerini de parçalıyordu. Bu yerçekimsiz özgürlük hissi, elbette, içinde yeşerdiği neo-liberalizmin de en sinsi silahıydı: Esnek bir eylem tasavvuru, esnek çalışma rejimlerini meşrulaştırmaya yarıyordu. Yeni kapitalizm hem olası muhalefet odaklarını, bir özgürlük yanılsamasıyla evcilleştiriyor, hem bunun üzerinden bir de kâr elde ediyordu. Yaşam kerterizlerinin erimesi, parçalanması, süreksizleşmesi, zamanın sahiden var ve akmakta olduğunu bireye hatırlatması gereken kılavuz hattının, çalışma rejimlerindeki düzenliliğin yerini alacak olan başka araçlarla yeniden oluşturulmasını gerektirmiştir. Bu noktada, insanlığın en eski kendini ifade araçlarından müzik ve gerçekliği bir görselleştirme politikasına dönüştüren fotoğraf, imdada koşmak için acil yardım butonunun camının kırılmasını bekliyorlardı.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından günümüze geçen sürede, müzik, tarihte hiç olmadığı kadar kamusal alanda mevcut olmaya başlamıştır. Bireysel olarak müdahale edilebilir, kişiselleştirilebilir teknolojik araçların gelişmesi, bu kamusallığın sınırlarını olabildiğince esnetti. Sanayi uygarlığının kesin çizgilerle ayırdığı kamusal ve özel alanlar, sanayi-sonrası yaşam dünyalarında iç içe geçmeye başladılar. Müziğin bunca heryerdeliği, yalnızca teknolojik olarak yayılımının mümkün olmasıyla açıklanamaz. Müziğin bu en bireyselden en kolektif halkalara uzanan vazgeçilmezliği, onun kendi ontolojisiyle ilgili değildir. Diğer bir deyişle, müzik, bir çeşit varlık önkoşulu haline geldikçe, onsuz herhangi bir eylem başlatılamaz, herhangi bir anlam üretilemez oldukça, aslında yitip giden, onun bizatihi müzik olması hasebiyle yarattığı etkiydi.
Kısaca, müziği belli bir estetik değer taşıdığı ve bunun yaratabileceği özgün haz için değil, boşluk doldurduğu için dinlemeyi istiyoruz. Bu anlamda müzik bir ikame, bir fetiş haline gelmektedir. Bilindiği gibi fetiş, arzu nesnesinin var olmadığı durumlarda, onu hatırlatan ama aynı zamanda onun yokluğunu da imleyen bir ikame aracıdır.
Müziğin bunca yüceltilmesi, hem nicel hem nitel olarak bütün var oluş alanlarımıza yerleştirilmesi, salt müzik olarak, kendi estetik anlamında dışında kullanılması anlamına gelir. Müziği, kendisi olarak dinlemeye ne zamanımız ne arzumuz var. Zira müziği dinlemek, onu fonda akıp giden bir kılavuz hattı yapmaktan farklı bir etkinlik biçimini gerektirir. Müziği dinlemek, onun dilinin teknik bilgisine sahip olalım ya da olmayalım, algı alanımızda ona öznel bir yer açmak, anlam katmanlarını kendi öznelik deneyimimize buluşturmak anlamına gelir. Oysa müziğin bir kültür endüstrisi çıktısı haline geldiği çağımızda, böyle bir öznel buluşma, olanaksız değilse de, epeyce yapılanmış çerçevelerden geçerek olmaktadır. Diğer yandan, zamanın evrensel bir doğrusallık olarak yaşanmadığı bir toplumsal alanda, zamanın sahiden var ve akıyor olduğunu, bize hatırlatacak yegâne ifade biçimi müziktir. Zira müzik, yapısal olarak zamanı barındırır; yineleme örüntüleriyle onu teyid eder. Hatta zamanın sesli bir örgütlenmesi, ete kemiğe büründürülmesidir de denilebilir. Müzik dışındaki kamusal söylem ve eylem biçimlerinin büyük çoğunluğu, bütünlüklerini yitiren sıvı gerçekliğin parçalarıdır. Bunca yönsüzleşmiş bir var oluş, ister toplumsal ister bireysel düzeyde olsun, ‘müziksiz yapamayan’ bir zihniyeti yeşertmiştir. Müziğin kılavuzluğuna duyulan gereksinim, onun kendi diline, anlam dünyalarına ulaşmak için değil, onun ritmikliğini, zaman ikamesi olma özelliğini tutamak eylemekten kaynaklanır. Öyle olmasa, kulaklıklarda ya da kamusal alanlarda bir çeşit emzik saplantısı gibi aradığımız en belirgin müzikal unsur ritim vurguları olmazdı.
Esasında, müziğin bu gündelik sıradanlığın akışını yönetme, ona kılavuz olma özelliği, yalnızca sanayi-sonrası koşullarda ortaya çıkmış değildir. Özellikle tarım toplumlarının gelişmesiyle birlikte, üretiminin döngüselliği, mekanikliği, yinelenen yapısı hep müzikle kılavuzlanmıştır. Tarlanın sürülüşü, hasadın alınışı, balık ağlarının çekilişi, müzik, ritim ve onlara eşlik eden stilize beden hareketleriyle simgelenmiştir. Birlikte yapılmak zorunda olunan bütün üretimlerde heyamola ya da sonraları nakarat adını alacak, bir kolektif gücü ve onu yönlendiren ritmikliği kodlayan müzikal ifade, bütün kültürlerin kendilerini ifade ediş dağarlarının temelini oluşturacaktır.
Ticaret ve sanayinin ağır bastığı üretim ilişkilerinde ise, doğanın döngüselliğiyle eşzamanlı ilerleyen ritmik kalıplar, yerlerini daha ziyade ilerleme fikrinin yönettiği bir gelişmeci müzik anlayışına bırakmışlardır. Ancak sanayi-sonrası toplumsal koşullardaki durum, önceki üretim ilişkilerinde gözlemlediğimiz müzikal işlevlerden farklıdır. Günümüze kadar, insan üretimlerinin biçimi değişmiş ama ritmikliği korunmuştur. Tarım toplumunda döngüsel (o nedenle ‘gelenek’ çok önemlidir), sanayi toplumunda doğrusal (o nedenle ‘ilerlemecilik’ erdemdir) üretim ve onun izdüşümü olarak zaman anlayışı egemen olmuştur. Oysa sanayi-sonrası toplumsal durum, bu zamansallık çerçevesinin kırıldığı bir aşamadır. Daha önceleri zaman kavramının yalnızca tasavvuru farklılaşmakta, ancak belli bir öngörülebilirlik, düzenlilik, tutarlılık arz eden zamansallık hissi bâki kalmaktaydı. Oysa günümüzde parçalanan, bu zamansallık hissinin ta kendisidir. Sıvı bir gerçeklikte, zaman hem anlamsız hem yönsüz bir varsayıma dönüşmektedir. Küreselleşme, coğrafi anlamda da bir zaman çoğulluğu gerektirmekte, esnek kapitalizm, yeni sinsi verimlilik ilkeleri üzerinden, aynı saat diliminde bile, işçiden (sanayi işçisi değil; kendisini en ‘işçi’ olarak tanımlamak istemeyen ofis çalışanlarından bahsediyoruz) her an erişilebilir olmasını talep ederek işyeri ve iş-dışı alan ayrımını git gide bulanıklaştırmaktadır. Bütün bu zaman dağılması hali içinde, yine de başında doğum sonunda ölüm bulunan biyolojik bir evrimin parçası olan insan, zamanın sahiden var olduğunu kendisine hatırlatacak kerterizlere gereksinim duyar. Her yeri görünmez bir çeşit ikinci atmosfer gibi kaplayan müzik, bu zamansal dağılmanın yegâne karşı-stratejisi olarak toplumsal bir işlev yüklenmektedir. Ama bu işlevle yüklenirken, hatta ‘istiab hâddi’ni fazlasıyla aşarken, kendi var oluş bileşenlerini mutlak ikameler haline getiren bir buharlaşma sürecinin nesnesi haline gelmektedir. Diğer bir deyişle, müzik, artık müzik olduğu için değil, zamanın göstergesi olduğu için kullanılmaktadır. Eğer müzik, sanayi-sonrası koşulların ya da enformasyon toplumunun yegâne kılavuz hattı haline gelmişse, onun üzerindeki markalama şamandıraları da kuşkusuz fotoğraf teknolojisinin kamusal alana patlarcasına yayılmış fetişist kullanımlarıdır. Fotoğrafın bunca toplumsal tüketimi, yalnızca onun estetik olanaklarından yararlanma kaygısından kaynaklanmaz; tersine, fotoğraf artık tarihsel bir akış olmaktan çıkmış, zamanı sabitlemeye yönelik acıklı bir çabanın aracı haline gelmiştir. Geçmişin bir tarihsel diyalektik değil, stilize (yani aslında hiç var olmamış) bir ‘nostalji’ olarak deneyimlendiği günümüz dünyası, artık anı biriktirmek için değil, sabitlenmiş an imgelerinin, sosyal sermayenin çarpılması için seferber edildiği bir boş şenlik alanına dönüşmektedir. Fotoğraf, bu şenliğin vazgeçilmez gerçeklik kurucusudur. Zira fotoğraf olmasa, o benin performansının en narsisik imgeleri (‘like’!), gerçekliği inşâ eden yeni metafizik haline gelemezlerdi.
Müzik ve fotoğraf, ele avuca gelmez, izi sürülmez, varlığı hissedilmez, toplumsal bütünleştiriciliği uçmuş zaman kavramını işaretlemek için yorucu bir çabayla ya da kendini kaptırmış bir teslimiyetle, sürekli daha fazla araçsallaştırdığımız iki temel etkinlik. Yeni bir yeri keşfederken, kendi gözümüzle gördüğümüzün değil de, objektife kazıdığımız imgenin daha sahici ve ikna edici olması yeni gerçeklik rejimini ruhuna yansıtıyor. Müzik ise, bunca kamusal varlığıyla bize hem güven veriyor hem derin bir endişeyi büyütüyor: Müzik sustuğu anda, bu sıvılaşmış gerçekliğin kırılgan görüntüsü yıkılıverecekmiş gibi hissediyoruz. O yüzden kulaklarda, mekânlarda, akıllarda hep müzik var; en kendi olmadığı halinde var.