Toplumlara ilişkin gözlemlerde bulunurken aralarında ayrımlar olacağı dikkatlerden kaçmamıştır. O ayrımlar arasındaki kendine özgülüğün, ekonomik ve kültürel yapılanmayla bağlantılı olduğu düşüncesini de eklemeden geçmemeliyiz. Öyle ki, içinde yaşanan coğrafyanın da etkisiyle insanı kuşatan her tür davranış ve ideoloji kendini değişik biçimlerde dışa vuruyor.
İşte biz bu farklılıkları ele alırken, onlar aracılığıyla nesnel bir değerlendirme olanağına kavuşuruz. Ancak bu durum, öyle sanıldığı gibi kolay gerçekleşmez. Toplumdaki egemen güçler, kendi eğilimleri doğrultusunda bir eğitimi öngördüklerinden, o çizginin dışında kalacak bilgileri gizlemekte bulurlar çareyi.
Dayatılanın, gerçekle bağlantılı olup olmaması kimsenin umurunda değil. Hedefe konulan ülkü doğrultusunda bilgilerin yerleştirilmesidir asıl olan. Erken yaşlardaki eğitimle başlayan bu süreç sonunda bazı şablonlarla yetişenlerin ileride bu yanlışlardan kurtulması kolay olmayacaktır. Özellikle bu konuda tarihin nasıl yeniden kurgulandığı bilinmez değil. Kimi yerler değiştirilerek, kimileri gizlenerek düzenlenen tarihle amaçlanan, yeni yetişeceklere egemen politika doğrultusunda bilgi aşılamak. Tarihi örnek olarak seçmenin nedeni belli. Çünkü nesnellikten uzak bir anlayışla, istenen doğrultuda yeni bir geçmiş ortaya çıkarılıyor. Oysa, belgeler eşliğinde görece yansız ve nesnel bir tarihi yapılandırmak hiç de zor değil. Zor olmasına zor değil de, ilk öğrenilen kalıpları ileride yenileriyle değiştirmenin güçlüğü açık. Örneğin herkesin belleğinde kazınmış bir “Bizans” motifini unutmak olası mı? Bizans deyince onunla birlikte Sultan Mehmet’i de (Fatih) eklemeden olmaz. Konuyu İstanbul’un alınışına getireceğimiz belli. Durup dururken bu olaya değinilmesinin ardında kimi kaynaklarda rastlanan bilgiler olduğunu söylemeliyim. Verimli bir çağında kaybettiğimiz Kağan Güner’in “Modern Türk Sanatının Doğuşu” adlı araştırma kitabının (Kaynak Yayınları) bir yerindeki anlatım dikkati çekici. 1935 yılında Üniversite reformu çalışmaları yapılırken Alman hocalarla yapılan anlaşma töreninde Maarif Vekili Reşit Galip şunları söyler:
“500 yıl önce İstanbul’u aldığımızda, Bizans’ın önde gelen bilim adamları ve sanatçıları ülkeyi terk ettiler. Bunlardan birçoğu İtalya’ya gitti ve orada Rönesans’ı başlattı. Şimdi Avrupa’nın aldıklarını bize geri vermesinin zamanı gelmiştir. (s. 30)
Buradaki “gitti” sözcüğünün daha çok kaçma şeklinde düşünülmesi gerektiğine inanmalı. Savaş ortamında canını koruma güdüsüyle yerini yurdunu terk etmenin, kendiliğinden ortaya çıkan bir davranış olduğunu kim söyleyebilir?
Reşit Galip’te vurgulanan durumu bir de yabancı kaynakta görmek insanı heyecanlandırıyor. Serge Guılbaut tarafından yazılan “New York Modern Sanat Düşüncesini Nasıl Çaldı” kitabı birbirinden ilginç bilgileri içeriyor. Orada yer alan ve 1941 yılında gerçekleşen bir sempozyumla bağlantılı olarak yayınlanan makalede geçen bir bölüm yukarıdaki alıntıyla örtüşmekte. Makale yazarı John Peale Bishop şöyle diyor:
“…Şu Avrupalı yazarların, akademisyenlerin, sanatçıların, bestecilerin aramızda bulunuşu bir gerçek. Bizanslı bilginlerin, eski ve uygar başkentlerinin Türk aşiretleri tarafından ele geçirilmesinden sonra İtalya’ya gidişi gibi önemli bir gerçek olabilir bu bizim için. Böyle bir kıyaslamanın üstünde düşünmeye değer. Bildiğim kadarıyla Bizanslı sürgünler İtalya’ya gittikten sonra kendileri için pek az şey yaptılar. Ama İtalyanlar için onların mevcudiyeti, yanlarında getirdikleri bilgi son derece verimliydi. “ (s. 82)
Birbirinden uzakta iki ayrı kişinin ortaya koyduğu gerçek bize aynı olayı anlatıyor. 1453 yılının bu önemli olayı daha başka yönleriyle incelenmeye açık bir alan. Şu saatten sonra bir tarih denemesi yapacak değilim. O işin uzmanları tarafından yeterince çalışma yapılmıştır. Buradaki sorun, başka kaynaklardaki bilgilere bizdeki yaygın araştırmalarda yer verilmemesi. Atatürk’ün Maarif Vekili Reşit Galip’in sorunu bu yönüyle dillendirmesi, bize bu kişinin kültürel düzeyi hakkında yeterli ipuçlarını veriyor. Aslında her devlet adamında bulunması gereken bilgi birikimi ve entelektüel düzeye pek az kişide rastlanması nasıl bir yönetim altında bulunulduğunun göstergesi sayılır.
Aynı düşünce kalıbı eğitim kalıplarına da yansıtılarak önemli bir gerçeklik olan İstanbul’un alınışının yalnızca askerlik yönü işlenmeğe devam ediliyor. Unutulmamalı ki, birisi savaşla kapanan bir yüzyıl. Öteki ise aklın bağımsızlığını, skolastik düşüncenin ortaya çıkmasını hızlandıran bir yeniden doğuş süreci. Kültür ve sanatın bir toplumdan ötekine geçerek sınırlar ötesi yapısını göstermesi açısından ilginç bir örnek.
Burada değinilmesi gereken önemli bir nokta da, göç olgusu. Savaş ve işgal gibi nedenlerle bulunduğu yeri terk edenlerin dramı her zaman güncel bir konu. Girişte özetlenen durumdaki gibi her toplumun kendine özgü yapısı olduğu gerçeğini yeniden anımsayalım. Göç edenlerin kültürel kimliğinin yansımaları da farklı olacaktır elbet. Her göçün bir Rönesans doğurmayacağının en büyük kanıtı yaşadığımız günlerde gizli. Son yıllarda ülkemize göç edenlerin bizim kültürel değerler sistemi içinde eriyip dağılacakları mı yoksa kendilerininkini bize aşılayacakları mı sorunu kapıda bekliyor. Burada asıl sorun yönetimin, bu ikilemde hangisinden yana tavır alacağıdır.