Başlıktan da belli olduğu gibi bu kez köşeyi
opera sanatçısı Jessye Norman kaptı.
Anılarını yazanların arasına Jessye Norman da katıldı.
Yalnızca sesinin gücü ve güzelliğiyle değil, özellikle de ses aralığının genişliğiyle öne çıkan Norman, ırk ayrımının en yoğun olduğu yıllarda ABD’nin güney eyaletlerinden Georgia’da Augusta kentinin alçak gönüllü bir mahallesinde büyümüş.
Irkçılığı küçük yaşta tanımış tanımasına ama mutlu aile ortamında hasarlarından korunabilmiş: öğretmen olan annesi ile sigorta satan babası ve dört kardeşiyle güzel bir çocukluğu olmuş. Çocukken, anababasının ona ve kardeşlerine her gün, “Siz de yeryüzündeki tüm insanlar kadar beceriklisiniz, yalnızca bunu gösterebilmek için daha çok çalışmanız gerekir” dediklerini anımsıyor. Ailede tüm çocuklar bir müzik aleti çaldığından bol sesli bir ortamda yetişmiş. İlk kez yerel kilisede topluluk önünde şarkı söylemiş. 6-7-8 yaşlarındayken, sahneye çıktığında biraz kambur ve ürkek durduğu için annesi arkasından tatlılıkla “Dik dur, şarkını söyle” diye fısıldarmış. O da kitabına bu sözleri başlık olarak seçmiş: “Stand Up Straight and Sing”.
Yeryüzünün en ünlü şefleriyle, en iyi orkestralarıyla, en seçkin opera sanatçılarıyla en görkemli sahneleri paylaşan Jessye Norman, şimdi 68 yaşında. Aynı yaşa gelen pek çok opera sanatçısı gibi o da bir süredir operada rol almıyor, konserler veriyor, eğitmenlik yapıyor.
Alman operalarında, özellikle de Wagner operalarındaki icralarıyla sivrilen sanatçı, bilmediği dilde şarkı söylememeyi ilke edindiğini belirtiyor. Geriye dönüp baktığında en büyük pişmanlığının Rusça öğrenmemek olduğunu söylüyor, “Rus operalarını söylemiş olmayı isterdim” diyor.
Gelelim, konumuza: yani Jessye Norman’ın geriye dönüp yaptıklarına bakınca duyduğu en büyük kıvanç nedenine… Doğup büyüdüğü şehir olan Augusta’da yoksul ailelerin yetenekli çocukları için Jessy Norman Sanat Okulu’nu (Jessye Norman School of the Arts) açmış olmaktan sonsuz kıvanç duyuyor. (Burada, büyük Verdi’nin “en büyük yapıtı” olarak, emekli opera sanatçıları için açtığı bakımevini belirtmesi geliyor aklıma.) Seçilen öğrenciler her gün örgün eğitimdeki derslerinden çıkınca Jessye Norman’ın okuluna geliyorlar; okulda kalabilmeleri için örgün eğitimde başarılı olmaları gerekiyor. Bu okula devam eden çocukların öteki derslerinde de başarılı olduklarını anlatırken: “Her şey tekrara bağlı! Müzikte, dansta tekrar yapmadan iyi olamazsınız. Bunu öğrenen çocuk, öteki derslerinde de bu öğrendiğini uyguluyor ve başarı kendiliğinden geliyor” diyor. Norman, ders yılı başında ilk kez okula gelen çocukların ürkek ürkek çevrelerine bakındıklarını; üç ay sonra, yılbaşı yaklaşırken, aynı çocukların kendilerine ad sormak için yaklaşan büyükleri “ Adım …; dansçıyım” diye yanıtladıklarını, “dansçı olmak istiyorum” bile demediklerini anlatıyor. Bu okulla çocuklara güven kazandırdıklarını böylece anlatırken asıl amaçlarını ise şöyle açıklıyor: “Koroda şarkı söylemeyi öğrenen bir çocuk kendi sesini yanındaki çocuğun sesine uydurmayı, onun sesini bastırmamayı öğrenir. Bu bilgi ilerideki yaşamına da yansıyacaktır. Bundan sonra bir de meslek olarak müziği seçerse, ne mutlu bize!”
Jessye Norman’ın anlattıkları neler neler çağrıştırıyor… Örneğin, çocukluğumda okullarda korolar, halk dansları toplulukları olduğunu; şimdi koro gibi, halk dansları gibi etkinliklere pek rastlamadığımı düşünüyorum. Oysa, bir çocuğun yüreğinde sanat kıvılcımı yakmak öylesine önemli ki! Önce sanatla tanıştırmak, sonra sanatla uğraşmasını sağlamak… Yıllar önce Fazıl Say’ın ‘İstanbul Okullarında 1000 Konser’ projesini anımsıyor ve bir bölümüyle bile hayata geçirilemediğine hayıflanıyorum.
Fazıl’ın 200 sanatçının İstanbul’da 2000 okulda yaklaşık 600,000 çocuğa ulaşabilmesi düşüne göre örnek bir gün şöyle olabilecekti: sabah 11’de üç kişilik vurmalı sazlar ekibi Ümraniye’de bir ilkokulda konser verirken Ataköy’de bir lisede keman-piyano resitali verilir; öğlen Kerem Görsev Kadıköy’de bir ilkokulda caz müziğini tanıtırken aynı saatlerde senfoni orkestrasının bir kaç üyesinin Beşiktaş’ta bir lisede etkinliği vardır.
2010’da İstanbul Avrupa Kültür Başkenti olduğunda epeyce bir kaynak aktarıldı Avrupa Birliği’nden. Bu kaynakların kalıcı bir etki yapacak biçimde kullanılıp kullanılmadığını söyleyecek durumda değilim. Ama, “Keşke” diyorum, “keşke Fazıl’ın daha önce düşünüp 2010’da yeni bir umutla canlandırmak istediği proje biraz olsun uygulanabilseydi koskoca şehirde yalnızca 1000 (her okuldan bir) küçük çocuğun bile gönlünde bir müzik kıvılcımı yakılmış olabilirdi”. O bin kıvılcım bugün bile yakılabilir, hem de yalnızca İstanbul’da değil... Söz konusu projeyi ya da bir benzerini destekleyen özel okullar * olabilir, belediyeler bulunabilir, en önemlisi özverili sanatçılar çıkabilir. Sanatçılar için bu çalışma, bineceği dalın ağacını dikmektir.
Yine Ankara’da Çankaya Belediyesi’nin önceki belediye başkanı Bülent Tanık’ın önemli projelerinden olan 1000 Çocuk Korosu projesinin iki yıl önce 2000 çocuğa ulaşabildiğini anımsıyorum, bugün sürüp sürmediğini ise bilemiyorum. Keşke sürse!... Bu tümce doğru olmadı, onu yeni baştan kurmalı: “Keşke sürse” değil, “Kesinlikle sürmeli!” demeli…
* Özel okullar “seçkin” çocukların gittiği okullar olabilir, ama “seçkin” olmak ne yazık ki müziksever olmayı gerektirmiyor! Bu yargıyı besleyen bir anı da benden olsun: Önde gelen bankalarımızdan birinde bir depo boşaltılırken bir CD kutusu bulunuyor: David Oistrach’tan keman konçertoları seti: Gennady Rozhdestvensky’nin yönetiminde Moskova Filarmoni Orkestrası eşlik ediyor! Yani, depodan küçük bir mücevher çıkıyor! Normal koşullarda, “seçkin” ortamlarda kapışılması gereken bir CD kutusu! Ancak, depodan çıkanları gözden geçirenler bu CD’yi ne yapacaklarını bilemiyorlar, sonra akıllarına bir arkadaşları geliyor, “Olsa olsa ona makbule geçer” diyerek götürüp ona veriyorlar!