Aydınlanma’nın Düşkırıklığı, Muhafazakârlığın Çıkmazı ve Yeni Bileşimler:
Zeynep Güven’in Kitabı - Emre Yavuz’un CD’si
Antropoloji bilimi, doğuş koşulları itibariyle kültür özgüllüklerini inceleme amacını gütmüştür. Ancak bu özgüllüklere bakış, aslında temel bir evrensel evrimci anlayışa ve onun gizlediği Avrupa-merkezli bir ideolojiye dayanıyordu. Aydınlanma Çağı’nda, coğrafi keşiflerin, görece nesnel tarih yazımının yaygınlık kazanmasının, çağdaş ve eski filoloji çalışmalarının, doğa bilimlerindeki gelişmelerin bilgilerinin derlenmesi, düşünürlerin birçoğunda genel bir insanlık tarihi yazma arzusunu teşvik ediyordu. Bunlara ayrıca gezginlerin gözlem ve anıları da ekleniyordu. Bu doğrultuda birçok derleyici nitelikte eser yazıldı. İnsanlık tarihini yazmak, aynı zamanda bütün insan topluluklarını aynı bütünün parçaları olarak kabul etmek demekti; böylece tek bir insanlık bütünü olduğu varsayılıyordu. Bu tasavvur, dünyaya küresel bakışın öncülüydü. Diğer yandan, bir bütün olan insanlık, aynı zamanda sürekli bir ilerleme içinde olarak varsayılıyor; öyle değilse de öyle olması gerektiğine vurgu yapılıyordu.
Bu büyük evrim aynı zamanda, duyguların ve dinin esaretinden kurtulan insanın, aklı sayesinde özgürleşmesi anlamına geliyordu. Bu insanlık şeması, insanların ortak bir ülküye yönelmekten ötürü kardeşlik bağıyla bir arada olmalarını gerektiğini de vurguluyordu. Aydınlanma Çağı boyunca geliştirilen bu düşünceler, Auguste Comte’un (1798-1857) sosyolojiye dönüşecek olan çözümlemelerinde ve Beethoven’ın (1770-1827) Dokuzuncu Senfoni’yle söze dökerek, ama diğer eserlerinde de Fransız Devrimi ilkelerini (özgürlük, eşitlik, kardeşlik - liberté, égalité, fraternité), Napoléon Bonaparte’ın (1769-1821) devrimci fikirleri yaymak amacıyla seferlere çıkmasını açıkça ya da zımnen övmüştür. Kardeşlik (fraternité) düşüncesi, çıkışı itibariyle evrenselci bir siyasi birlik hayali ve ahlâki bir proje gibi görünür. Evrensel insanlık ülküsüne varmak, Kant’ın (1724-1804) tarif ettiği ebedi barışın da temelidir. Ancak bu idealist bakış açısı, kısa sürede yön değiştirmiş, Darwin’in (1809-1882) fikirlerinin toplumsal olgulara uyarlanmaya çalışılmasının da etkisiyle (sosyal Darwinizm) insanlık evrimi fikri, içinde hiyerarşik bir diziliş olan Avrupa-merkezli bir ideolojiyi meşrulaştırmıştır. Böylece ilkel ve medenî ayrımı keskinleşmiş, üstelik gelişmiş kültürlerin diğerlerine medeniyet götürme hakkının altını çizilmiş, bu ise o sırada emperyalist aşamaya geçen kapitalizmin en çok gereksindiği stratejiyi ona sunarak sömürgeciliğin yolunu açmıştır. Antropoloji, arkeoloji, filoloji gibi bilimler, saf meraka dayalı bilgi edinme arzusundan uzaklaşıp emperyalizmin istihbarat aygıtları gibi çalışma etkinliğine dönüşmüşlerdir. Antropoloji, bu dönemde ilkelin kültürünü inceleyen, egzotizm keşfedip bunu Avrupa uygarlığının ne kadar üstün olduğunu kanıtlamaya çalışan karşılaştırmacı bir yönteme dayandırmıştır. Aynı şekilde müzikoloji ve etno-müzikoloji arasındaki yapay ayrım da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Avrupa’nın mükemmel müziği karşısında ilkelin geri kalmış müziği!
Yirminci yüzyılın ortalarına doğru, bu sömürgeci ve Avrupa-merkezli ideoloji, kültürün göreliliğini vurgulayan yeni bir anlayışla tedricen geri plana itilmeye başlanmıştır. Bu süreçte antropoloji, kültürleri kendi özgüllükleri ve bağlamsallıkları içinde değerlendirmeye başlamıştır. Özellikle Claude Lévi-Strauss (1908-2009), kültürü, kendi içindeki unsurların bir sistem olarak çalışması olarak yeniden tanımlamıştır. Daha sonraki dönemlerde, antropoloji, özellikle Britanya’da, uzak diyarlardaki egzotik (ilkel dememek için güzel-söyleyiş!) kültürleri değil, daha ziyade, bizatihi modern toplumların gündelik hayat pratiklerinden doğan anlamları incelemeye yönelmiştir. Müzik ve onun çevresinde oluşan toplumsallaşmalar, bu tür kent antropolojisi alanlarının başında gelir. Daha ziyade etnoloji olarak nitelenen belli bir kültür çevresindeki insanların kültür üzerinden kurdukları etkileşimi inceleme etkinliği, Türkiye’de sıklıkla gördüğümüz bir çalışma alanı değildir.
Ancak son yıllarda, özellikle genç araştırmacıların bu tür özgün müzik olgu ve çevrelerini inceledikleri antropolojik-etnolojik nitelikli çalışmalar gözlemlenmeye başladı. Uğur Zeynep Güven’in İstanbul’daki Rebetiko kültür ortamını araştırdığı benzersiz çalışması, bu tür kent etnografisi araştırmalarına verilebilecek en güzel örneklerden biri olarak yayınlandı.
Halen Medeniyet Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Doç. Dr. Uğur Zeynep Güven, Yeditepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde 2013 yılında tamamlamış olduğu doktora tezini yeniden düzenleyerek yayınladı. Ancak tezin yazıldığı programın öğretim dili İngilizce olduğu için kitap aynı dilde yayınlandı. Music, City and Culture. An Ethnographic Study of the Rebetiko Music Scene in Istanbul [Müzik, Kent ve Kültür. İstanbul’da Rebetiko Müzik Sahnesinin Etnografik Bir Araştırması] başlıklı bu nitelikli çalışmanın daha genel bir kitleye erişebilmesini isterdik; ancak yoğun akademik yükümlülükler arasında Zeynep Güven’in bu çeviriye vakit bulamadığı anlaşılıyor. Diğer yandan, Türkiye’de müzik olguları hakkında uluslararası yayınları neredeyse tamamiyle yabancı araştırmacıların yaptıkları, Türk müziği çözümlemelerini tekellerine aldıkları göz önüne alınırsa, bu eserin İngilizce yayınlanmış olmasının olumlu getirileri de olduğu ifade edilebilir. Güven, müziğin bu kadar içine giren bir sosyal bilimci olarak, kendi teknik alanlarına kapalı kalmayı tercih eden ve uluslararası nitelikte yayın yapmayı büyük ölçüde, egzotizm arayışındaki yabancı araştırmacılara havale eden müzikbilimcilere iyi bir karşı örnek oluşturmaktadır.
Güven’in özgün çalışması hakkında yapılması gereken en temel saptama, ciddi bir saha çalışmasına dayalı olmasıdır. Elinde somut veri olmadan büyük sözler sarf etmek, Türkiye’de entelektüel çevrelerde sık rastladığımız bir tutumdur. Zeynep Güven, bu kitabında bir yandan müzik sosyolojisi-müzikoloji kesişim alanında, kolayca klişelerin tuzağına düşebilecek kestirme yollara sapmaktan ustaca kaçınıyor, diğer yandan tevazu sınırları içinde kalıp keşfedilmemiş bir alana dair kuramsal katkıda bulunmayı başarıyor. Music, City and Culture kitabı, sistemli ve karmaşık olmayan bir plan üzerine kurulmuş. Birinci bölüm Rebetiko kültürünün ortaya çıkış koşullarını, tarihsel kökleri ve zaman içinde geçirdiği değişiklikler bağlamında ancak gereksiz ayrıntılara boğulmadan ortaya koyuyor. Güven, iyi bir sosyal bilimcinin sahip olması gereken özelliklerden birini seferber ederek, bir müzik olgusunu incelerken fonda ekonomik-toplumsal tarihin nasıl aktığını, hem de müzik ve sosyoloji alanında derinlemesine bilgisi olmayabilecek sıradan okura hitap edecek şekilde dile getiriyor. Böylece tartışılan konunun tarihsel bağlamı iyi çatılmış toplumsal diyalektiğini, yüzeysel nedensellik bağlarına indirgemeden işaretliyor. Güven, çözümlemesinde nüfus mübadelesinin görünmeyen sonuçlarını tartışmayı bir kültürel özcülüğe düşmeden, çoğulcu bir açıdan inceliyor. En önemlisi, Yunan ve Türk kültür bağlamlarının Rebetiko üzerinden nasıl iç içe geçebildiğini gösteriyor.
Zeynep Güven, kitabının ikinci bölümünde, mübadele sonrası Yunanistan’da oluşan Rebetiko kültürünün yakın zamanda İstanbul’da nasıl bir müzik sahnesi oluşturduğunu, aradaki taşınmada hangi kodların yeniden yorumlandığının altını başarıyla çiziyor. Rebetiko’nun İstanbul’daki yayılımının, sanılabileceğinden çok daha fazla olduğunu, Rebetiko sanatçılarının ve sevenlerinin, Rum kültürünün izleri önemli ölçüde silinmiş olsa da, nasıl hâlâ rağbet gördüğünü içerden gözlemleyerek ortaya koyuyor. Ancak bu Rebetiko sahnesinin oluşumunda, artık Rumlar kadar, bu müziği yeni veya yeniden keşfeden bir dinlerkitle olduğunu da aynı çözümlemeden anlıyoruz. Böylece hem yerel tortular hem küresel kültür dinamiklerinin nasıl buluştuğunu anlama olanağını buluyoruz.
Kitabın üçüncü bölümü, saha araştırmasından süzülen kuramsal katkılara açılıyor. Küresel kültürün Rebetiko müziğine nasıl eklemlendiğini, bunun bir tüketim-kimlik stratejisi döngüsünde nasıl biçimlendiğini, modern kendilik ile Rebetiko ilişkisini ve bu kültür mikro-ortamının özgün bir topluluk sayılıp sayılamayacağını tartışıyor. Bununla birlikte, araştırmanın 2000’li yıllardaki Rebetiko ortamını betimlediğini not etmekte yarar var. Zeynep Güven, bu tartışma eksenlerini belirlerken, elbette tam bir emek işi olan saha bulgularını kavramsallaştırarak ilerliyor. Bu emeğin içinde uzun bir süre Rebetiko icra edilen mekânları gözlemlemek, başlıca sanatçı, topluluk üyeleri ve seyircilerle görüşmeler yapmak var. Saygıyı hak eden bir emek… Özetle, Zeynep Güven’in Rebetiko kitabı, Türk müzik araştırmacılarına referans olabilecek öncü bir çalışma olarak nitelenebilir. Çağdaş antropoloji anlayışının Türkiye’deki kısıtlı örneklerinden biri olarak da anılması gereken kitap, yanı başımızda duran ancak fark etmediğimiz müzik bağlamlarından birini açığa çıkarmada önemli bir rehber işlevini yüklenmiş. Zeynep Güven, bu açıdan takdiri fazlasıyla hak ediyor.
Aydınlanma Çağı’nın birikimi Fransız Devrimi’nde siyasi bir projeye dönüşmüştür. Ancak devrimlerin diyalektiğine uygun bir şekilde, devrimcilerin kendi iç kavgaları, sonu gelmez kanlı bir hesaplaşma sürecinin yarattığı toplumsal huzursuzluk, bu coşkulu büyük hareketten beklenen köktenci değişikliklerin geniş yoksul kitlelerin hayal edilen ülkülere erişmesine olanak tanımaması, aynı zamanda hızı ve sömürü gücü artan sanayi kapitalizminin yol açtığı büyük toplumsal sorunlar gibi nedenler, 1789’u takip eden iki on yıl dolmadan, Aydınlanma ilkelerinin ateşini yitirmesine yol açmıştır. Her büyük değişme döneminde olduğu gibi, kısa sürede bu umut sönümlemesine karşı tepkisel bir hareket ortaya çıkmış, eski ahlâkı ihya etmeyi amaçlayan muhafazakârlık bu toplumsal buhran ortamında serpilip sesini yükseltmeye başlamıştır. Dinsel ve ataerkil bir iktidarın tesisi, Ortaçağ’daki lonca düzenine geri dönüş, kadının ikincil konumunun teyidi, Tanrı buyruklarına uygun şekilde yaşamanın hâkim olması vb. gibi, aslında artık geri çevrilmesi mümkün olmayan tarihsel yapılara geri dönüşün (irtica) yegâne çıkar olduğunu savunan bir ideoloji böylece büyümüştür. Üstelik muhafazakârlık yalnızca Fransa’yla sınırlı kalmamış, sanayileşme karşısında benzer endişeleri ve tepkileri hisseden farklı gruplar, aynı tür geriye dönüşçü fikirleri ateşli bir şekilde savunur hâle gelmişlerdir. İspanya, İtalya, İsviçre gibi Katolik geleneği olan ülkeler kadar, Almanya gibi Protestan ağırlıklı bir kültüre sahip kültür havzasında da muhafazakârlığın mayası on dokuzuncu yüzyıl başında dikkate değer ölçüde tutmuştur. İdeolojik bir geriye kaçış olan muhafazakârlık, içerdiği nostalji, doğaya dönüş, tutkulara yer açma, aklın yüceltilmesine karşı çıkma, sürekli ilerlemeyi reddetme, çelişkili ruh hâli gibi özelliklerle yeni bir estetik anlayışı da inşa etmiştir. Artık ilerlemeci olmayan, duyguların egemenliğine kendini bırakmış bu estetik bağlamı, Romantizm akımını doğuracaktır. Frédéric Chopin’in (1810-1849) müziği, hülyalara dalıp gitmeyle derin tefekkür hâlini bir araya getirebilen bir çok-anlamlılık matrisi çizmiştir. Ancak Romantizm, köklü birçok temsilcisi olan bir estetik bağlam olarak asıl Almanya’da kendini göstermiştir. Bu temsilciler arasında elbette bir çeşit Chopin’in Alman ayna imgesi olarak niteleyebileceğimiz Franz Schubert, Romantizm içinde özel bir yer kaplar. Ancak onun Romantizm’i gerçeklikle hayalin birbirine karıştığı bir müzikal imgelem kurarken, Chopin’inki daha ziyade marazî bir dalgalanma şeklinde tezahür eder. Aradaki fark, bugün bile kendini hissettiren Fransız satirik ve karamsar bakışıyla, Alman idealist ve inşacı anlayışı arasındaki üslûp ayrışmasında görülür.
Siyasi ve felsefi anlamda muhafazakârlık ve onun estetik izdüşümü Romantizm, on dokuzuncu yüzyıl boyunca inişli çıkışlı bir seyir izleyerek, siyaset ve sanat sahnelerinde bir görünmez olup bir belirginleşerek hep var olmuştur. On dokuzuncu yüzyıl büyük refah getiren sanayi uygarlığının doruğu olduğu kadar, derin çalkantılar ve çatışmaların da yaşandığı bir dönemdi. Siyasette muhafazakârlık, sanatta Romantizm, hep kapı arkasında hazır bekleyen bir söylem düzeneği olarak, bu büyük değişmeye eşlik etmiştir. Kapitalist sistemin sıkıştığı anlarda hemen sarıldığı can simidini ona hep muhafazakâr ideolojiler sunmuştur; Romantizm’in yükseliş dönemlerinde daima siyasi-ekonomik buhranlar vardır. Romantizm tam anlamıyla yok olmasa da yirminci yüzyılın öncü sanat akımları arasında epeyce sönümlenmiştir. Ancak belli zamanlarda, elbette yeni biçimlerde yeniden görünür hâle geldiği dönemler ve ortamlar olabilmiştir.
Günümüzün karmaşık ve belirsiz finans kapitalizmi çağında, endişenin kitleler nezdinde arttığı anlarda, romantik esintiler içeren bir estetik anlayışının yükselişine tanık olmaktayız. Romantizm münhasıran bir Avrupa akımı olarak kalmamış, farklı biçim ve alımlanma kalıpları içinde, başka toplumsal bağlamların estetik örüntülerine de esin kaynağı olmuştur. Tarım toplumu aşamasını ancak yirminci yüzyıl içinde, bir devrimin dayatıcı dönüşüm içinde terk eden Rusya, Romantizm’i daha geç dönemlerde estetik atıf olarak benimseyen bir kültür oluşturmuştur. Sovyetler Birliği öncesi şekillenmeye başlayan bu romantik üslûp, var oluş nedenleri ve tarihsel koşulları itibariyle, elbette Fransız Devrimi sonrası Avrupa’da yaygınlaşan estetikten belirgin bir şekilde farklılaşıyordu. Modernleşme yolunda, ancak önemli ölçüde kırsal yaşama biçimlerinin izlerini taşıyan Rus estetiği, birbirinden çok farklı anlayışlara sahip bestecilerde benzer şekilde kendini hissettiren bir bileşim hâlinde, özgünlüğünü duyurur. Çaykovski’den (1840-1893) Haçaturyan’a (1903-1978), Kui’den (1835-1918) Prokofiyef’e (1891-1953) hatta devrimin adanmış ancak çelişkili bestecisi Şostakoviç’e (1906-1975) kadar bu bileşim farklı terkiplerle karşımıza çıkar; kimilerinde vurgulu bir folklorizm kimilerinde zor sezilir bir modern stilizasyon olarak. Rus romantik estetiğini, farklı dönemlerde farklı kalıplara döken, dâhi bir tını simyacısı olan bestecisi ise kuşkusuz Sergei Rahmaninof’tur (1873-1943). Bununla birlikte seveni ve sevmeyeninin bu kadar çok ayrıştığı bir başka besteci de kolay bulunmaz. Kimisi Rahmaninof’ta baygın ve yavan, çektikçe uzayan bir romantik doku, kimisi gizlediği tını ve ezgi sürprizlerinde, şaşırtıcı sıçramalar ve sforzando’larda gizlenmiş bir dönüştürücü, kimisi bir gerici kimisi bir öncü görür; hakkında en çok estetik anlaşmazlık olan bestecilerden biridir. Pandeminin hemen öncesinde yapılmış kaydıyla, sıra dışı piyanistimiz Emre Yavuz’un son CD’sinde Rahmaninof’u yeniden keşfetme olanağını buluyoruz.
Emre Yavuz, taptaze bir solukla, bu mevcut çok yüzlü aynada yansıyan Rahmaninof imgelerinden keskin hatlı, üst düzeyde dışavurumcu, ancak bir o kadar yumuşak dilli olanını tercih ediyor. Rahmaninof hakkındaki kutuplaşmış izlenimleri hem birleştiren hem aşan bir üslûbu benimseyen Emre Yavuz, CD’deki bütün eser ve bölümlerde çelik bir halatın üzerinde incelikle, titizlikle ve kararlılıkla yürüyen gözüpek bir akrobat gibi hareket ediyor.
Rahmaninof albümü iki eserden oluşuyor: Op. 36 Si bemol minör Piyano Sonatı (1913 sürümü) ve Op. 23 On prelüd. Her bir parçanın kendine özgü bir ruhu olsa, hatta başlıkları icracıyı yönlendiren talimatlar içerse de (allegro agitato, andante canatabile, alla marcia, vb.), Emre Yavuz hem bunların hakkını verme hem bestecinin müzikal mevcudiyeti altında ezilmeme başarısını parlak bir ifadeyle gösteriyor. Emre Yavuz, belki Bach, Scarlatti, hatta Mozart çalarken bile görece daha kolay sürdürülebilir olan “kadife eldiven içinde çelik irade” (http://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/ali-ergur/kadife-eldiven-icinde-celik-irade/1218/) olma özelliğini, bunu uygulamanın teknik anlamda çok daha zor olduğu Rahmaninof yorumlarken de koruyor. Böylece ‘her iklim ve yol koşulunda denenmiş performans’ı sayesinde birinci lig piyanisti olduğunu tereddüde mahal vermeyecek şekilde mühürlüyor. Bize ise pandemi-öncesi çağdan günümüze intikal bu sıra dışı kaydı, günümüzde nadirattan olan bir nitelik açlığıyla dinlemek kalıyor!
Aydınlanmanın bilgisi, emperyalizmin stratejisine yozlaştı; onun araçlarından yeni söyleyişler türetmek yeni antropolojiyi biçimledi. Muhafazakârlığın gericiliğine romantizm teyellendi; onu yeni dünyanın ses bileşenine dönüştürmek yenileşmeci bir kuşağa nasip oluyor. Böylece önümüzde, kültürlerin etkileşiminden doğan zenginleşmenin yerine, tepkisel özcülük peşinde koşan ideolojilerin dünyaya getirdiği yük, acı ve ayrışmayı, en temelinden reddeden gençlerin eserleriyle döşenmiş yeni bir yolun umudu beliriyor. Zeynep Güven’in, Emre Yavuz’un ve aynı duyarlılığı paylaşan gençlerin rehberliğinde bir yol…
En koyu karanlığın içinde umut kıvılcımları…
ALİ ERGUR
1 Kasım 2020, Denizli