Sergi sezonu bitti. Artık uzatmaları oynuyoruz. Seçimler de bitti. Dünya futbol Şampiyonası bitti ama hala konuşuluyor. Bu kez turnuva çok sıkıcı geçti. Eskisi gibi büyük yıldızlar yoktu. Ronaldo ve Messi kayıplarda oynadılar. Zaten takımları da elendi. Yeni bir kıvılcım Fransız takımında MBappe. Ondokuz yaşında henüz ama istikbal vaat ediyor. Takımlar kontrollü oynuyorlar; yan ve bitmez tükenmez hazırlık pasları. Sıkıcı. Arada bir topu kanatlara aktarabilirlerse bir kıvılcım çakabiliyor. Şutlar pek ender kaleyi buluyor….
KOVA ART SPACE
Sergilerde uzatmaları oynuyoruz dedim. Hız kesmeyen bir galeri var: KOVA Art Space. (Güvenlik Caddesi 17/A ; 0539 484 79 08)
Galeri yeni. Kış aylarında açılışını yaptı. İlginç bir mekan. Dar merdivenlerden iniliyor; karşınıza betondan kabaca dökülmüş hissini veren duvarları ve hayli yüksek tavanı olan Beatles’ların ünlü olmadan önce müzik yaptıkları Londra’nın bir yer altı mekanı gibi bir yer. Sade ve iddiasız. Ama o sadeliğin aslında ne kadar iddialı olduğunu da hemen anlıyorsunuz. Saklı bir kendine güven. Saklı olduğu için de antitezi yok. Mecburen bu özgüven ortamında kalıp şarabınızı yudumluyorsunuz. Kendinize de bir güvendir geliyor…
KAVAKLIDERE, AYRANCI MAHALLESİ
Galerinin bulunduğu mahalle benim lise hayatım boyunca ailece oturduğumuz bir diyar. Diyar diyorum çünkü oralarda o zamanlar hiçbir şey yoktu. Amerikan sefaretinin ve Paris caddesinden aşağı inen Nevzat Tandoğan caddesi hemen orada biterdi. Sonrası bir keçi yolu. Oradan Tatar Mahallesi denen bir diyara gidilirdi. Etraf kırsaldı. Evimizin karşısında tipik eski geleneksel bir Ankara evi vardı. Annem merhum (Esma Balkan) o evin bir tablosunu yapmıştı. Bu tabloyu sayfamda gösteriyorum.
Sonra ev tabii yıkılıp gitti. Apartmanlar yapıldı.
1950’LER VE AMERİKAN RÜYASI
Devir elliler. Ankara’da her yer Amerikalı dolu. Kışın o patikaya inen yokuşça bir yol olan Nevzat Tandoğan caddesinden aşağı Amerikalı çocuklar modern kızaklarıyla kayarlardı. Seyrederdik gıptayla. Üzerine yüzükoyun uzandıkları kızağın önünde bisiklet didonu gibi bir şey vardı; onunla sağa sola kolayca kıvırırlar istedikleri istikamette giderlerdi. Biz ise uydurma tahtalar üzerinde kaymaya çalışırdık.
Nereden nereye… KOVA Art beni eskilere daldırdı. Evet Amerikalılar daha çok en kibar muhit sayılan bu taraflarda otururlardı. Kavaklıdere… O zamanlar Ayrancı yoktu. İsmi olsa da kendisi yoktu. Bizim binamızda kiracılarımızın çoğu aileleriyle Amerikalı askerlerdi. Çocukları bizim yaşlar civarında olduğu için arkadaşlık eder sokak Amerikancısını onlardan öğrenirdik.
Öyle bir devirdi geldi geçti. Komşunun karısı albay eskisi yaşlı bir Amerikalıyla kaçtı; Benim yaşımdaki çocukları, kocası burada kaldı. Bizim oralarda hizmetçilik yaparak hayatını kazanan güzel Ayten, Amerikalı çavuş John ile evlendi. Amerika’ya gittiler. Bunları niye anlatıyorum; Amerika’yla ne kadar iç içe olduğumuz bir devri anımsatmak için. Mikroplu diye pek meyve sebzelerimizi yemezlerdi Amerikalılar. PX diye bir alış veriş merkezleri vardı. Yiyecek, içecek, giyecek hep oradan. Bazı Amerikalı arkadaşları olan arkadaşlarımız sınıfa Amerikalıların eski giyeceklerini getirir satarlardı. Amerika herkesin gözünde ulaşılmaz bir cennetti.
Amerikalılar halimize pek acırlardı. Çavuşun biri ‘ Amerika’ya dönünce koka kolamı açıp Türkiye’nin halini hatırlayacağım, ayaklarımı uzatıp TV seyredeceğim’ demişti. Bizde daha TV yoktu. Koka Kola rüya gibiydi. Amerika keza ayrı bir rüya. Maçları radyodan spiker Eşref Şefik’ten, ara sıra sözüne ara verip, ‘iznizle sütümü içeyim de’ diyerek anlattığı yıllardı; öyle izlerdik futbolu.
Caddemizin sonu şimdiki Meclis duvarlarıyla biterdi. O zamanlar orası Amerikan Yardım Heyetine (Jusmmat) aitti. İçerisindeki beton tenis kortuna mahalle arkadaşım Şükrü’yle o duvarların üzerinden içeriye atlayarak tenis oynamaya çalışırdık. Duvarın dışında bir büyük arsa vardı. Orada Pazar günleri mahallenin her yaştan erkekleri gelir futbol oynanırdı. Aramızda merhum ünlü cazcı Erol Pekcan da vardı. İri cüssesine rağmen iyi koşardı.
Bir gece pencere kenarında oturmuş ders çalışırken yerimden hopladım. Amerikan sefaretinin hemen karşısındaydı binamız (şimdi Danıştay mı Sayıştay mı lojmanları oldu tam bilemiyorum; karıştırmayayım) ; bir bomba patlatılmıştı. Tam sefaretin yanında bir yerde patlamıştı. ‘Komünistlerin işi, belli’ dendi. Bildiğim kadarıyla faili bulunmadı.
Amerikalıların eğlendiği bir kulüpleri vardı; Çankaya’da yakın arkadaşım mimar Ragıp Buluç’un yaptığı Atakule’nin karşısında. O zamanlar oralarda in cin top oynuyordu ne Atakule ne bir şey. Tek başına bir binaydı ortada; öyle gözümün önüne geliyor.
O devir öyleydi işte. Sonra Amerikalılar kayboldu. Biz de binamızı müteahhite verdik; bina elimizden çıktı gitti. Kaybettik.
TARİHE NOT VE ANILAR
İmdi diyeceksiniz ki bütün bunlardan sergiyle alakalı ne var? Yazılarımda sergiler vesilesiyle de mevcut ve geçmiş ortamları da belirtmeye çalışıyorum ki olaylar not edilsin. Bilinsin, unutulmasın. Yeni nesiller de bilsinler. Neler geldi neler geçti; neler geliyor neler geçiyor. Yapyakın tarihlerden ve fakat unutulmuş olay ve ortamlardan söz ediyorum. İnsan hafızası hele ki toplumumuz hafızası malum çok kısa vadeli. Bugün bize inanılmayacak gelen neler ve neler oldu ülkemizde… Toplum nelerden geçti; nasıl geçti; ne gibi değişimler oldu vs…
KAYIP BİR HEYKEL
KOVA Art Space 30 haziran-15 temmuz 2018 tarihleri arasında ‘İlhan Koman Yerine Konana Kadar” adlı projeye paralel olarak gerçekleşen “Diğer Bedenler Burada” sergisine ev sahipliği yaptı.
N’olmuştu?
1992 yılında heykeltıraş İlhan Koman’ın bir heykeli Ankara halkına bir armağan olarak düşünülerek Seğmenler Parkına konmuştu. 2016 yılında aniden, ne sihirdir ne keramet o koca heykel birden kaybolmuştu. Belediye çalındığını söylemiş. Kimin nasıl neden çaldığı ortaya çıkmadı. O koca heykeli çalmak ve taşımak ve de saklamak her babayiğidin harcı değil. Ama olmuş işte . Çanakkale zaferinin kazanılmasında büyük emeği geçen Seyit Onbaşının kaldırdığı 200 küsur kiloluk merminin bilmem kaç misli ağırlıktaki heykeli kim kaldırıp götürebilir. Mısır piramitlerinin taşlarını taşıyan dev adamlar gözümün önüne geliyor.
Heykelin kalıbı varmış zaten; Mimarlar Odası da harekete geçmiş ve kampanyayla topladığı bağışları kullanarak heykeli yeniden yaptırmış. Şimdi artık olay Belediye ile Mimarlar Odası arasında anladığım.
Heykeli çalan kaidesini parkta bırakmış. Kaide boş olarak orada duruyor. Boynu bükük, kalbinden koparılan parçasını bekliyor; kendisini yarım hissediyor. Daha önce de Koman’ın dünyaca ünlü ‘Akdeniz’ adlı heykeli İstanbul’da tahrip edilmişti. İnsan çok sevdiğini koruyayım diye, kendinden bile kıskanarak tahrip edermiş; psikolojide var. Kim ne kadar seviyor Koman’ı; kendisini mi eserlerini mi? Karşılıksız kalan bir aşkın sonucu mu yoksa?
Siyahlara bürünmüş, siyah bir gecede, siyah yüksek topuklu, siyah ama tenini gösteren çorapları, ince ve mevzun (biçimli, düzgün; altın oranlı) bedeninin hatlarını saklayamayan siyah giysili, siyah şapkalı siyah gözlü, siyah saçlı ve şapkasından sarkan siyah tülle yüzünü perdelemeye çalışan; meçhulden gelip meçhule giden güzeller güzeli aşık bir kadın bunları yapmış olabilir mi?
Heykel ne var ki yerine halen konulabilmiş değil. Bu boşluğu gidermek için bir proje yürütülmüş. Ve yüz kadar sanatçı, ressam, heykeltıraş, müzisyen, dansçı vs parkta kaidenin üstünde, 100 sanatçı 100 gün boyunca kendi sanat anlayışları ve disiplinleri çerçevesinde poz vererek saatlerce nöbetleşe durmak suretiyle bir performans sergilemişler. Heykel yoksa da diğer bedenler burada işte! Yüz gün de olsa kaide boş durmamış, geçici de olsa heykel sanatçı Koman’a bir saygı olarak kaidesi üzerinde bu kez yüz kez çoğalmış olarak temsil edilmiş. Yani biz bir ölür yüz doğarız, misali.
Kentlerin kimliğini belirten ve insan belleğine kazınan eserler yok oluşa terk ediliyor. O eserleri belleğinde tutan nesiller de gelip geçtikçe kentler de kimliksiz ruhsuz yani ölü kentlere dönüşecek. Akdeniz adlı heykele yapılan tahrip girişimlerinin bir örneği de Zafer meydanındaki Hitit Güneşi’neydi Neyse ki bugüne dek o heykel orada yerinde durmakta. 1950’lerde Atatürk heykellerine tahrip amaçlı saldırılar yapılırdı. Ama bunları yapan kişisel düzeyde kimselerdi ve bunlara ‘ticani’ denirdi.
Ve SERGİ
Projenin devamı olarak çeşitli disiplinlerden sanatçılardan çeşitli eserlerle, seçkisi Galeri tarafından yapılan bir sergiyle taçlandırıldı. Küratör Belma Ersu.
Gençler olaya artık el koymuş. Eserler açık uçuk, tam ortadan yok edilecek cinsten ☺. O meçhul kadın umarım uğramaz bu sergiye. Malum, ‘Koman’ı koman’ diyor, ille de Koman.
Gençler ilginç eserler üretmişler. Fantezi müthiş. Bir tarafta kendiliğinden gürültüyle açılıp kapanan çekmeceler; perili evde sandım kendimi birden. Ama değil; ah o kadındı gelen biliyorum. Belki de zihnimden fırlayan bir tulpa (Platon’un ideaları değil; ne de Jung’un arketipleri)… Tulpa zihindeki, daha doğrusu zihin altında bir idenin cismani dünyada (maddeler dünyasında) oluşması.
Yeri gelmişken tulpaya bir örnek vereyim. 1980 başlarında Karaçi’de (Pakistan) görevliydim. Pakistan tabii çok muhafazakar bir ülke ve o zamanlar din devleti idi de. Kadınlar ve flörtler halk nezdinde olmayacak şeylerdi. Bu yoksunluk erkeklerin bir tulpa yaratmasına yol açmıştı. Karaçi’nin ana caddelerinden birinde gece yarıları çok güzel bir genç kız beliriyormuş. Ve oralarda geziniyormuş. Görenler yemin billah anlatıyorlardı. Ortak yani anonim bir tulpaydı anlaşılan.
Sergiye gezmeye devam; bir tarafta su içerisinde bir kitle; yüzeyde yalnız buz dağının bir ucu görülüyor sadece; oysa altında ‘asıl hesap’.
Genç ziyaretçiler galeriye sığamadılar, kapı önünde çoğu sigara ve sohbet. İçlerinde tek başına ben. Fotoğrafımı sayfaya alıyorum. Zaten sergiye girerken gözlerim ak saçlı herhangi bir kişiyi aramıştı gidip sığınayım kendimi yalnız hissetmeyeyim diye. Sonunda arkasından seçtiğim bir ak saçlı gördüm; oh dedim sanatçı dostumuz Şekip Oğuz çıktı karşıma. Artık güçlüydüm.
Küratör Belma Ersu’yla sohbet ettik; kendisinden epey bilgi aldım. Projenin heyecanı içerisindeydi. Tasarım ürünler, enstalasyonlar, resimler, heykeller arasında taze taptaze bir tazelenme oldu sergi bu sıcak yaz günleri başlangıcında.
Artık ver elini Bodrum sıcakları. Geçen yaz depremler içerisinde geçmişti Bodrum’da yaz. Zehir olmuştu. Ama rakıya devamdı herkes. Başka bir alem başka bir frekans orası.
Sanat da zaten başka bir frekansa geçmenin bir aracı değil mi? Bu dünya insanoğluna anlam ve ortam bakımında kafi gelmez; Bu dünyayı aşmanın en etkili aracı sanat.
İnsana frekans değiştirten ürünlere sanat diyoruz. Nokta.
Monad Balkan