Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezinde fotoğraf sergisi (23-28 mayıs 2017) vardı. AFSAD’ın çeşitli atölyelerinden sanatçılar adeta tüm binayı kapsayan eserleriyle karşımızdaydılar. AFSAD’ın 40.yılını kutluyoruz. Köklü bir sanat kuruluşumuz.
Fotoğraf tabii ki sanattır hem de büyük sanattır. Ya kameradan bakarken sanatınızı yapar ve deklanşöre basarsınız yahut çektiğiniz kareler üzerinde photoshop (eskiden karanlık odada) yeniden düzenleyerek sanatsal düzeye girersiniz.
Resim sanatında böyle bir şey yok. Fırça ve tualle baş başasınız. O anda istediğinizi siler bozar yenisini düşlersiniz. Tabii şu içerisinde bulunduğumuz modern zamanlarda dijital teknoloji araya girdi; mertlik bozuldu.
Sergiyi aile doktorum ve fotoğraf sanatçısı, serginin katılımcı sanatçılarından Sadullah Kocaman’la birlikte onun aydınlatıcı bilgileriyle gezdim.
Her atölye için ayrı bir köşe düzenlenmiş. Çoğu atölyeler tematik. Örneğin, ‘kalan’ adlı temaya göre, sergilenen eserlerde sanatçının an itibariyle elinde ya da belleğinde kalan obje veya anıları seyrediyoruz. Tabii her bir sanatçıyı ayrı ayrı tanıma vakit ve fırsatınız olursa çok ilginç fantastik detaylarla karşılaşabilirsiniz.
Bir tarafta, ancak bir senelik eğitimlerini tamamlamış öğrencilerin eserleri var. Bir senelik ama kökeninde sağlam eğitimin izlerini hemen fark ediyoruz.
Bir köşede, ‘kişisel dışavurum atölyesi’ ibaresiyle karşılaşıyoruz. Burada sanatçılar içlerinden geçenleri dışa yani bizlere duyuruyorlar. Herkesin iç dünyası ayrı bir roman.
‘Doğa Fotoğrafında Wabi-Sabi’ atölyesi de bir alem. Wabi-Sabi’nin Japon geleneksel sanatlarının felsefi temellerini aldığı ve estetik ilkelerini geliştirdiği düşünceyi anlatmak üzere kullanılan sözcükler, olduğunu okuyoruz yazılı açıklamada. İlaveten, ‘ mükemmel olmayan geçici ve kusurlu şeylerin gösterişsiz ve alçakgönüllü şeylerin ve alışılmadık şeylerin güzelliği’ olduğunu da öğreniyoruz. Wabi Sabi, Tao ve Zen öğretilerinden oldukça esinlenmiş. Bizim bir nevi çelebilik anlayışımıza yakın bir görüş. Mükemmel renkler, şekiller, doğa vs yok burada. Göze görünmeyen detaylar örneğin; gören ve duyan gönüllere büyük gizemler fısıldıyor. Ne bileyim bir duvar detayı mesela. Oradaki bir çatlak, yıpranmışlık… Çağrışım yoluyla içinizdeki bir tatlı ya da acı bir olayı yaşatıyor. Yere düşmüş bir çöp mesela… Alçakgönüllü Japonların karakterine uygun bir sanat anlayışı.
Herhangi bir detayı gelişigüzel seçip deklanşörleyin. Bu hiçbir şey ifade etmiyor olabilir. Ama Wabi Sabi’ye göre, gören gözler, sezinleyen gönüller için çok şey ifade edebilir. Zaten Wabi Sabi her şeyi önce akıl süzgecinden geçiren Batı kültürü için değil önce gönül ve sezgi penceresinden bakan Doğu kültürünün bir mucizesi. Batı buna ‘kaostan düzene’ diyebilir; insanlar anlamsız buldukları şeylerden rahatsız olur ve hatta korkarlar. Zihinleri o kaotik, gelişi güzel dizilmiş, dağılmış objeleri kendince bir düzene sokar ve ancak o zaman bir anlam hisseder. Burada şu soru aklımıza takılabilir; ‘kaos kendi kendisine mi organize olup düzen yaratır yoksa kaosu zihnimiz mi kendi dünyasında kendi anlayışı paralelinde düzene sokar?’ ‘That is the question’
Serginin bir başa köşesinde hayaller var. Nasıl hayaller? Örneğin bir çocuğun fotoğrafı; hemen yanında hayalinde yaşattığı kendisi; ne olmak istediği, ne yapmak istediği. İlginç buluşlar.
Suriyeli çocukların çalıştıkları yerlerde çekilen fotoğraflar. Oto tamirciliği vs. Bu da hem o çocukların; tabii hem de bizim toplum olarak sorunumuz.
Depremle ilgili bir eser ilgimi çok çekti. Binalar, binalar, üst üste bir yığın binalar. Altında yeşillik. Olabilir, dersiniz. Ama öyle değil; yakınına gelip baktığınızda gerçekten eser aynen depremdeki gibi sallanıyor. İcadın, yaratının sonu yok. İyi ki varsınız sevgili fanteziler.
Doktorum Sadullah Kocaman’ı kalabalık içerisinde bulmam zor olmadı. ‘Uzun adam’ olarak bir göz gezdirdiğimde hemen noktaladım. Birlikte eserlerle interaktif bir bağ kurarak gezindik. Bu arada rastladığımız hastadaşlarımla da tanıştım; Kocaman’ın diğer hastaları. Ayni familyadan olmak hemen bir yakınlık duygusu veriyor insana. Doktor kapısının önünde bekleşirken belki birbirimize sıkıntıyla bakabilirdik; öyle ya, bir an önce içeri alınma sıramız için diğerleri bir anlamda rakibimiz. Asansörde karşılaştığımız insanlardan ne kadar tedirgin oluyorsak ayni kişilerle başka bir ortamda karşılaştığımızda aramızda bir sempati oluşur. İşte onun gibi bir şey; asansördeşlerimiz.
Sergide Kocaman’ın köşesinde asılı yazılı açıklamasında, kimlik sorunlarına eserleriyle değindiğini okuyoruz. Geleneksel toplumlarda kimlik; aile, soy, klan gibi kavramlarla belirlenirken, modernizmle birlikte ‘öteki’ olarak belirleniyor; postmodernizmde ise kimlikler; imajlar ve görünüşlere dönüşmekte. Gerçi eskiden, benim bildiğim, bürünülen imaj olarak değil ama insanlara geçek kıyafet ve hal ve tavırlarından bir hüküm verilirdi. Bu hüküm de kimlik yerine geçerdi.
Postmodern toplumlarımda ise büründüğümüz imaj yapay bir kimlik inşasına yönelik bulunuyor. Toplumlar bile artık toplum olarak imaj kimlikleri arkasına gizlenmekteler. Realite giderek kayboluyor; onun yerine kukla gibi oynattığımız yapay kimliklerimiz aracılığıyla bu planet üzerinde geziniyoruz. Pardon biz değil imajlarımız geziniyor; biz ise olduğumuz yerde. Moda ifadeyle, gerçeksizlik gerçek oluyor. Herkes de bunu severek kabulleniyor ve uygulamaya çalışıyor.
Bahçemizdeki kocaman incir ağacımızı özlüyorum. Çocukluğum… Orhan ve Oktay’la ağacın üzerinde üç küçük maymun gibi oturduğumuz köşelerimiz vardı. Bakkaldan leblebi, kuru üzüm alır sıcak öğleden sonralarını uzun, tatlı sohbetlerle geçirirdik. Bazen hafif meltemlerle üzerimizdeki yüksek dallar sallanır, hamlıktan çoktan olgunluğa geçmiş incirleri kucağımıza düşürürdü. O hakiki, imajsız, samimi yıllar, devirler geride kaldı. Hele o incirlerin tadı.
Doktor Kocaman’a göre, kimlikler yamalı bohça gibi parçalanmış, bölünmüş, çoğulcu, değişken, çoğulcu, hemen kolayca içselleştirilebilecek ama icabında derhal de terk edilebilecek kaygan zeminlerde oluşuyor. Eserlerini de bu anlayışa göre biçimlendirmiş. Örneğin bir eserinde atölyesindeki 13 kişinin portrelerini harmanlayarak tek bir portre üretmiş, böylece bir grup kimliğine ulaşmış. Diğer bir eserinde ise yine 13 kişinin portrelerinden birer bölüm alarak bir araya getirmek suretiyle tek bir portre yapmış; bu da başka tarzda bir grup kimliği oluşturmuş.
İşte sanat iyi ki var. Bu alem, hayat, evren, fanteziler üzerine kurulu. Anlam dediğimiz şey fantezilerden başka bir şey değil. Fantezileri çekip aldığınızda geriye yavan bir terk edilmişlik kalıyor; Tarkovsky filmlerindeki yürek sıkan ortamlar gibi.
‘Stalker’ (İz Sürücü) filminde içerisinden geçilen itici, pis, çamurlu, yıkık dökük binalar, virahaneler, sokakalar … Sonunda varılan hedef; bir oda. Gizemli, majik bir oda. Buraya girince insanların hayalleri kendiliğinden hakikat oluyor. Aslında hayallerimiz kendimizce tanımladıklarımız mı yoksa ayırdında olmadığınız asıl ve kendimize dahi gizli kalmış ya da bizden saklanıp gizlenmiş istekler, fanteziler mi? Bu sorunla odanın kapısının eşiğinde aniden karşılaşan kişiler filmde o odaya girmekten vazgeçiyorlar. Takındıkları imajlarını yitireceklerinden öcü gibi korkuyorlar; insanın kendi aslı ile zannettiği kimliği arasında şizoik bir bölünme ve yabancılaşma (alienation) oluşuyor. N’apalım, ‘zamanın ruhu’ bu.
Neme lazım, biz inandığımız kimliklerimizin arkasına sığınarak kendimizi koruduğumuzu (kimlerden, nelerden?) sanıp rahatımızı kaçırma riskine girmeyelim. Hakikat kadar korkunç şey yok artık dünyamızda. Allah saklasın!...
Ülkemizde doktorlardan, askerlerden çok ressam çıkmıştır; kısmen de diplomatlardan. Ama doktorlardan gerçek sanatçı diyebileceğimiz fotoğrafçılar yeni yeni çıkıyor. Doktorum gibi.
Fotoğraf makinesi kadrajından dünyaya bakmak çok zevklidir. Bir gözünü kapatır diğerini o minik dikdörtgen cama dayarsın. Gördüğün bir mucizedir. Artık akıllı telefonlarla o mucizeler de beyaz atlarına binerek bulutlar arasında yitip gittiler.
Doktor fotoğraf sanatçımız çok da iyi bir motorsiklet sporcusu. Türkiye’yi zaman buldukça karış karış geziyor.
AFSAD gerçekten giderek kısırlaşan sanat ortamında dimdik duran vahalardan biri. Çok büyük hizmet veriyor. Kırk yıl olmuş, dile kolay. Bu kadar yıl hem de gelişerek ayakta durmak, aşk ister, yürek ister, gönül ister.
Herkesi kutluyorum. Kolay gele.
MONAD BALKAN
23 Mayıs 2017